Pazar günleri dedemlerle hep beraber yemek yemek adettendi. Sofrada on-onbeş kişiden eksik olunmazdı. Adı duyulmadık uzak akrabalar, Samatya’dan kırk yıl önceki komşular, yalnızlığı çenesine vurmuş kokona teyzeler gelip anneannemlerde bir hafta, on gün yatıya kalırlardı. Hayat boyu bana eşlik eden büyük aile tutkumu muhtemelen o sofralarda edindim. Çekirdek aileye oranla büyük ailenin bireysel özgürlüğe daha fazla pay bıraktığını orada idrak ettim. Kaçış imkânları daha fazladır, saatlerce ortadan kaybolsan kimse fark etmez.
“Ataerkil” görünen ailelerin aslında kadınlar saltanatı olduğu gerçeğiyle de ilk o ortamlarda tanışmış olmalıyım. Hakiki ağayı sahtesinden ayıran şey o bilgidir. Patron ben görüneyim, ara sıra homur somur edeyim yeter. Son tahlilde kadınlar tayfasına itaat etmekten başka çare olmadığını bilirim.
**
Benim niyetim üniversiteden sonra Türkiye’ye dönmek. Heyecan burada, sosyalist devrim geldi geliyor, orada kalıp ne yapayım? 1979’da diplomayı aldıktan sonra gelip beş-altı ay kaldım da.
Kalsam ne olurdu? 12 Eylül darbesinden hasarsız kurtulur muydum? Sanmıyorum. Sağ kalsam bile, o travmadan sonra bir daha Marksizm illetinden kendimi kurtaracak gücü bulur muydum? Yoksa bugün Murat Belge’ler, Ertuğrul Kürkçü’ler gibi ben de hâlâ o laf batağında debelenip durur muydum, “inandığımız her şey çökse de biz sosyalistler yanıldığımızı itiraf etmeyiz” inadıyla?
**
Hikâye, uyumsuzluğun panzehiridir. “Ben sizden değilim,” diye anlatırsın. “Aa ne hoş,” diye ağzı açık dinlerler.