Friday, November 26, 2021

Devlet Dairesi

 


Bütün memurlar daha gazetelerini okuyorlardı, çaylarını içiyorlardı, masalarını düzeltiyorlardı; ceket çıkarma talimatı henüz gelmediğinden ceketleriyle oturuyorlardı, adamı yakalamışlar bizim zamlardan bir haber yok dün akşam başıma gelenleri sormayın diyorlardı; hademeler, kapıların önünde iş sahiplerinin evrakını masadan masaya odadan odaya taşımak için bahşişlerini bekliyorlardı. Ceket kollarının sürtünmeyle paralanmasını istemeyen bazı titiz memurlar kolluklarını takmak üzereydiler; daktilo kadınlar makyajlarını tazeliyorlar, dudaklarını yalıyorlar, kırmızı tırnaklarını törpülüyorlardı; orta yaşlı ve gençliğine düşkün olanlar parmaklarıyla alın derilerini geriyorlardı; yaşları kırk beşten büyük olanlar son zamanları tenkit ediyorlar, küçük olanlar da masalardaki tozdan şikâyet ediyorlardı; sinekler, rahatsız edilmeden masaların üstünde geziniyordu. Daire, o battal kütle, yavaş yavaş geriniyor, uyanıyordu: şefler daha otobüs duraklarında vasıta bekliyorlardı, müdürler, evlerinde kahvaltı ediyorlardı, umum müdürler uyuyorlardı, bir yolunu bulup rapor alabilen küçük memurlar hiç gelmiyorlar, evlerinde öte beri tamir ediyorlardı. Bazı anlar, bir kâğıda, bir kayıt defterine uzanır gibi oluyordu eller; sonra, yandaki masadan atılan bir söz, uzatılan bir gazete, hademenin masaya koyduğu bir demli çay, bu atılışları kesiyordu. Tembel bir cevap veriliyor, habere dalınıyor, masa ıslanmasın diye, çay bardağının altına, yemek-içmek için gerekli eşyanın bulundurulduğu çekmeceden çıkarılan bir altlık konuyordu. Sigaralar, birer ikişer yakılıyordu, kibritler tablalara bırakılıyordu: her harekette bir yumuşaklık, bir gün görmüşlük göze çarpıyordu. Hiç acele edilmiyordu. Şaşırtıcı ve yeni hiç bir şey beklenmiyordu. Her sabahın, bütün sabahlar gibi bir sabah olması bekleniyordu.

Bu ağır gidiş, iş sahiplerinin, koridorları, odaları, kapı önlerini doldurmalarıyla bir süre için hızlanır gibi oluyor; sonra, yeni gelenlerin de bu ağır senfoninin temposuna uymalarıyla her yer, dünya yaratılmadan önce ortalığı kaplayan madde öncesi sakinliğe bürünüyordu. Bütün iş sahipleri hep bir ağızdan iç çekiyor, bütün gözler hep birden merdivenlere çevriliyor; bütün gözlerde, beklenen memurun özlemi okunuyordu. Önce, beklenmiyen memurlar geliyordu; başlar hep birden ümitsizlikle sallanıyor, gözler hep birlikte karşısındakine hak veriyordu. Bütün gözlerde, peşinden hademeleri koşturan bir müdürü görmenin arzusu yanıyordu.

Turgut, korunmasını bilen bir iş kovalayıcısıydı. Bilinmeyen kurallarla yönetilen bu ülkeye her girişinde, ürkütülmemesi gereken yaratıkların beklenmeyen davranışlarına saygı gösterirdi; yapmacık sabrını sonuna kadar sürdürürdü. Koridorda, dairenin sabah mahmurluğunu üstünden atmasını bekliyordu. Önünden geçen her memuru saygılı bakışlarıyla süzüyordu. Belli olmaz; kimin nerede ne işe yarayacağı hiç belli olmaz. Sonra, bana aldırmıyordun ama ağıma düştün işte bakışlarıyla karşılaşıverirsin birden. Garip ve mistik bir hava vardır; görünüşe aldanmamalıdır iş sahibi denilen cüce yaratık. Hademeler süpürüverir insanı. Elini hiç bir kâğıda uzatmayacaksın: on emrin birincisi budur. Söze erken başlamayacaksın, hiç bir düşünce ileri sürmeyeceksin, hiç bir şey bilmezmiş gibi görüneceksin, garip şekilde giyinmeyeceksin, ellerini masaya dayamayacaksın, seni baştan savmalarına yol açmamak şartıyla kendini acındıracaksın, gülümseyeceksin, bekleyeceksin.. ve hiç bir zaman ümide kapılmayacaksın. İşte beklediğin memur merdivende göründü. Hemen yanına gitmeyeceksin. Bekledi. Sabırla, odaya girmesini, masasına yerleşmesini ve güne alışmasını bekledi. Odaya girdi. Allaha emanet ol, oğlum Turgut. Memurla, masanın iki tarafında, değişmeyen yerleri aldılar. Önce Turgut’un yüzüne bakılmadı: onun sorması beklendi. Küçük bir zaman kazancı. Beni deniyor. Boğazını temizle, öksür: fazla genç olduğun izlenimi bırakma. Buyrun, bir şey mi istediniz? Ne olağanüstü bir ülkedir! Bir şey mi istediniz, derler. Çünkü, esrarlı ve bu dünyanın insanlarının akıl erdiremediği işlerle uğraşırlar. İşim olmasaydı, bu soruna karşılık sana iki perdelik bir Molière oynardım ki... ve alınmayacaksın hiç bir sözden. Anlatacaksın. Daha bir dakika önce, yanındaki arkadaşına seslenirken ne kadar farklı bir insandı... demeyeceksin. Turgut’un üstünden aşarak seslendi: “Şükrü efendi! Bana bir çay getir.” Evet ne istiyordunuz? Şimdiye kadar söylediklerini dinlemedim; çünkü çay içmemi beklemedin; bu nedenle, yeni baştan anlatman gerekiyor, demek istiyor. Ne kadar özlü konuşuyor değil mi? Ayrıca, öksürmenin yararı dokunmadı: beni genç gördü. İlk sözlerle baştan savmak istiyor. Sanıyor ki ilk sözü bana söyletmekle: “Evrakın sizde olduğunu söylediler” gibi yanlış bir cümle ile başlayacağım ve beni en aşağı, iki oda kadar öteye savuracak. Belirsiz başlangıçlardan yararlanmak istiyor. Bu kanlı savaş, dışardan hiç belli olmuyor değil mi? İşte al sana kesinlik: yazının tarih ve numarası. Yalnız, bu başarıyla sarhoş olmamalısın. Evrakın ona havale edildiğini hemen söylemeyeceksin. Yazı işlerine gittim zimmetle size gönderdiler diyerek, ilk dakikadan onu bunaltmaya gelmez. Kendisini çok çaresiz görürse, ümitsiz hareketler yapabilir. Meselâ: ‘Bir dakika’ der, çıkar odadan: bir daha koydunsa bul. Nazlı masal kuşlarıdır. Ürkütmeyeceksin. Belki de biraz daha beklemeliydim. Ne dersin? Bir iki iş sahibi gelse. Onları terslese. Ben bir köşede durup bakışlarımla ona hak versem? Adamlar gidince de önce şundan bundan konuşuruz: bir iki basit hastalık filân. Bir ilâç tavsiye ederim. Yalnız, fazla ileri gitmeye gelmez: olmayacak bir şey ister insandan. İkmale kalmış kızının fizik hocasına gidip iltimas yaptırmak gerekir: gel de işin içinden çık. Fazla kibarlık da etmeyeceksin... kibarca atlatıverirler seni. Bunları düşünüp, karşılıklı oyunlar oynamakla harcadığımız enerjiyle kimbilir kaç tane elektrik santralı çalışırdı? Efendim?

Uzun uzun, tarih ve numarayı inceliyor: sanki hayatında tarih ve numarayı ilk defa görüyor. Selim olsa, bir cinayet çıkardı. Budist olacaksın: ağaç, taş, bu münasebetsiz memur ve Turgut Özben... kaynaşıp gideceksin. İşi cahilliğe vuruyor: böylece hem zaman kazanıyor, hem de sabrımı deniyor. Sonra saf saf başını kaldıracak, ben bundan hiç bir şey anlamadım, diyecek. Cahilliğine aldanmayacaksın, hemen atılıp anlatmaya kalkmayacaksın. Öyle bir anlamıştır ki küçük ve önemsiz bir yanlışını yakalayıverir senin. Bilgisizliğini yüzüne vurur. Küçümser seni: çileden çıkarmaya çalışır. Bu kadar okumuş, tahsil görmüş; daha bir dilekçenin nasıl yazıldığını bilmiyor, der bakışlarıyla. Masasının gözünden talimatnameler, nizamnameler, kanunlar çıkarır: maddeler denizinde boğar seni. Bir işin nasıl yapılacağından çok nasıl yapılmayacağını gâyet iyi bilir. Gerçek olumsuzluğun sultanıdır. Canım benim! Şişman da değil ki biraz gevşeyebileceğinden ümitli olalım. Zayıf, sinirli ve orta yaşlı. Eski usul bıyık bırakmış. Koyu renk elbisemi giymeliydim. Gençliğimi kızgınlıkla karşılar belli etmeden. Öksürüğümü de beğenmedi. Şartnamenin unutulmuş bir maddesiyle öyle bir saldırır ki müdürler bile çekinir böylelerinden. Yapamam efendim, der; sonra mesul olurum. Müdür diyor ki mukavelenin ruhuna aykırı bir taraf yokmuş. Müdür Bey böyle diyorsa kendi imzalasın: benim parafıma ihtiyaç yok. Müdür Bey, memur arkadaş dedi ki sizin imzanız yetermiş. Ne demek efendim? İmzalasın. Vazifesi. Çağırın bana. Müdürle memur arasında sıkışacağını düşünmek Turgut’u terletti. Önce size havale edilmiş Necati Bey, neden paraf etmediniz? Susun! Moralimi bozmayın. Uykusuzluktan olacak. Boş yere kendini korkutmayacaksın. Selim’in olumsuzluk meleği Nihat, dairede nasıl bir adamdı acaba? Bu adammış. Selim öldü Nihat Bey: imzalayın artık. Olmaz. Babam mezardan çıksa imzalamam. Ne korkunç adamsınız. Yalnız çiğ et mi yersiniz? Masaya fazla yüklenmişim: biraz geri. Bazıları, masanın başında durup dikilmeye sinirlenirler. Çok duyarlı bünyeleri var. En küçük bir hareket baskı oluyor. Gözlüklerini burnuna indirmiş; elleri düzgün. Yalnız kâğıt tutmuş eller. Memur sınıfı diyorlar. Bir zamanlar ne kadar gözdeymişler. Bir de subaylar. Onlardan herkes çekinirmiş. Babalar kızlarını hep bu iki sınıfa verirlermiş. Kızımı bir memura verdim; kızımı bir subayla evlendirdim!


 

Tuesday, November 23, 2021

Mahkeme

 


Ne yazık onlara ki çıkarlarına dokunulmadıkça doğru yola girmezler ve Allahın kendilerine sunacağı nimetleri bilmezler.

Ne yazık onlara ki kalpleri temiz olmadığı için herkesi kötü sanırlar ve günahsıza ve günahkâra bir fark gözetmeden kötülük ederler.

Ne yazık onlara ki duygulu çekingenliği korkaklık, samimiyeti yaltaklanma ve yardımı bir baskı sayarlar.

Ne yazık onlara ki kendilerine açılan saf bir kalbi zaaflarından istifade edilecek, istismar edilecek bir akılsız sayarlar.

Onların, geleceği yaratan insanlar arasında yeri yoktur.

Unutulacaklardır.

Bir gün bütün değer yargıları değişecek ve yargılananlar yargıç, eziyet edenler de suçlu sandalyesine oturacaklardır ve onlar o kadar utanacaklar, o kadar utanacaklardır ki utançlarının ve suçlarının ağırlığı yüzünden ayağa kalkamayacaklardır.

O zaman, akıllı ya da akılsız bütün ezilenler, yani bizim caddedeki insanların çoğu, yani öcü geliyor diye küçükken beni korkuttukları çolak ve topal Deli Rüstem ile ben ve benimle birlikte bar kızı Leylâ kendisine yüz vermedi diye intihara teşebbüs ederek beynine iki kurşun sıkan fakat ancak kafatasını delerek alay edenlerden kurtulmak için bütün hayatınca yolda kalpak giyerek dolaşmak zorunda kalan meyhaneci Hızır ve onunla birlikte orta okulda kekemeliği ve garip mistik düşünceleriyle arkadaşlarının alay konusu olan ve şimdi havagazıyla intihar ettiği için ölmüş bulunan ve evlerindeki şecere ağacında taze yağlı boya ile yeni boyanmış yeşil, titrek bir yapraktan ibaret kalan Ercan ve Ercan’la birlikte annesi Rus babası İtalyan olan ve sınıfta ve bahçede paltosunu hiç çıkarmayan ve daima gözlüğü ve paltosuyla ilk okul birinci sınıf çocuklarıyla top oynayan ve gâvur diye ve kambur diye horlanan Altan ve Altan’la birlikte zeki ve siyah gözleriyle bana hep muhabbetle bakan ve yedi kardeşi ile ve annesi ile ve babası ile ve teyzesi ile ve dayısı ile Evkaf apartmanının en üst katında labirent gibi karışık koridorlardaki yüzlerce odadan sadece birinde oturan ve sınıf birincisi olduğu halde ilk okuldan sonra elektrikçi çıraklığına başlayan Osman ve onunla birlikte bütün gülünçlüğüne rağmen aşağılığı sefaletinden ve sefaleti aşağılığından ileri gelen mimar Cemil (Uluer) Turan ve Mimar Cemil ile birlikte sakat olduğu için hiç yürümeyen ve hep altını kirleten ve misafirler görmesin diye ve sosyetik annesi rahatsız olmasın diye yaz kış balkonda tutulan ve hep bağıran ve altına yapan ve güzel yüzü ile ve akıllı sözü ile be ni büyüleyen ve balkonda yerde kendini oradan oraya atan zavallı Ayhan ve onunla birlikte bodrum katta evdeki yedi ve bahçedeki yirmi yedi kedisi ile yaşayan ve kimseye zararı dokunmayan ve ölmüş kocasını unutamayan Rus madam ve madamla birlikte yirmi iki yaşında veremden ölerek bizleri ve ailesini elemlere boğan ve Albay Sait Beyin biricik oğlu ve liseden dört defa kovulmuş olup sanatoryumdan altı kere kaçan ve yağmurlu bir ilkbahar akşamı hastaneden son kaçışında ıslak elbiselerini çıkarmaya fırsat bulamadan kanla boğulan Ertan ve onunla birlikte basit bir kamyon şöför muavini iken lâstik karaborsasından zengin olarak genç yaşında kumar denen illete tutulan ve bu uğurda servetini ve dostlarını kaybeden ve karısı ve kızı ve oğlu tarafından terkedilen ve meteliksiz kalan ve bir gün bir kahve köşesinde kendini vuran ve eski ve samimi aile dostumuz Orhan ve Orhan Beyle birlikte, Orhan beyle birlikte olmaktan muhakkak gurur duyacak olan ve el kapısında dünyaya gözlerini açıp ve kaderi ve mesleği hizmetçilik olan ve komşumuz Saffetlerin üçüncü hizmetçisi Kezban yargıç kürsüsünde bulunacağız.

Mahkemede, suçlu sandalyesinde, bilerek ya da işledikleri suçları bilmek zahmetine katlanacak kadar dahi düşünmediklerinden bilmeyerek, eziyet eden, hor gören, aşağılayan, ihmal eden, aldırmayan, unutan, kötüleyen, alay eden, ıstırabı paylaşamayan, insanlar arasına duvarlar çeken, küçümseyen, çaresiz bırakan, yalnız bırakan, terkeden, baskı yapan, istismar eden, ezen, cesaret kıran, iyilik etmeyen, değer vermeyen, kalbi temiz olmayan, doğruyu yanlış gösteren, yanlışı doğru gösteren, samimiyetsiz, insafsız, korkutan, yanına yaklaştırmayan, başkasının yaşama hakkına saygı duymayan ve kendinden memnun olabilmek için her davranışı meşru sayan onlar, yani bizim küçük kalabalığımızı hava sızdırmayan tabakalar halinde üst üste saran, ne fes almamızı dahi engelleyen, yani mahallemizin bütün bileği kuvvetli ve içi boş küçük kabadayıları ve onların büyük ortakları, yani esasında sayıca üstün olanlar, yani her zavallıdan daima bir rütbe bir kademe bir sınıf yukarıda olanlar, yani şekilsiz hüviyetleriyle daima vuran ve kaçınabilenler, yani hem ezip hem de ezdiklerini kabul etmeyenler, yani bir mertebe aşağıdayken ezilen ve bir derece terfi edince ezenler, yani çırağını, bir şeyler öğretmesine karşılık her zaman sakat olduğu için hiç yürümeyen ve hep altını kirleten ve misafirler görmesin diye ve sosyetik annesi rahatsız olmasın diye yaz kış balkonda tutulan ve hep bağıran ve altına yapan ve güzel yüzü ile ve akıllı sözü ile be ni büyüleyen ve balkonda yerde kendini oradan oraya atan zavallı Ayhan ve onunla birlikte bodrum katta evdeki yedi ve bahçedeki yirmi yedi kedisi ile yaşayan ve kimseye zararı dokunmayan ve ölmüş kocasını unutamayan Rus madam ve madamla birlikte yirmi iki yaşında veremden ölerek bizleri ve ailesini elemlere boğan ve Albay Sait Beyin biricik oğlu ve liseden dört defa kovulmuş olup sanatoryumdan altı kere kaçan ve yağmurlu bir ilkbahar akşamı hastaneden son kaçışında ıslak elbiselerini çıkarmaya fırsat bulamadan kanla boğulan Ertan ve onunla birlikte basit bir kamyon şöför muavini iken lâstik karaborsasından zengin olarak genç yaşında kumar denen illete tutulan ve bu uğurda servetini ve dostlarını kaybeden ve karısı ve kızı ve oğlu tarafından terkedilen ve meteliksiz kalan ve bir gün bir kahve köşesinde kendini vuran ve eski ve samimi aile dostumuz Orhan ve Orhan Beyle birlikte, Orhan beyle birlikte olmaktan muhakkak gurur duyacak olan ve el kapısında dünyaya gözlerini açıp ve kaderi ve mesleği hizmetçilik olan ve komşumuz Saffetlerin üçüncü hizmetçisi Kezban yargıç kürsüsünde bulunacağız.

Mahkemede, suçlu sandalyesinde, bilerek ya da işledikleri suçları bilmek zahmetine katlanacak kadar dahi düşünmediklerinden bilmeyerek, eziyet eden, hor gören, aşağılayan, ihmal eden, aldırmayan, unutan, kötüleyen, alay eden, ıstırabı paylaşamayan, insanlar arasına duvarlar çeken, küçümseyen, çaresiz bırakan, yalnız bırakan, terkeden, baskı yapan, istismar eden, ezen, cesaret kıran, iyilik etmeyen, değer vermeyen, kalbi temiz olmayan, doğruyu yanlış gösteren, yanlışı doğru gösteren, samimiyetsiz, insafsız, korkutan, yanına yaklaştırmayan, başkasının yaşama hakkına saygı duymayan ve kendinden memnun olabilmek için her davranışı meşru sayan onlar, yani bizim küçük kalabalığımızı hava sızdırmayan tabakalar halinde üst üste saran, ne fes almamızı dahi engelleyen, yani mahallemizin bütün bileği kuvvetli ve içi boş küçük kabadayıları ve onların büyük ortakları, yani esasında sayıca üstün olanlar, yani her zavallıdan daima bir rütbe bir kademe bir sınıf yukarıda olanlar, yani şekilsiz hüviyetleriyle daima vuran ve kaçınabilenler, yani hem ezip hem de ezdiklerini kabul etmeyenler, yani bir mertebe aşağıdayken ezilen ve bir derece terfi edince ezenler, yani çırağını, bir şeyler öğretmesine karşılık her zaman döven ve ona insan muamelesi etmeyen ustalar, muavininin başına vuran şöförler ve onlarla birlikte memurlarına dalkavukluk ettiren âmirler, duygusuz âmirlerle birlikte garsonlara paralarıyla orantılı olarak bağıran müşteriler ve kaba müşterilerle birlikte hakkını arayanlara yumruklarını gösteren görevliler ve yetkilerini kötüye kullanan görevlilerle birlikte bilgisizin bilgisizliğini suratına çarpan ve ondan bir kelime fazla bilen bilgiçler, yani öğrenmek isteyen herkese eziyet eden öğreticiler ve onlarla birlikte bilgisizlerin bilgisizliğine gülen onlardan daha bilgisizler ve cahillerle birlikte her değişik davranışa saldıran şekilsiz kalabalık ve kalabalıkla birlikte onlara alkış tutanlar ve onlarla birlikte her tartışmada en bayağı usullerle haklıyı haksız çıkaranlar ve onlarla birlikte her savaşta kazananı tutanlar ve onlarla birlikte kimseye zararı olmayan zayıfları ezerek kuvvetli olma duygusunu tatmin edenler ve onlarla birlikte her zaman ve her yerde her sınıftan ve her ideolojiden ve her düşünceden insanlar arasında daima ön safa geçerek aslan payını kendilerine ayıranlar ve ayırır ayırmaz insanlarla aralarına aşılmaz duvarlar örenler ve böylelerine her zaman haklı çıkarıcı bahaneler sebepler yasalar kurallar sınıflamalar bulup çıkaranlar yani her zaman insanları insanlardan ayıranlar ve onları birbirlerine düşman edenler ve onlara körü körüne uyan kalabalıklar ve gerçeği boğanlar ve onlarla birlikte insanı bu koca dünyada yalnız bırakarak ar kadaşlık dostluk sevgi ile uzatacakları sıcak bir elleri olmayanlar yani elsiz gözsüz akılsız kalpsiz ve kansız gerçek sakatlar yani onlar onlar onlar onlar onlar onlar... karşımıza oturacaklar.

Ve biz onlara diyeceğiz ki:

Hesaplaşma günü geldi. Şimdiye kadar yalnız din kitaplarında yargılandınız. Biz fakirler, zavallılar, yarım yamalaklar, bu kitapları okuyup teselli olurken içinizden güldünüz. Ve çıkarınıza baktınız. Hatta gene sizlerden, sizin gibilerden, büyük düşünürler çıktı ve bu kitapların bizleri uyuşturmak için yazıldıklarını ileri sürdüler. Biz zavallılar, ya bu düşüncelerden habersiz kaldık, ya da bunları yazanları bizden sanarak alkışladık. Yani uyuttular alkışladık, uyandırıldık alkışladık. Her ne kadar bugün siz suçlu, biz yargıç sandalyesinde oturuyorsak da gene acınacak durumda olan bizleriz. Esasında, sizleri yargılamaya hiç niyetimiz yoktu; sizin dünyanızda, o dünyayı bizlerin sanıp yaşarken, hepinize hayrandık. Sizler olmadan yaşayabileceğimizi bilmiyorduk. Ayrıca, dünyada gereğinden çok acıma olduğuna ve bizim gibilerin ortadan kaldırılmamasının sizlerin insancıl duygularına bağlandığına inanmıştık. Bu çok masraflı dünyada bir de bizlere bakmanız katlanılması zor bir fedakârlıktı. Arada bir bize benzeyen biri çıkıyor ve artık yeter diyordu. Onunla birlikte bağırıyorduk: artık yeter! Bazen kazanıyorduk, bazen kaybediyorduk ve sonunda her zaman kaybediyorduk. Onlar da sizler gibi onlardı. Düzeni çok iyi kurmuştunuz. Hep bizim adımıza, bize benzemeyen insanlar çıkarıyorduk aramızdan. Kimse bizim tanımımızı yapmıyordu ki biz kimiz bilelim. Gerçi bazı adamlar çıktı bizi anlamak üzere; ama bizi size anlattılar, bizi bize değil. Tabiî sizler de bu arada boş durmadınız. Bir takım hayır kurumları yoluyla hem kendinizi tatmin ettiniz, hem de görünüşü kurtar maya çalıştınız. Sizlere ne kadar minnettardık. Buna karşılık biz de elimizden geleni yapmaya çalıştık: kıtlık yıllarında, sizler bu dünyanın gelişmesi ve daha iyi yarınlara gitmesi için vazgeçilmez olduğunuzdan, durumu kurtarmak için açlıktan öldük; yeni bir düzen kurulduğu zaman, bu düzenin yerleşmesi için, eski düzene bağlı kütleler olarak biz tasfiye edildik (sizler yeni düzenin kurulması için gerekliydiniz, bizse bir şey bilmiyorduk); savaşlarda bizim öldüğümüze dair o kadar çok şey söylendi ki bu konuyu daha fazla istismar etmek istemiyoruz; bir işe, bir okula müracaat edildiği zaman fazla yer yoksa, onlar kazansın, onlar adam olsun diye biz açıkta kaldık; yani özetle, herkes bir şeyler yapabilsin diye biz, bir şey yapmamak suretiyle, hep sizler için bir şeyler yapmaya çalıştık. Bütün bunlar olurken bir takım adamlar da anlayamadığımız sebeplerle anlayamadığımız davâlar uğruna yalnız başlarına ölüp gittiler. Böylece bugüne kadar iyi (siz) kötü (biz) geldik. Bize, sizleri, yargılamak gibi zor ve beklenmeyen bir görev ilk defa verildi; heyecanımızı mazur görün.

Aramızda hukukçu olmadığı için söz uzatılmadı, sanıkların kendilerini savunmalarına izin verilmedi. Gereği düşünüldü. Sanıkların ellerinden başarılarının alınmasına oy birliği ile karar verildi.

 

 

 

 

 

 

Friday, November 19, 2021

Three-hearted people

 


The Portuguese Jesuit Joao Rodrigues wrote of the Japanese:

 “They are so crafty in their hearts that nobody can understand them. Whence it is said that they have three hearts: a false one in their mouths for all the world to see, another within their breasts only for their friends, and the third in the depth of their hearts, reserved for themselves alone and never manifested to anybody.”

This seemed to be a common criticism among missionaries, who were often frustrated by Japanese manners. “They learn from childhood never to reveal their hearts,” tutted the Italian Jesuit Alessandro Valignano. “They regard this as prudent and the contrary as stupidity—so much so that people who lightly reveal their hearts are considered fools, and scornfully called single-hearted men.”

Ölüm de bir rüya değil mi?


Yaşam korkusuyla ölüm korkusunun birbirine sarmallandığı metinler yazan, kitaplarından birinin adını da “ Korkuyu Beklerken ” koyan Oğuz Atay’ın, ölümle burun buruna geldi ğinde gösterdiği soğukkanlılık ise şaşırtıcıdır. “Ölmek üzere olan bir insan korkmamalı. Ölmek nedir? Yaşayabileceğini hayal ettiği olayların bitmesidir ya da insanın öyle sanmasıdır, ” (TO.400) diyen “ Tehlikeli Oyunlar ”ın roman kişisi gibi düşünüyordur belki o da. İstanbul’daki son döneminde görüştüğü kişilerden biri olan Erdoğan Şuhubi onun bu tutumundan etkilenmiştir: “ Ölümünü çok soğukkanlı bir biçimde kabullenmişti, davranışlarında panik havası yoktu, ölümü hakkında sıradan bir olaydan söz edermişçesine konuşuyordu. Ömrünün çok sınırlı olduğunu, birçok şeyi ona göre düzenlemek zorunda kaldığını soğukkanlı bir biçimde anlatıyordu. Hatta, acaba Oğuz’un yerinde ben olsaydım böyle davranabilir miydim, diye kendime sorduğum olmuştur. Bir bilim adamı rasyonel bakar yaşama diye düşünüyor insan, ama bu her zaman böyle olmuyor. Dünyanın en büyük matematikçilerinden bilgisayarın babası John von Neumann 54 yaşında kanserden ölmeden önce ölüm korkusundan delirmişti. Mustafa İnan da kendisine konulan lösemi tanısını bilmesine rağmen, bunu kabul etmeden öldü. ”

“Oğuz öleceğini bilmeden önce ölümden daha çok korkuyordu. Öleceğini öğrendiğinde o korkuyu aşmıştı, ” diyordur Halit Refiğ: “ Bakışında korku yoktu. ” Son döneminde onunla birlikte olan insanlar, yakınına gelen ölümün onun üzerinde farklı bir etki yarattığını söylüyorlardır. Sanki, çok ciddiye aldığı yaşamdan, onu çevreleyen mayın tarlasından, akan zamanın gebe olduğu belirsizliklerden, bunlardan biri olan ölümle karşılaşma olasılığından ve tüm bunların normal dışı bir duyarlıkla algılanan basıncından kurtulmuş olmanın yarattığı bir rahatlamadır bu; ölümünden iki buçuk yıl önce, “ Oyunlarla Yaşayanlar ”ın Coşkun Ermiş’ine söylettiği yaşam yorgunu özlemle şaşırtıcı bir benzeşim içindedir: “ Ben de ölümcül bir hastalığa tutulsam dedim, bu hastalığa tutulduğumu bilsem dedim, bu ölümcül hastalık yüzünden her şey birden önemini kaybetse dedim, korkularımdan bile kurtulsam dedim... ve artık her şey bana vız gelse dedim. ” (OY.92-93) “ Mantık denen bir zehir aşılamışlar. (...) Canın cehenneme diyemiyorsunuz. Hürriyet, gerçek hürriyet kalkıyor ortadan, ” (T.609) diyordur “ Tutunamayanlar ”ın Selim’i de: “ Belki de yalnız ölüme giderken hür olabilir insan. Ancak ölüm-kalım anında hürriyetin gerçek anlamını kavrayabilir. ” (T.609)

Oğuz Atay’ın metinlerinde yaşama tutunamamanın uç noktasında ölüm vardır. Çağdaş psikoloji, yaşamda sorunlarını çözemeyen bireyin ölüme eğilim duyduğunu söyler. Ölüme eğilim, bir yönüyle aşkın bir varoluş özlemini içinde barındırabileceği gibi, bir yönüyle de nihilist bir kaçış, bir yokoluş özleminin göstergesi olabilir. Atay’ın metinlerinde ölüm, her ne kadar bilinmezlik sisinin içindeki duruşuyla, onun kurmaca dünyasının önemli motifi ‘ korku ’nun bir parçasıysa da hiçbir zaman nihilist bir yokoluş özlemi içermez. “Tehlikeli Oyunlar ”da Hikmet’e söylettiği aşağıdaki tümce, işlevi ve anlamı olan bir ölümü anlatır: “ Bazı insanlar bazı şeyleri hayatlarıyla değil, ölümleriyle ortaya koymak durumundadır. ” (TO.386) “ Tutunamayanlar ”daki “ [k]ucaklamak isterdim ölümü ve sonsuzu, ” (T.133) tümcesinde ise ölüm sonsuzlukla eşdeğerlidir. Çocukluktan yeniyetmeliğe geçerken dinsel düzlemde bir inanç arayışına giren ama aradığını bulamayan, yaşam yolu üzerinde saptığı yollardaki engellerle uğraşırken bu konuyu geri plana iten Atay’ın yazarlıkla bütünleşen yılları, onun Mevlana’dan İncil’e ve İsa’ya, oradan Zen Budizm’e uzanan mistik bir yelpazede arayış içinde olduğunu gösteriyor. “[Ö]lüm de bir rüya değil mi, ” (T.471) diyordur “ Tutunamayanlar ”da Selim, ölüm sonrası ile ilgili aşkın düşüncelere çağrı çıkaran bir tonlamayla. Günlüğünde “ Tehlikeli Oyunlar” ın Hikmet’inin ölümünü kurgularken ise “ [g]erçek yaşantı bitecek, oyun devam edecek, ” (G.48) demektedir.

Yakın arkadaşlarından kimileri onda, hastalık öncesi döneminin yaşam savaşımı içindeki Oğuz Atay’ından farklı bir kimliğin su yüzüne çıktığını söylüyorlardır. “Daha dingindi ruhen, sanki sükûnet bulmuştu, bir tür bilgelikti sanki, ” demektedir Halit Refiğ. Özen ve Uğur Ünel ise, öfke, kızgınlık, isyan gibi duygulardan arınmış, hiçbir konuda yakınmayan, yaşamı da ölümü de olduğu gibi kabul eden, çevresine sevgi ve ilgiyle yaklaşan bir Oğuz Atay’dan söz ediyordur. Londra’dan dönüşünde, mutlu bir Avrupa gezisinden gelen biri gibi herkese ayrıntılı armağanlar getirmiştir. Özen Ünel’in, hastalık öncesi dönemde bir sohbet sırasında sözünü ettiği, Türkiye’de olmayan bir mobilya cilasını bile unutmamıştır. Arkadaşları onun ölüm karşısındaki ana tutumunu ‘ dervişane ’ diye adlandırıyorlardır. O dönemde yirmili yaşlarında olan Pakize Barışta ise, “ daha gerçekçi bir yaklaşımla, ‘üzgündü’ sadece, ama sakindi, ” demektedir. Kuşkusuz her ölüm yolculuğu gibi hüzün dolu, buruk bir dönemdir bu; ama bir o kadar da dingin, mütevekkil ve filozofçadır. “Hayat oyunlarını gereğinden fazla ciddiye alan ” (OY.104) oyun kişisi Coşkun Ermiş gibi o da “ ölümü de aynı ciddiyetle karşılıyor[dur] ” (OY.104). Belki de “ Tutunamayanlar ”ın Turgut Özben’inin dediği gibi “ ölümü bilerek yaşamak ” (T.314) gerekiyordur: “ Yaşamanın anlamını bilmek için, ölümün anlamı (...) karanlıkta kalma[malıdır]. ” (T.314) “ Ölmeden ölmek zormuş: öyle söylüyor şair. O kadar zor değil, ” (T.609) diyordur “ Tutunamayanlar ”ın Selim Işık’ı da. Belki de yalnızca “ [ö]lümü beklemek[tir] zor ” (T.609) olan.























Monday, November 15, 2021

Oğuz Atay ve aydın (2)

 


İlk romanlarının soyut mekânında daha çok varoluşsal bakış açısından, burjuva konformizminin sarmalında tutsak olan, dürüst ve açık bir biçimde ‘ kendi olmaya çabalamayan ’ aydına yönelen eleştiri, 1974 sonrası ‘ ikinci dönem ’ metinlerinde sosyokültürel bir renk almaya başlar. Atay’ın eleştirisinin bu dönemdeki hedefi, siyasal ya da kültürel ikonlar yaratarak birtakım sosyokültürel ucube ler oluşturan aydındır. Yaratıcılığının bu döneminde, bakış açısı eskiye oranla daha çok toplumsal boyut üzerinde dolaşan Atay, bu kez ‘ sosyokültürel açıdan kendisi olamayan ’ aydının ipliğini pazara çıkarıyordur. Bu romanda eleştiriden en fazla payını alan aydın kesimi kuşkusuz metnin odağında yer alan, bir bilim adamından çok donuk bir bürokrata ya da konformist bir burjuvaya, eylemci kimliğiyle ise bir western film kişisine benzeyen, Atay’ın ‘ yarı aydın ’ diye sözünü ettiği üniversite öğretim üyesidir.

Namus

 


Ben, sadece namuslu olmakla öğünen kişiyi adamdan saymıyorum; toplumu iyiye, güzele götürmek için kendi gibi namuslu insanlarla birlikte bir çaba harcamamışsa, çevresindeki uygunsuz gidişe başkaldırmamışsa, o kişi namussuzdur benim için. Benim de değerlerimin arasına bu çeşit nitelikler karışmışsa atmalıyım onları; onlarla öğünmemeliyim.









Saturday, November 13, 2021

Sinüse Mahçup Olmak

Ben idealistim. Geçen yıl, matematik asistanı, ‘Ben matematik yiyerek yaşıyorum,’ demişti. Benim de hayatımın kısm-ı âzamı matematikle geçiyor. Yemek yediğim saatlerin toplamı, matematik çalıştığım zamanla mukayese edilirse, günlük yaşantımda gülünç denecek kadar zavallı ve küçük bir yer tutar. Ben kendime ihanet etmiyorum. Sana bir dost gibi açılabilirim Selimciğim: dün gece sinüs ve kosinüsün münasebetleri yüzünden gözüme uyku girmedi.”

Selim: “Daha baştan, ciddiyetten uzaklaştığınızın zapta geçirilmesini istiyorum. Hangi münasebetten bahsediyorsun? Sinüsle kosinüs arasındaki münasebetten mi?”

Turgut: “Hayır, onlarla benim aramdaki münasebetten. Acaba sinüsü mü yoksa kosinüsü mü daha çok seviyorum diye öyle bir açmaza düştüm ki, sonunda ikisinin de karesini aldım; gene bir neticeye varamadım. Bir de, ‘Hayatın Koordinatları’ meselesi beni çok yoruyor.”

Selim: “Saçmalıyorsun. Bu meselelerin aslı yok. Beni ve edebiyatı şüpheye düşürmek için mahsus öyle yapıyorsun. Fakat ben, her ikisinin müşterek vekili olarak, seni ispata davet ediyorum.”

Turgut: “Bu davetlerde dişe dokunur bir şey sunamazsın sen adama. Demek sen aşkı, sinüs ve kosinüse çok görüyorsun. Soyut aşk kavramı sende henüz gelişmemiş. Sen ve senin gibiler, ancak beş elma ile on elmayı toplayabilen basit insanlarsınız. Elle tutulan şeylerle düşünebilir, elle tutulan şeyleri sevebilirsiniz yalnız. Siz A ve B’den değil, üç erkek ve beş kadından anlarsınız ancak.

Selim: “Bir dakika, sayın başkan; kendinizi aşıyorsunuz. Beni bu tatsız yere getirip, kendinizi ayrık tutmayı nasıl becerebildiniz?”

Turgut: “Sinüsün de sevebileceğini, ona da insan muamelesi yapılması gerektiğini yeteri kadar savunabileceğimi hissetmiyorum artık. Sinüsün entegralinin nasıl alınacağını birden unuttum; mahçup oldum sinüse gösterdiğim bu ihmal den. Fakat siz anlayamazsınız bu duyguları. Gene de ‘Hayatın Koordinatları’ hakkında bir açıklama yapmamı beklersiniz herhalde. Bak Selim! Öldürürüm seni! Bu meseleyi ilk defa duyduğun halde nasıl şaşırmamış görünürsün? Beni öldürmek için! Beni kudurtmak için! Nasıl sözlerimi hiç duymamış gibi yaparsın? Kıskançlıktan! Bir de nazariyemi bilsen, o zaman hasetten kurur, T cetveline dönersin.”

Selim: “Fena mı? Daha heyecanlı oluyor.”

Turgut: “Peki, bir kelime ile olsun ilgilendiğini söyleyemez misin?”

Selim: “İlgilendim. Yalnız, sonunun kötü bitmesinden korkuyorum.”

Turgut: “Sen ilgilen de sonunu değiştiririz biz, merak etme.”

Selim: “Anlat o halde.”

Turgut: “Evet bu nazariyeyi ben buldum! Değil seni, Gauss’u bile kıskandıracak, Leibniz’i ümitsizlikten intihara sürükleyecek bir ilim-hayal buldum. Minimini bir x ile canım bir y arasında başlayan bu...”

Selim: “Bıktım senin bu matematik masallarından. Uzatma, konuya gel.”

Turgut: “Dur geliyorum... çamaşırları sudan çıkarayım da... Nasıl, meraklandırdım değil mi? Öyleyse dinle:

Edebiyatçılar, Ahd-i Atik’ten beri gök kubbenin altında hiç bir şeyin değişmediğini bildikleri halde nasıl yazmağa devam ediyorlarsa, ben de aynı prensipten hareket ederek, bin altı yüz bilmem kaç yılında -yani bundan sittin sene kadar evvel- René Descartes’ın, beşeriyetten çirkinliğinin intikamını almak arzusuyla yarattığı ve o günden beri tıpkı büyük Sezar’ın -Rus-Çar- doğumundan beri karnıyarık doğum metodlarına sezaryen denilmesi gibi, kartezyen adı verilen ve herkesin bildiği koordinat sistemini, günümüzün icaplarına uydurmak ve pozitif bir bilim olduğu halde münek kitlerce biyokimya meselelerine gayri kabili tatbik bulunduğu asırlar boyunca iddia edilegelmiş, fakat nihayet ben, sen ve Kenan tarafından lâyık olduğu mevkie getirilmiş olan matematik, nâm-ı diğer riyaziye ilmini üniversel karakterine kavuşturmak hedef ve gayesi ile uykusuz geçen geceler ve ayakta uyuyarak geçirdiğim gündüzler pahasına ‘Hayatın Koordinatları’ yahut kısaca ‘Bir insanın nerede, ne zaman ve nasıl olursa olsun, ne yaptığının analitik geometri esaslarına göre açıklanmasına giriş’ adını verdiğim sistemi buldum.

Bu sistemi açıklamak için aşağıda vereceğim aşağılık izahatı dinlerseniz, (kelime oyunu yoktur; izahat gerçekten aşağılıktır. Kelime oyunu olacak korkusuyla gerçeklerden kaçamazdım elbette) meselenin, yukarıdaki cümleden de karışık bir mahiyet aldığını göreceksiniz.

Her zaman kendi kendime düşünür dururdum. (Ben kendi kendime düşünürüm. Selim gibi, birini aramam düşünmek için.)

Not: Bu kısım, Selim tarafından, muhalefet şerhi ile imzalanmıştır.

Her zaman kendime sorardım: neden noktaların, doğruların eğrilerin -ister düzlem, ister uzay şekiller olsun- koordinatları var da daha mükemmel bir varlık olan insan ve onun ayrılmaz bir cüzü olan hayatın koordinatları yok? Bu mesele, hayatımı zehir eder; fakat, mevzu hakkındaki bilgisizliğim ve yetersizliğim elimi kolumu -nasıl yapıyordu bunu bilmiyorum- bağlardı. Bir gün gene böyle (yani, elim kolum bağlı ve hayatım zehir olmuş bir vaziyette iken) karnımın çok, ama pek çok, acıktığını hissettim. Yemekten kalkalı daha çok zaman geçmediğini gayet iyi bildiğim için, ‘Hayırdır İnşallah,’ dediğimi hatırlıyorum. Olağanüstü bir durum olduğunu seziyordum; fakat, ilham geldiğini anlayamamıştım tabiî. Yerimden kalktım, mutfağa gittim. Bir iki lokma bir şeyler yedim. Tekrar odama dönüp divanda, boş bırakmış oldu ğum kalıbımın üstüne, bir önceki durumda yattım. Ne var ki, içimdeki, tarifi imkânsız ve benim bu gibi ruhi vaziyetlere alışık olmamam hasebiyle yanlış olarak açlık diye adlandırdığım kemirici duygu, yatışacak yerde büsbütün alevlendi. Çaresiz, divanda, bana iyice alışmış olan yerimi bırakarak, tekrar mutfağa gittim. Eskisine nisbetle daha çok yedim. Yani, bir örnek vermek gerekirse: ilk gittiğimde, diyelim, beş birim yemişsem, ikinci gidişimde, sekiz birim filân yemiştim. Fakat bu oburluk, beni tıkayacak yerde, büsbütün acıktırdı. Artık yerimde duramaz olmuştum. Mutfakla divandaki yerim arasında -tâbir caizse- mekik dokuyordum; bir heyecan ağı örüyordum. Dolapları, rafları, annemin misafirleri için kurabiye, bisküvi, şeker, çikolata ve findık sakladığı büfe gözlerini, gardrobu ve orada özellikle, babamın ceketlerinin asıldığı bölmenin arkasında, karanlık olup da annemin görmeyeceğimi zannettiği yeri altüst ediyor, durmadan atıştırıyordum. O duruma gelmiştim ki, neredeyse, babamın, siyah elbisesinin yeleğinin alt cebindeki anahtarı alıp, özel dolabında sakladığı siyah havyarı bile yiyecektim. Bu son arzumun dehşeti ve imkânsızlığı, çılgınca tutkularımın beni nereye götürdüğünü anlamamda başlıca âmil oldu; işte, ancak o zaman kendime geldim ve bende bir gariplik olduğunu sezmeye başladım. Bu duygu, muhakkak, bedenî açlıktan öte, tanımadığım bir şeydi. Evet! Bu, maddî bir açlık olamazdı; çünkü maddeler dünyasının elemanları ile tatmin olmuyordu. Peki, ama neydi? Basit bir ‘olmayana ergi’ metoduyla, bunun manevî açlık olduğu neticesine vardım. Evet! Bu, manevî bir açlıktı; bu, ilim açlığıydı. Bu açlık, beni bir hafiye gibi takip eden yüksek düşüncelerimin, tatmin edilemiyen ilmî emellerimin verdiği açlıktı. Artık dayanamıyordum. Gözüm, çevremde hiç bir şeyi görmüyordu. Kâğıt kalem aldım. Divandaki yerimi süratle terkederek, masanın sert iskemlesine oturdum. Ne yaptığımı bilmeden, kâğıdın üstüne önce bir koordinat eksen ta kımı çizdim. Ellerim bana itaat etmiyordu. Sanki, görünmez bir kuvvetin tesiriyle bilmediğim bir yörüngenin üstünde hareket ediyordum. Silkinip, kendime gelmeye çalıştım. Acaba biraz daha yemek mi yeseydim? Fakat, karnım o kadar şişmişti ki, bu fikre bedenim isyan etti. Tekrar çizmeye başladım. Önce, belirsiz şekiller gibi görünen bu esrarlı çizgiler yavaş yavaş, anlaşılır sistemler hâline gelmeye başladı. Kâğıdın üstü, uzay şekiller, formüller ve ilk bakışta okunamayan notlarla dolmuştu. Ben de bitmiştim; bütün içimin boşaldığını hissediyordum. Masadan kalktım ve divanda, artık bana büyük görünen eski yerimi doldurdum güçlükle. Farkında olmadan, kâğıdı da elime almışım. Önce, bu iki boyutlu nesneye boş nazarlarla baktım: Ne demekti bütün bunlar? Gevşek bir gayretle, yazdıklarımı, çizdiklerimi çözmeye çalıştım. İlk bakışta anlamsız görünen karalamalar gittikçe önem kazanmaya başladı. Bu karanlıkta, yavaş yavaş bütün unsurlar, şaşılacak bir düzenle yerini buldu. Görünüşte bedenimde bir hareket olmadığı halde, içimin şiddetle sarsıldığını duyuyordum. Gerçekten sarsıcı, müthiş bir gerçekle karşı karşıya kalmıştım: ben, yeni bir sistem bulmuştum. Kâğıdın üstündeki o kargacık burgacık çizgiler arasında (halbuki, bilirsin benim yazım okunaklıdır) ‘Hayatın Koordinatları’ nazariyesinin esasları yatıyordu.” 





Korkuyu Beklerken

 


Düzyazı-anlatı, Oğuz Atay’ın, kendini dile getirirken en çok el attığı edebiyat türüdür. Bu türün sınırları içinde ise roman dışında kullandığı diğer bir dal da öyküdür. 1972 eylülünde ikinci romanı “ Tehlikeli Oyunlar ”ı yazarken, “ Yeni Dergi ”de daha sonra “ Beyaz Mantolu Adam ” adını alacak olan ilk öyküsü yayımlanır: “ Mantolu Adam ”. Onu aynı yılın kasım ayında yine aynı dergide yayımlanan “ Unutulan ” isimli öykü izler. Uzun bir öykü olan “ Korkuyu Beklerken ” de aynı dönemin ürünüdür. 30.9.1972 tarihli röportajda bu uzun öyküyle ilgili olarak şöyle diyordur: “ Bugünlerde hikâye yazıyorum. Kısa yazmaktan başka bir meselem yok; çünkü 60 sayfalık bir hikâye yazdım. Bastırmak güç oluyor dergilerde. ” Bu uzun öyküye 1973 yılı “ Sinan Yıllığı ”nda yer bulur Atay.

Atay’ın bu ilk üç öyküsü kendi aralarında bütünlük gösterirler; üçü de Atay’ın yazarlık döneminin ilk evresinin özelliklerini taşırlar; “ Tutunamayanlar ” ve “ Tehlikeli Oyunlar ”a özgü poetikayı öykü düzleminde sürdürürler. Bu öykülerin en önemli ortak özelliklerinin başında, tümünün dokusuna yoğun biçimde sinmiş olan ‘ kafkaesk ’ öge gelir. Birçok dilde gün delik kullanım dağarcığına girmiş olan kafkaesk sözcüğü, ‘ korku/güvensizlik/yabancılaşma/umarsızlık/umutsuzluk/yalnızlık/anlamsızlık/iletişimsizlik/terör/dehşet/suç/ceza/yargı’ gibi anlamların bir bileşkesidir; Kafka’nın kurmaca dünyasındaki imgelerden beslenir. Atay’ın ilk öykülerini, 20. yüzyılın bu en sıradışı anlatı ustasının güçlü etkisi altında oluşturduğu su götürmez. 20. yüzyıl modernizminin açtığı yolda ilerleyen yazarlar arasında Kafka’nın etki alanına girmemiş olanı yok gibidir. Atay da “ Tutunamayanlar ” yayımlandığında kendisiyle yapılan söyleşilerde, sevdiği yazarların başında Kafka ve Dostoyevski’nin adlarını sayıyordur art arda. “Tutunamayanlar ” romanında da, özellikle Selim’i ölüme götüren bunalımlı bölümlere sık fırça darbeleriyle kafkaesk bir koyuluk atmıştır Atay. Kimi yerde Selim’e doğrudan Kafka’nın adını andırır; “ [b]ugün Kafka’yı okumaya çalıştım. Olmadı. Birden göğsümde bir tıkanma hissettim, ” (T.547) diyordur Selim. Onun trajik sonuna, Kafka okumaları ile ilgili bir çağrışım ağı eşlik eder: “ İnsan Kafka’yı okuyamazsa...bitiktir işi. ” (T.549)

**

Atay’ın bu ilk üç öyküsü kendi aralarında bütünlük gösterirler; üçü de Atay’ın yazarlık döneminin ilk evresinin özelliklerini taşırlar; “ Tutunamayanlar ” ve “ Tehlikeli Oyunlar ”a özgü poetikayı öykü düzleminde sürdürürler. Bu öykülerin en önemli ortak özelliklerinin başında, tümünün dokusuna yoğun biçimde sinmiş olan ‘ kafkaesk ’ öge gelir. Birçok dilde gün delik kullanım dağarcığına girmiş olan kafkaesk sözcüğü, ‘ korku/güvensizlik/yabancılaşma/umarsızlık/umutsuzluk/yalnızlık/anlamsızlık/iletişimsizlik/terör/dehşet/suç/ceza/yargı’ gibi anlamların bir bileşkesidir; Kafka’nın kurmaca dünyasındaki imgelerden beslenir. Atay’ın ilk öykülerini, 20. yüzyılın bu en sıradışı anlatı ustasının güçlü etkisi altında oluşturduğu su götürmez. 20. yüzyıl modernizminin açtığı yolda ilerleyen yazarlar arasında Kafka’nın etki alanına girmemiş olanı yok gibidir. Atay da “ Tutunamayanlar ” yayımlandığında kendisiyle yapılan söyleşilerde, sevdiği yazarların başında Kafka ve Dostoyevski’nin adlarını sayıyordur art arda. “Tutunamayanlar ” romanında da, özellikle Selim’i ölüme götüren bunalımlı bölümlere sık fırça darbeleriyle kafkaesk bir koyuluk atmıştır Atay. Kimi yerde Selim’e doğrudan Kafka’nın adını andırır; “ [b]ugün Kafka’yı okumaya çalıştım. Olmadı. Birden göğsümde bir tıkanma hissettim, ” (T.547) diyordur Selim. Onun trajik sonuna, Kafka okumaları ile ilgili bir çağrışım ağı eşlik eder: “ İnsan Kafka’yı okuyamazsa...bitiktir işi. ” (T.549) Bunalım tırmanmaya başladığında ise, küvetin içinde gördüğü “ dev bir hamamböceği ”nden söz ediyordur Selim, Kafka’nın “ Değişim ” öyküsünü anarak (T.555).

Atay’ın ilk üç öyküsündeki kafkaesk tonlama, yalnızlık/yabancılaşma/ iletişimsizlik ekseninde üreyen bir anlam ağıyla kısıtlı değildir. Bu öyküler, kurgu/yapı düzleminde de Kafka izleri taşırlar; Ferit Edgü’nün Kafka/Beckett tonlamalı öyküleriyle birlikte Türk öykücülüğündeki ilk Franz Kafka etkisinin örnekleridir. Bu üç öykünün kurgu/yapı düzlemindeki ortak özelliği; metinlerin, Kafka kurmacasında ilk örneklerine rast ladığımız, modernizmin soyut imge örgüsüyle dokunmuş olmalarıdır. Kafka’nın metinlerinin odağındaki bu yeni metaforik öge imge, geleneksel edebiyatın alegorisine de simgesine de benzemeyen bir oluşumdur. Ne “ Şato ” romanındaki ‘ şato ’yu, ne “ Dava ” romanındaki ‘ mahkeme ’yi ne de “ Değişim ” anlatısındaki ‘ böcek ’i geleneksel tanımlar içinde çözümlemek mümkündür. Çokkatmanlı yeni metinlerin anlam alanını genişleten bir kurgu ögesidir modernist imge; onu tek bir anlama çevirerek dizginlemek olanaksızdır. Her anlamlandırma/yorumlama girişimi onun yalnızca bir bölümüne yönelir, hiçbir zaman tüm varlığını kapsamına almaz: o kendine özgü bir varlıktır, dış dünya gerçeğinden tümüyle bağımsızdır. Yalnızca estetik düzlemde soluk alan bu oluşumlar modernist anlatının da mitleridir.

Atay’ın ilk üç öyküsünün odağında da ‘ kafkaesk alegori ’ ya da ‘ modernist imge ’ diye adlandırabileceğimiz türden estetik oluşumlar bulunur. İlk yayımlanan öyküsü “ Beyaz Mantolu Adam ”da tüm öykü ögeleri, böyle bir imgeyi oluşturmak için seferber edilmiş gibidir. Kloş etekli beyaz ve uzun bir kadın mantosunun içinde dolaşan, hiç konuşmayan, ayrıksı görünümlü grotesk adam ile, karşısında tek bir organizmaymışçasına devinerek onu kullanan farklı bir evrenin insanları, Atay’ın metninde oluşturmaya çalıştığı bu odak imgenin iki ana yapıtaşıdır. Ancak, Atay’ın yarattığı bu grotesk imge, Kafka’nın kimi metinlerinde gördüğümüz, anlamdan iyice soyutlanarak bağımsızlaşan imgesinden farklıdır; anlamlandırılmaya daha yatkın olan alegoriye göz kırpar. “Beyaz Mantolu Adam ” öyküsü ve onun grotesk ana figürü, daha çok ‘ birey-insanın topluma yabancılaşma ’sını alegorize eder: Bu öykünün, çoğul anlamlara çağrı çıkaran bir yapısı yoktur; imlediği başlıca anlam budur. Atay, iki romanının da ana motiflerinden biri olan ‘ yabancılaşma ’yı, bu öyküsünde tek başına imge düzlemine taşır.

Oğuz Atay ve Türk Aydını

 


Oyunu kaleme aldığı günlerde üzerinde çalıştığı makale de doğrudan bu konuyla ilgilidir: “ Yeni yılda yeni makale – ya da ilk makalem (...) Türk aydını ülkesine yabancılaşmıştır. (...) İnsanımız bütün boyutlarıyla kendisine sahip çıkacak aydınları bekliyor. (...) Kötü yöneticiler, aydınlar halkla ilişki kurmasını becerebildiği halde, biz halkı sevmediğimiz için kendimizi ülkemizde istenmeyen bir misafir gibi hissediyoruz. Bu yüzden onu tanımak, onun derinliğini, ruhunu hissetmek istemiyoruz. (...) Bazımız Batıdan korkuyoruz, bazımız Doğudan ve en çok da halktan korkuyoruz. ” (G.134) “ Oyunlarla Yaşayanlar ” tümüyle bu düşüncelerin ışığında yazılmıştır. Gerçi oyundaki yoğun ironi kullanımının ve oyun-içinde-oyun tekniğinin etkisiyle, metnin eksenini oluşturan bu düşünceler, bir yabancılaştırma sisinin ardından okura ulaşıyor, çoğu yerde de ‘oyun mu yoksa gerçek mi’ ya da ‘ alay mı yoksa ciddi mi’ olduğu kuşkularını beraberinde getiriyordur.

Atay’ın bu yeni aydını, halktan uzaklaşmasının suçunu kendinde bulmaktadır: “ Halkın anlamadığı bir dille konuşuyorsun, kendine yeni kelimeler buldun. Okuma-yazmayı bilmeyenler ülkesini yazılarla doldurdun. Şimdi hayat sellerinin ortasında kendi ıssızlığının çölünde yaşıyorsun. Kendi kendine oynadığın oyunlarla avunmaya çalışıyorsun. ” (OY.85) Atay’ın aydına yönelttiği en büyük suçlamalardan biri de, onun Batı değerlerini sorgulamaksızın tek doğru olarak benimsemesidir. 1975 yılında Kemal Tahir’in ölüm yıldönümünde yaptığı konuşma tümüyle bu konuya odaklanmıştır: “ Birçok Doğulu aydın gibi Türk aydını da kendini anlayabilmek için Batıdan yola çıkmıştır, kendini ve toplumunu Batıdaki örneklere benzetmeye çalışarak açıklama çabasına girişmiştir, ” diyordur, “ Kemal Tahir ve Doğu-Batı Sorunu ” başlığıyla yayımlanan bu konuşmasında: “ Batıya özenen Türk aydınının kalıpları aldığı gibi uygulama kolaylığına kaçması onu bir çeşit ruh ve düşünce tembelliğine sürüklemiştir. Doğuya getirmeyi özlediği dinamizmi bu yüzden gerçekleştirememiş ve bir türlü Batının gerçek değerini sezememiş, sonunda bitmek tükenmek bilmeyen anlamsız tartışmaların içinde yaratıcı yeteneklerini yitirip gitmiştir. ” Kurmaca düzlemde ise bu düşünceleri Yunan tragedyası atmosferi içinde, oyunun aydın kişisi Coşkun Ermiş’in ağzından şöyle dile getiriyordur Atay: “ Ey talih! Neden ecnebi malumatın kölesi yaptın beni? Neden halkımdan uzaklaştırdın? Lanet olsun sana kör talih! ” (OY.83)

Aynı tarihlerde yazdığı makalelerin ve günlük notlarındaki düşüncelerin kimilerinin kurmaca düzlemdeki karşılığını “ Oyunlarla Yaşayanlar ”ın satırları arasında bulmak mümkündür: Günlüğünde, “ [h]alkın içinden gelen aydınlar bile hemen burjuvalaşıyor (...) halkının şivesini taklit ederek halkını burjuvaya turistik bir eşya gibi satmaya kalkıyor, ” diyen Atay, oyununun kurmaca düzleminde, “ [o]nun ağzından konuşarak, halkın yazdıklarını taklit ederek facialar yazmadım mı? ” (OY.83) dedirtiyordur oyun kişisine. “Böylece şehirli aydın gibi, köyden gelen aydın da köklerinden kopuyor, bir salon serserisi, bir meyhane gezgini oluyor, ” dediği günlük notunun kurmaca yankısında ise Coşkun ve tiyatrocu arkadaşlarına meyhanede sosyal içerikli konuşmalar yaptırır, “ [h]alkım için meyhanelerde bunca gözyaşını kim döktü? ” (OY.83) dedirtir Atay.

Aydının halkla ilişkisindeki yapay/içtenliksiz tutumun uç noktasında ise oyun metninin içine serpiştirilmiş nutuk parodileri bulunur. Bunlar, kullanıla kullanıla aşınmış, başlangıçta taşıdıkları içerikten soyutlanmış, zamanla hamasi tören nutuklarının malzemesine dönüşüp kitschleşmiş kimi marş dizeleri, söylev kesitleridir. Kimi yerde “ Dağ başını duman almış ” marşının bir dizesini anımsatan “ güneş daha doğmadan” (OY.14) çarpar kulağımıza; kimi yerde “ Törenlerde konuşan içimdeki yabancı, ” diye başlayan ve “ Hangi deli kendisine zincir vurur şaşarım, ” (OY.49) diye biten “ İstiklâl Marşı ” esintili bir şiir duyarız. Aşağıdaki nutuk parodisi, içerdiği güçlü ironi ve aydın eleştirisiyle Atay’ın oyun metnindeki doruklardan biridir: “ Ey zavallı milletim dinle! (Durur.) Şu anda hepimiz burada seni kurtarmak için toplanmış bulunuyoruz. Çünkü ey milletim, senin hakkında az gelişmiştir, geri kalmıştır gibi söylentiler dolaşıyor. Ey sevgili milletim! Neden böyle yapıyorsun? Neden az gelişiyorsun? Niçin bizden geri kalıyorsun? Bizler bu kadar çok gelişirken geri kaldığın için hiç utanmıyor musun? Hiç düşünmüyor musun ki, sen neden geri kalıyorsun diye durmadan düşünmek yüzünden, biz de istediğimiz kadar ilerleyemiyoruz. Bu milletin hali ne olacak diye hayatı kendimize zehir ediyoruz. ” (OY.50)

**

Türkiyeli aydının kendini sürekli bir ‘Mesih’ gibi sanmasıyla için için eğlenir yazar. ‘VE ONU KURTARMAK İÇİN SİZ GÖNDERİLDİNİZ.’ Herkesin kurtarıcı kesildiği bir ortamda, gerçek kurtarıcı gücü küçümsemesinin sıkıntısı değil midir ikiyüz yıldır çektiğimiz büyük sıkıntı, ”8 diyordur Murathan Mungan. Metinde Osmanlı paşasının cahil nefere yaklaşımı; halkı küçümseyen, onunla iletişiminde anlaşılmaz bir dil kullanan, Tanzimat’tan bu yana adım adım halktan uzaklaşmış Türk aydınının, Atay’ın kara mizahı ile bütünleşmiş bir yansımasıdır: “ Ey nefer-i bîhaber! Muharebe-yi âzamın bu şedit lâhzasında bu denlû gaflet ve dalâlet ve hatta hiyanet içinde ne halt ediyorsun? (...) Düşman topçusunu gozluyom paşam. (...) Bu cahil nefer paşanın sözlerini nasıl anladı? (...) Fakire yalnız son iki kelimesi yetti. Okumuş yazmış takımı genellikle halkın anlayacağı birkaç söz ederler nutuklarının sonunda (...) Halkla aramızda ‘diyalog’ kurulsun diye. ” (OY.56)

“Oyunlarla Yaşayanlar ”ı kaleme aldığı günlerde günlüğüne şöyle yazıyordur Atay: “ [H]alka örnek olabilmek için aydının kendisiyle hesaplaşma vakti gelmiştir. ” (G.142) Oyun metninde de, halkına yabancılaşmış aydının kendisiyle hesaplaşmasını, yaptıklarından pişmanlık duyup ‘ doğru yola girişini ’ kurmaca düzleme taşır Atay: “ [M]illetime hesap vermek istiyorum, kendimle hesaplaşmak istiyorum. Yazmaya çalıştığım yarım yamalak oyunlarda değil, gerçekten hesaplaşmak istiyorum kendimle, ” (OY.51) diyordur Atay’ın oyun kişisi: “ Aşktan da üstün şeyler var artık benim için. Milletim için çalışacağım artık. (...) Ona gerçek oyunlar yazacağım artık. ” (OY.70) “ [Eskiden] şu zavallı milletime yabancı gelen oyunlarla uğraşıyordum, ” (OY.55) demektedir; bundan böyle halka dönük, yerli oyunlarla uğraşacaktır. Atay’ın oyun kişisi, gençlik yıllarının toplumsal hizmet görevlisi Oğuz Atay’ını anımsatan bir dille konuşmaktadır. Yeşermekte olan bu yeni bilinci, yaşamındaki en büyük kazanım olarak gördüğünü söyletiyordur metninin ana kişisi Coşkun’a ölümünden önce: “ [B]azı şeylerin, mesela zavallı milletimin farkına varmaya başlıyordum. ” (OY.103)

Atay’ın aynı dönemde kaleme alınmış olan günlük sayfaları, onun, metin kişisi Coşkun’la duygu ve düşünce birliği içinde olduğunu gösterir: “ Türk milleti – ya da halkı evrenseldir. Osmanlı İmparatorluğunun anlamı bundadır. (...) Biz geri kalmış bir ülke değiliz, fakir düşmüş bir soyluya benzetilebiliriz ancak. ” (G.132) Oyun kişisi Coşkun da “ [b]en gerçek dediğiniz şeyi buldum (...) Bizim gerçeğimizi,” diyordur: “ Biz büyük bir milletiz. ” (OY.47) Aynı zamanda da “ her şeye çocuk gibi sevinir, çocuk gibi üzülürüz (...) Demek istiyorum ki dünyada bizden başka hiçbir millet (...) bu heyecanı anlayamaz. ” (OY.48) Günlük notları, Coşkun’un oyun metninde yeni ayırdına vardığı bu düşüncenin açımlamaları ile doludur: “ Amerikalı, Avrupalı kendi dışındaki kültürleri sadece inceler; bizim samimiyetimiz ve sıcaklığımızla benimsemez. (...) Batılı değerlendirir, biz severiz. ” (G.132) Bu metninde kullanacağı temalarla ilgili olarak günlüğüne aldığı notlar arasında bulunan “ çocuklar ülkesi ” (G.126) tanımı, Atay’ın bu konuya oyununda iyi bir yer vermeyi düşündüğünü gösterir. Ana kişisinin karşıtlıklar üzerine kurulu ‘ Coşkun Ermiş’ ismini oluştururken de, Türk insanının, bir yandan “ soylu ” bir geçmişten gelen, gerçeğin farkında olan (“ Ben oldum artık. ”) (OY.47) öte yandan “ çocuk kalmış ”/saf ‘ coşku ’lar yaşayan bu karma yapısını göz önünde bulundurduğu düşünülebilir. Atay’ın bu yeni kurmaca kişisinin ulusal düzlemdeki özgüveni, “ Tutunamayanlar ” ve “ Tehlikeli Oyunlar ”ın roman kişilerine oranla çok daha güçlüdür. Metinde sürekli yanıp sönen ironi ışıltılarının arasında, ara sıra hamasetle sarmallanmış şoven bir renk göze çarpıyor olsa da, ironi bu rengin fazla gözalmasını engeller.



 

Wednesday, November 10, 2021

'Bana öyle geliyor ki biz çocuk kalmış bir milletiz'


“İnsanlarımızın, daha doğrusu benim ilgilendiklerimin dünyaya nasıl baktıklarını (...) bu arada anlatmak istiyorum. Batı dünyasından bütünüyle farklı bir görüşü anlatmayı bilmem nasıl becermeli? (...) İçinde, düşünenin fark etmediği bir ‘humor’ olan, saf diyebileceğim bir görüş. Bana öyle geliyor ki biz çocuk kalmış bir milletiz ve daha olayları ve dünyayı, mucizelere bağlı bir şekilde yorumluyoruz en ciddi bir biçimde. ” (G.26) 1970 kasımında romanının kurgusuyla ilgili fikir üretirken günlüğüne bu sözleri yazan Oğuz Atay, gerçeği “ ‘irrational’ ve ‘çocuksu’ yorumla[yan] ” (G.30) ülkesinin insanını anlatabilmek için en uygun kurgu modelini, oyun ögesini çok boyutlu kullanarak oluşturur. “Modern Türk edebiyatında kültürümüzdeki ‘oyunsu’ niteliği fark eden ilk yazar, çoğu ilk ve teklerin haklı sahibi Tanpınar’dır. (...) ‘Oyun’u fark etmek için hayata düzayak değil kapsayıcı bir kuşbakışından bakmak gerekiyordur kuşkusuz. Bu yüzden de, Tanpınar’dan sonra (Aziz Nesin’in iyi hikâyedeki çizgisel, ama sırf yinelenmeleriyle korkunç gündelik oyunları, Bilge Karasu’nun formel oyunlarını saymazsak) hayatımızdaki oyun unsuruna yeni bir gözle bakabilecek kadar perspektif, sezgi ve mizah sahibi bir yazara kavuşmak için Oğuz Atay’ı beklememiz gerekti,” diyordur Fatih Özgüven.

Oğuz Atay’ın biyografik yaşamına, oyun olgusuna odakladığımız perspektiften baktığımızda, okul yıllarından olgun yaşlarına değin, yakın çevresinde olayları oyunlaştıran, giderek oyunun irrasyonel düzleminde kendini ifade etmekten hoşlanan biriyle karşılaşıyoruz. Atay’ın yaşamı oyunlaştırma eğili mi, çocuk dergilerindeki tekerlemeler eşliğinde oluşturduğu oyunsu ortamdan, Teknik Üniversite’deki arkadaş grubunun ortaoyununu andıran şakalaşmalarına, oradan da yakın çevresinde doğaçlama kurguladığı ‘tek kişilik oyun’lara değin uzanır. “Duyguları söz konusu olduğunda içine kapanıktı. Kendini ifade etmek için oyunlar kuruyordu. Meselâ, birinden bir kolye alır, takar, sonra sahnedeymiş gibi anlatmaya başlardı. Dışardan bakıldığında, insana hoş ve eğlenceli gibi gelirdi. Ama o hoşluğun içinde nevrotik bir gerilim de vardı,” diye anlatır Barlas Özarıkça. Oğuz Atay, gerçeklik ve mantık kategorilerinin, oyunun irrasyonel ortamında yumuşayarak köşelerini yitirmesiyle birlikte gelen anlatım özgürlüğünü, hem biyografik hem de kurmaca dünyalarında kullanır.

“Tehlikeli Oyunlar” romanının kurgusunu belirleyen ana düşünce, karşıt gerçeklik düzlemleri arasındaki geçişimlilik ve bunun yarattığı belirsizlik efektidir. Atay bu efekti; metaforik/imgesel bir doku oluşturarak, kaygan/geçişimli/esnek/oynak/ labil bir taban üzerinde farklı disiplinlere bağlı gerçeklik katmanlarını yüzdürerek, onlara sınırlarını yitirterek, onları birbirlerinin içinde eriterek elde eder. Geleneksel estetiğin bütünsel yapısını dinamitleyen bu kaygan dokuyu oluşturmak için çeşitli yöntemler kullanır Atay. Önce, “ Tutunamayanlar ”da yaptığı gibi, üç farklı ontolojiyi üç farklı anlatı düzleminde yaşama geçirdiği bir yapı kurar: 1) Romanın reel gerçeklik düzlemi: Hikmet’in biyografik yaşamı. Aynı zamanda onun Albay’la birlikte kurmaca metinler yazdığı düzlem. 2) Kurmaca düzlemi: Hikmet’in ve diğer roman kişilerinin kurguladığı metin içi ada öyküler/oyunlar/düşler: Dilsel yaşam düzlemi. 3) Hikmet’in iç dünyası : Anılar, iç konuşmalar.

Bu üç düzlemden, reel adını verdiğimiz ilkinin gerçekliğini ise yazar daha metnin başında kuşkulu kılar. Romanın ana kişisi Hikmet gecekonduya gelmeden önce uyur (TO.35). Romanın sonunda ise, Hikmet’in ölümü uyku simgeseli ile belirsizleştirilir; belki de Hikmet “ rahatça uzanmış uyuyordu[r]” (TO.465). Romanını uyku parantezine alır Atay. Bu uyuma edimi, birinci düzlemin de düşsel/kurmaca bir özellik taşıdığı nı vurgulamak amacıyla metin boyunca sıkça yinelenir; neyin gerçek neyinse düş ya da oyun olduğu metin genelinde belirsiz bir duruma getirilir. Kendisi de romanında gerçekleştirmek istediği bu kurgusal yapıyı günlüğünde açıklıyordur: “ Artık -okuyan için de- oyun ve gerçek karışmıştır.” (G.68) Hikmet’in gecekondu yaşamına geçişini anlatan tümceler esrik bir tonlama taşır, belki bir düştür, belki de “ mavi boyalar[ın] kapının üzerinden ince şeritler halinde ak[makta] ” (TO.23) olduğu bu gecekondu, henüz kurumamış bir yağlıboya tablodur, gerçekte yoktur: Bu boyalar “ [h]angi şehirde akıyordu? Taşrada akıyordu. Kim? Göğsüme doğru yükselen boşluk. Hangi şehirde? Kollarıma, bacaklarıma... sözlerimi gayrı ciddiye...ellerimi bu korkunç boşluğa...sus...uyanınca düzelecek.” (TO.23) Uyku ile uyanıklık arasındaki bu sancılı ruh durumu, kurgusal düzlemde gecekonduya geçişi anlatır, somut düzlemden iç dünyanın soyut bölgelerine doğru bir geçiştir bu.



**

Romandaki dil kullanımı da, metindeki bu çoğulcu kurgunun bilinçli bir uzantısı görünümündedir. Burada da “ Tutunamayanlar ”da olduğu gibi ‘yaşayan’ dili kullanır Atay. Tüm metni saran Osmanlıca parodileri ise, dönemin Öztürkçeci aydın dilinin dışında olan bir dil anlayışının metindeki yansımalarıdır. Sıradışı bir dil kullanımıdır bu; ele avuca sığmayan, daldan dala atlayan, son derece devingen, coşku/tutku dolu -ve her şeyden önce de- oyunbaz bir dildir; soluk alıp veren canlı bir organizma gibidir; yazarının iç dünyasındaki dirimselliğin tüm elektriğini içinde taşır. Kısaltmalı resmi yazışma dilinden arkaik çeviri diline, ansiklopedi dilinden gazete ilanlarında kullanılan dile değin çeşitli parodilerle örülmüş olan roman dilindeki en çarpıcı kullanımlar “ Tutunamayanlar ”da olduğu gibi, Atay’ın Osmanlıca ile parodi düzleminde oynadığı bölümlerde ortaya çıkar. Romana başlamadan, “ [e]ski Türk edebiyatı ile ilgili ” (G.24) okuması gerektiğini yazıyordur günlüğüne. Roman, gerçekleştiğini düşündüğümüz bu okumaların izlerini taşıyan dil kullanımları ile dolup taşar. Romanın estetik düzlemdeki en büyük zenginliklerinden biridir eski dil/edebiyat parodileri.

Okurun da katılabileceği bir yaratıcılık

 


 20. yüzyılın deneysel metinleri, karmaşık/çokkatmanlı dokularıyla yoruma ‘ açık metin ’lerdir. Anlamın göreceleştiği bu çağın okuru, anlamı kendi üretmekle, metni yeniden kurmakla yükümlüdür. Yeni edebiyatın odağında okur vardır. Atay, okurun edebiyattaki bu yeni konumunun bilincindedir. 1971 yılı başlarında, “ Tehlikeli Oyunlar ” romanını yazmakta olduğu günlerde, okurun da “ katılabileceği bir yaratıcılık[tan] ” söz ediyordur. Romanında da üstkurmaca düzlemin satır aralarından açık ya da örtük mesajlar gönderir okuruna. Kimi yerde, roman kişisi Hikmet aracılığıyla metnin nasıl okunması gerektiğini doğrudan anlatır okuruna; ona, “ herkesin kendisine uygun bir sonuç çıkarmakta serbest olduğunu, ” (TO.308) söyler. “Tehlikeli Oyunlar” ın son tümceleri ise, yeni edebiyattaki rolünü hâlâ kavrayamayan ve romanın imgelerini çözümlemek yerine, yüzeysel düzlemdeki konu kesitleriyle sonuca varmaya çalışan geleneksel okura satır arasından taşlamacı göndermelerle doludur. Romanın son paragrafı, “ Tehlikeli Oyunlar ” romanını okumuş olan geleneksel okurun parodisi dir: “ ‘Bana kalırsa biraz karışıktı,’ dedi genç adam. ‘Bazı yerlerini anlamadım.’ ‘Canım,’ dedi kız, ‘Sonunda çocuk ölüyor işte.’ ‘Aptal,’ dedi delikanlı ‘o kadarını biz de anladık.’” (TO.473-474)

Tehlikeli Oyunlar'ın Oyunları


Toplumsal yaşam Oğuz Atay’a göre -Berne’ün terminolojisiyle konuşursak- bir ‘ bad game ’ yani ‘kötü oyun ’dur. Toplum içindeki yaşamda “ [g]erçek, başkalarının bize uygulamaya çalıştığı tatsız bir ölçüdür ” (TO.110). “Ülkemiz büyük bir oyun yeridir. Her sabah uyanınca, biraz isteksiz de olsak, hepimiz sahnenin bir yerinde, bizi çevreleyen büyük ve uzak dünyanın sevimli bir benzerini kurmak için toplanırız. Küçük topluluklar olarak, birbirimizden bağımsız davranarak ve birbirimizi seyrederek günlük oyunlarımıza başlarız.” (TO.351) Roman kişisi Hikmet ise bu oyuna katılmak istememektedir, ‘oyuna gelmemek ’ için gecekonduya taşındığını söyler. Oyun, romandaki en geniş anlam oylumuna sahip imgedir. Oyun sözcüğü metinde, olumludan olumsuza geniş bir yelpaze içinde, somut ve soyut birçok kullanımıyla birlikte yer alır: hepsini oyun diye adlandırır Atay; aralarındaki karşıtlıkları/nüansları vurgulamaz; neyin hangi tür bir oyun olduğunu çözmeyi ise okuruna bırakır. “Tehlikeli Oyunlar ”ın; anlamın kesin sınırlar içinde sunulmadığı modernist, yoruma ‘açık yapıt’ larla kesiştiği noktaların en önemlilerinden biridir bu.

Başlığı ‘ oyun ’ olan bir tablo oluşturuyormuşçasına, tualin her karesini uygun renklerle beziyordur Atay. Kimi yerde roman kişisine kimlik geliştirme oyunları oynatıyordur; “ [b]izden de iyi bir oyun çıksın. Mış gibi yapmaktan usandım, ” (TO.411) diyordur Hikmet. Olumlu bir oyundur bu; roman kişisini, gecekonduda kurmak istediği gerçek ‘Ben ’ine ulaştıracaktır. Metnin kimi yerinde de varoluşsal hesaplaşmasını yaparken “ meselenin ciddiyetine dayanama[mış], oyunlarla durumu örtbas etmek iste[miştir]” (TO.334); bu oyun, Berne’ün ‘ kötü oyun’ dediği olumsuz türdendir, kaçışı amaçlar. Belki, yine romanda yer alan ve doruk noktasını da evlilik konulu olanın oluşturduğu ‘ kötü ’ damgalı burjuva yaşam oyunlarından daha masumdur, ama aldatmaya yönelik olduğu için ‘ kötü oyun ’dur. Romanın içinde oyun çeşitlemeleri aramak için bir gezintiye çıktığımızda; mistik içerikli kutsal üçleme oyunu, yazma oyunu, tiyatro oyunu, romanın ana düşüncesinin sahnelendiği ‘ büyük oyun ’... diye uzayıp giden bir liste oluşturabiliriz. Tablosunu; at yarışı oyunu, bilye oyunu, iskambil oyunu, çocuk oyunu, futbol oyunu, sözcük oyunu... gibi farklı alanlardan oyun türleriyle donatır Atay; ‘ oyun ’ sözcüğü içeren deyişler, deyimlerle renklendirir onu; ‘ oyuna gelmek ’ deyimini sıkça kullanır, Hikmet kızdığında, “ burada oyun oynanmıyor ” (TO.467) dedirtir ona.

**
Matematiksel/entelektüel aklın, bütünsel aklın yalnızca bir bölümü olduğunun Atay farkındadır. Bunun için de, bilinçaltının dehlizlerine inerek Descartes’ın yüzeysel bilincini aşmasına karşın determinist/materyalist bir eğilimle her sorunu libido aracılığıyla çözmeye çalışan Freud’dan çok, kendini, aşkın bir düzlemde yoluna devam eden Jung’a yakın hissettiğini söyler. Pirsig’in, karşıt görünümlü iki disiplini bir araya getiren sıradışı kitabı “ Zen ve Motosiklet Bakım Sanatı ”nı bir süre başucu kitabı yapmış olmasının nedeni de; onun, tek yönlü değil, bütünsel bir akıl arayışı içinde olmasından kaynaklanır. Bu çok sevdiği kitapla ilgili olarak şöyle diyordur günlüğünde: “ [B]atılı motosikleti ile -teknolojisi ile- Zen’i -yüce değerleri- bağdaştırmak istiyor. Pirsig istiyor ki, Plato ve Buda uzlaşsın. ‘Rationality’ ile duyarlığı bağdaştırmak istiyor (...) Teknoloji ile sevgi birleşsin is tiyor. ” (G.232) Sedat Düzkan, Atay’la duygusal akıl ve sezgi konusunda konuştuklarını anımsıyordur: Yalnızca sanatta değil, bilimde de sezginin önemli olduğunu, çok değer verdiği bilim insanı Cahit Arf’ten yola çıkarak şöyle anlatıyordur Atay: “ Cahit Arf’in bilim adamı olarak bir üstünlüğü de şuradan kaynaklanır. Diyelim ki bir problemde altı tane çözüm yolu görülmektedir. Bunlardan bir tanesi doğru yoldur. Sıradan bir bilim adamı ilk yolu dener önce, sonra ikinciye geçer. Cahit Arf ise sezgi boyutunu devreye sokar. Diyelim ki beşinci alternatiften başlar. ”