Wednesday, July 30, 2014

İslam ve Cihad

Aslında cihad ve benzeri İslamî nitelikli kavramlar üzerinde doğru ve sağlıklı bir düşünceye sahip olmak için üç hususun göz önünde tutulması gerekmektedir. Bir; Müslüman birey, toplum
ve devletin düşünce ve hareketlerinin meşruiyet çerçevesini oluşturan temel nasslar. Yani Kur’an ve sünnet. İki; 15 asırlık İslam tarihi sürecinde bu nassların Müslümanlar tarafından hayata
yansıtılış biçimleri. Bir başka ifade ile gelenek ve kültürel yapılar. Üç; Müslümanları dışarıdan gözlemleyen insanların bilgi ve gözlem düzeylerine göre sahip olduğu ve yaydığı kanaatler.

Cihad özelinde bunların ilkini yukarıda ele aldık ve cihadın sadece savaş demek olmadığını gösterdik.

İkinciye gelince; geçtiğimiz yüz yılın en belirgin özelliği sömürgecilik faaliyetleridir. Batılı devletlerin hâkim güç olarak başrolü oynadyıklaryı bu faaliyetlerde maalesef İslam dünyasyı da nasibini almıştır. Maddî ve manevî hemen her türlü değerin güçlüler tarafından sömürüldüğü bu süreçte bazyı Müslümanlar buna dur demek için silahlı ve silahsız faaliyetler adına örgütlenmişlerdir.

Cihad kavramı bu örgütler ve bu örgütlerin teorisyenler sayılan din adamları tarafından dinamik bir güç olarak kullanılmıştır. Böylece cihad diğer anlamlarından sarfı nazarla sadece savaş boyutu ile öne çıkmıştır. Artık cihad hem korunması gereken beş temel esasın Batılı güçlere karşı korunmasında, hem de moral değerler bağlamında teşvik edici, harekete geçirici bir faktörün adı olmuştur. Bunun ötesinde Hz. Peygamber, Hulefa-i Raşidin ve takip eden dönemlerde müşrik, Hıristiyan ve Yahudilerle gerçekleşen savaşlaryın dini savaşlar gibi algyılanmasyı, yorumlanmasyı ve adlandırılması söz konusudur. Bu yaklaşım ve sömürge faaliyetlerine karşı takınılan tavırlar İslamî gelenek içinde cihadın anlam kaymasına ya da sadece savaş boyutunun öncelikli olarak ele alınmasına yol açan ayrı bir unsur olmuştur.

Üçüncü husus ise; Müslümanları dışarıdan gözlemleyen insanların eksik bilgi ve gözlem seviyelerine göre yaydığı kanaatlerdir. Genelde Batılıların başı çektiği bu grup ister ilmî faaliyetler isterse beşerî ilişkilerdeki eksik bilgi, menfaat düşüncesi, gözlem eksikliği, hasmane yaklaşımları ve bütün bunlara bağlı olarak yaptıkları yorumlar sonucu "cihadı uygarlığı tehdit eden dinî yayılma, herhangi bir siyasî amacı gerçekleştirmek üzere başvurulan terör veya kör bir fanatizm, dinî taassubun körüklediği bir fanatizm olarak görmüşlerdir."

İslam'da Savaş İlanı

Savaş ilanı meselesi ayrıca üzerinde durulmas gereken, İslam'ın öne çıkarttığı hususlardan birisidir. Hem mevcut anlaşma ve sözleşmeyi bozduklarını ilan hem de savaş ilanı, İslam hukukunda olduğu şekliyle hiç bir hukuk sisteminde önemsenmemiştir.

İslam, Uluslararası Lahey Adalet Divanının ancak 1907'de onayladığı savaş kararının ilanı, baskın ve gizli operasyonların yasak olması gibi şeyleri asırlar önce kayd altına almıştır. Kaldı ki günümüzde modern dünyanın Lahey kararlarını nasıl uyguladıkları herkesin malumudur.

İslam Hukukçularının ortaya koyduğu sıcak savaş esnasında kuralların hatırlatılması konuya bir bütün halinde bakılmasına sebep olacaktır. Buna göre;

1- Devletin ilan ettiği savaş halinin bulunması şarttır. Eman istemeleri durumunda savaşa son vermek mecburidir. (Tevbe,9/6)

2- Düşman muharip vasfını haiz olmalıdır. Aksi takdirde düşman dahi olsa masumdur. Bu sebeple din adamlarına, sivil halka, çocuklara, cephe gerisi hizmet veren kadınlara dokunulamaz. Nitekim savaş meydanında öldürülen kadını gördüğünde Hz. Peygamberin "Ama bu savaşmıyordu" seklindeki tepkisi bunu isbatlamaktadir.

3- Düşmanın fiilî bir şer veya zararının bulunmasıdır. Buna göre, muharib vasfını haiz olduğu halde fiilî bir zararı söz konusu olmayanlar savaş meydanında bile öldürülemez. Sadece esir alınabilir ve esirlik müddetince insanî muamele yapılır. Hz. Peygamberin (s.a.s.) savaş meydanında kendisini öldürmeye azm etmiş düşmanlarına bile beddua etmemesi bu konuda oldukça önemli bir örnektir.

4- Cahiliye döneminde yaygın olsa ve düşmanlar tarafında Müslüman şehitlere uygulansa bile savaş meydanlarında öldürülen insanların cesetlerinin parçalanması, kulaklarının ve burunlarının kesilmesi, gözlerinin çıkarılması (müsle) yasaktır.

İnsan Bozulursa


Sunday, July 27, 2014

Ehli Kitap'ın Kestiği Et

Kur'an'ın vermiş olduğu ruhsattan hareketle Efendimiz (s.a.s.) ehl-i kitabın yiyeceklerini yemiştir. Söz gelimi Hayber Yahudilerinin ikram ettikleri zehirli koyunun budundan bir lokma almış, sonra zehirli olduğunu anlayınca onu tükürmüştür. Hz. Peygamberin (s.a.s.) burada hayvanın kesimi ile alakalı bir soru sormaması, ikramı geri çevirmemesi bizler için önemli mesajlardır.

İslam vs. Hristiyanlık

"Muzaffer Müslümanlar tarafından Hıristiyan Araplara hicretin birinci asrından bahsolunan ve gelecek nesillerde devam eden mezkur mücahedelerden çıkaracağımız şudur ki: Hıristiyan kabileler kendi ihtiyarları ve kendi arzuları ile İslama gelmişlerdir. Zamanımıza kadar Müslüman ahali arasında yaşayan Hıristiyan Arapların varlığı, İslam'ın bu konudaki toleransının mücessem bir delilini teşkil eder. Aslında şayet İslam hâkimiyetine ilk girmeleri ile onlara herhangi bir baskı uygulanmış olsaydı Hıristiyan
kabileler Abbasî dönemine kadar zaten gelemezlerdi."

Dinlerarası Diyalog


Dinlerarası diyalog, dinlerin üstünlüğünün söz konusu edildiği ve karşılıklı atşmaların,
sataşmaların yaşandığı bir münazara olmadığı gibi, "beni dinleme mecburiyetindesin" çizgisinde bir monolog, "biz Hz. İsa ve Hz. Musa'yı kabulleniyoruz, siz de Hz. Muhammed'i (s.a.s.) kabulleneceksiniz" anlamında bir dayatma platformu da değildir.

***



***
Biz hoşgörü, diyalog, herkese saygı, herkesi kendi konumunda kabullenme derken, Efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem)'in Medine Vesikası'nı seslendiriyor, Veda Hutbesi'nde beyan buyurdu›u hakikatleri haykırıyoruz. Böylece vazifemizi ve vecibemizi yapıyoruz. Kaynaklarımız bunun böyle olmasını söylüyorsa, bunu bir vazife ve vecibe olarak müntesiplerinin omuzlarına yüklüyorsa bu süreci biz kendimize mal edemeyiz. Hiç kimse de edemez. O sizin şefkatinizin, merhametinizin ürünü değildir. Aksine İslam'ın şefkati, merhametidir. Bizden öncekiler bu noktada kusur yapmış, dâhilî veya hâricî sebeplerle, haklı ya da haksız nedenlerle farklı bir yolda yürümüş olabilirler. Bunlar bizi alakadar etmiyor, biz yapabilirsek, yapabiliyorsak vazifemizi yapıyoruz.

***
Hocaefendi'de insan telakkisi ve buna bağlı olarak insana sevgi ve muhabbet anlayışı başkaları ile diyalogda merkezî bir role sahiptir. Onun insan telakkisi tek kelime ile İslam'ın insan telakkisidir. Yunus Emre'nin enfes ifadesiyle "Yaratandan ötürü yaratılanı sevme" diye özetleyebileceğimiz bu anlayış, yaklaşım ve kabul Hocaefendi'nin insanlarla ferdî ve içtimaî iliflkisinin temelini oluşturmuştur. İki noktaya dikkat çekiyor Hocaefendi; bir; "Sevgi varlığın sebebi, özü ve varlıkları birbirine başlayan en güçlü bağdır." İki; insan Allah'ın sanatdır. Öyleyse "Allah'ın sanatı olan insanlara sevgiyle yaklaşmama, Allah'ı da, Allah'ı sevenleri de, Allah'ın sevdiklerini de rencide eder." Allah'ı rencide eder; çünkü bu O'nun sanatına karşı alakasızlıktır. Allah'ı sevenleri ve O'nun sevdiklerini rencide eder; çünkü Allah'a karşı olan alakasızlık bunlara karşı alakasızlıktır. Öyleyse insana farklı bir bakış açısı Müslümanın kendi temel çizgisinden kayması demektir.

***

'Sen insanı sev ve insanlığa hayran ol! Aç herkese, açabildiğin kadar sineni; ummanlar gibi olsun! İnançla geril ve insana sevgi duy; kalmasın alaka duymadığın ve el uzatmadığın mahzun bir gönül!..'










Misâlîler Meclisi'nin Soruları

Misâlîler meclisinde o meclisin reisi tekrar sordu ve “Musibet her zaman hıyanetin neticesidir ve mükâfatın da sebebidir. Ey şu asrın adamı, kader bir sille vurdu, kazaya da çarptırdı. Hangi fiilinizle kazaya, hem kadere böyle bir fetva verdirdiniz ki, ilâhî kaza, musibetle hükmedip sizleri hırpaladı? Çünkü umumî musibetlere daima ekseriyetin hatası sebep olur?” dedi. Dedim:

İnsanların fikri dalâleti, Nemrutça inadı, Firavunca gururu, yerde şişti şişti, göklere yetişti. Hem de yaratılışın hassas sırrına dokundu. Bunun üzerine, şu Birinci Dünya Savaşı’nın göklerden indirdiği tufan ve tâûna benzeyen zelzelesi, gavura yapıştırdı semâvî bir silleyi. Demek ki, şu musibet, bütün insanlığın musibetiydi. Bütün insanlığa şâmil olan bu musibetin müşterek sebebi, maddecilikten gelen ve hayvanî hürriyet ve hevânın istibdadından doğan dalâlet fikri idi.

Misâlîler Meclisi’nin, Birinci Dünya Savaşı ile başımıza gelen musibetve felâketin hikmetini sorup kader sırrını araştırmasına karşılıkverilen cevap çok enteresan... Allah nimet verdikçe insanlığa düşenvazife, bunlara karşı şükür ve hamd ile karşılık vermek iken, maalesefinsanlar, bilhassa Cenâb-ı Hakk’ın fen, teknik ve teknoloji yoluylayaptığı müthiş ihsanlara nankörce cevap verdiler. Aynen Karun’un“Ben bunları ilmimle elde ettim.” (Kassas, 28/78) demesi gibi bir tavıraldılar. Bilhassa uçakların yapılması ile göklere çıktıkça Firavunlukve Nemrudluk damarları kabarmaya başladı: “Beşerin dalâlet-i fikrisi,Nemrudâne inadı, Firavunâne gururu şişti şişti zeminde, yetiştisemâvâta” Artık “Gökleri bir kâğıt gibi deleceğiz ve Tanrının yokluğunuispat edeceğiz!” demeye başladılar. Nitekim Firavun da veziriHâmân’a “Bana bir kule yap, bakalım Musa’nın iddia ettiği gibi göklerde bir ilâh var mı araştıralım?” (Gafir, 40/36) demişti. (Günümüzde Rusastronotu Yuri Gagarin’in de benzer bir iddiasının olduğu söylenmişti.)Tabii bu sözler “Dokundu hassas sırr-ı hilkate.” Evet insanın yaratılışhikmeti böyle bir nank.rlük değildi. Onun için de “Semâvâttan indirditufan, tâun misali, şu harbin zelzelesi, gavura yapıştırdı semâvî birsilleyi.” Cenâb-ı Hak, insanlar azıp taşınca yerden gökten belâlarınıyağdırır. Sodom Gomore’de Lut kavmine ve diğer Ad ve Semudkavimlerine yaptığı gibi... Ama bazen bunu teröristin elinde bombanınpatlaması gibi, teknoloji ile küfrân-ı nimet edip şişinen insanların ellerindeaynı şeyleri patlatmakla veya ellerindeki gelişmiş silâhları birbirlerininkafalarına vurdurmakla yapar. Ama bunu anlamayan zavallılarbunun İlâhî bir sille, unutulmaz bir ceza olduğunu bir türlü akıledemezler. “Demek ki, şu musibet, bütün beşer musibetiydi. Nev’enumûma şamil. Bir müşterek sebebi; maddîyunluktan gelen dalâletfikriydi, hürriyet-i hayvânî, hevanın istibdadı.” Birinci ve İkinci DünyaSavaşı bütün insanlığı derinden sarsmıştı. Medeniyetin imkânları şeklindeAllah’ın bağışladığı, aslında ilhâmen ikram ettiği bu nimetlerin vemeyvelerin şükrü eda edilmemiş Cenâb-ı Hak, bizlere bu hususta Hz.Süleyman ile bir misal vermektedir:

“Daha sonra Süleyman onların (Sebe Melikesi Belkıs ve adamlarının)itaatlerini bildirmek üzere huzuruna geleceklerini öğreninceyanındaki danışmanlarına: ‘Değerli danışmanlarım, onların itaatiçinde huzuruma gelmelerinden önce içinizden kim onun tahtınıbana getirebilir?’ dedi. Cinlerden mağrur ve iddiacı bir ifrit: ‘Ben, senmakamından kalkmadan, onu sana getirebilirim. Benim onu taşımayagücüm yeter, hem de zâyi etmeden güvenilir tarzda getirecek emin birkimseyim.’ dedi. Ama yanında kitaptan ilim olan bir zât da: ‘Ben, seng.zünü açıp kapamadan onu getirebilirim.’ der demez, Süleyman,Kraliçenin tahtının yanıbaşında durduğunu görünce: Bu, Rabbiminlütuflarından, şükür mü edeceğim, yoksa nankörlerden mi olacağımdiye beni sınamak içindir bu nimet. Şükreden sadece kendi lehineolarak şükreder, nank.rlük eden ise bilmelidir ki, Rabbim onun şükründenmüstağnidir, şükrüne ihtiyacı yoktur, ihsan ve keremi boldur.”(Neml, 27/38-40).

– Acaba bizim suçumuz neydi? Hazreti Üstad’a göre o da şu idi:

Hissemizin sebebi, İslâmiyet’in rükünlerindeki ihmal ve terkimizdi. Zira Cenâb-ı Hak, yirmi dört saatten bir saati beş vakit namaz için istedi, yalnız o saati, bizden yine bizim için emretti, hem istedi. Tembellikle terk ettik. Gafletle ihmal oldu. Şöyle de ceza gördük: Beş senede, yirmi dört saatte daima tâlim ve meşakkatle tahrik ve
koşturmakla bir nevi namaz kıldırdı. Hem senede yalnız bir ayı, oruç için istedi. Nefsimize acıdık. Keffâret olarak, beş sene cebren oruç tutturdu. Kendi verdiği malından, kırkından veya onundan birini zekât istedi. Cimrilikle zulmettik, haramı karıştırdık, isteyerek vermedik. O da bizden yığılmış zekâtı aldırdı. Haramdan da kurtardı.

– Burada namaz, oruç ve zekât sayıldığı hâlde acaba niçin hactan
söz edilmedi?

Hac ile ilgili hususu ise Sünûhât isimli eserinde açıklıyor:
“Rüya hacda sükût etti. Çünkü haccın ve ondaki hikmetin ihmali, musibeti değil, gazap ve kahrı celbetti. Cezası da keff.retü’z-zünûb (günahlara kefaret) değil. Kessâretü’z-zünûb (günahları çoğaltma) oldu. Haccın bilhassa tanışmakla fikir birliğine ulaşmayı, yardımlaşma ile çalışmaları ortak hâle getirmeyi tazammun eden içindeki İslâm’ın
yüce siyasetinin ve çok geniş içtimâî faydaların ihmalidir ki, düşmana milyonlarla İslâm’ı, İslâm aleyhinde kullanmaya zemin hazırladı.

İşte Hind, düşman zannederek, hâlbuki pederini öldürmüş, başında oturmuş bağırıyor. (İngilizler, Hind’li Müslümanları, Halifenizle ittifak hâlindeyiz, savaşa katılın diye karşımıza çıkarmışlardı. Çoğunun aklı başına ancak Çanakkale’de, İstanbul’da ezan seslerini duyunca geldi.)

İşte Tatar, Kafkas, .ldürülmesine yardım ettiği şahıs, biçare vâlideleri olduğuna, ‘Basra harap olduktan sonra’ anlıyor. Ayak ucunda ağlıyorlar. (Onlar da Ruslar’ın benzer bir oyununa gelmişlerdi.)

İşte Arap, yanlışlıkla kahraman kardeşini .ldürüp hayretinden ağlamayı da bilmiyor. (O da meşhur İngiliz casusu Lâvrens’in kışkırtmalarına ve entrikalarına kanıp bilmeden din kardeşine düşman oldu.) İşte Afrika, biraderini tanımayarak .ldürdü, şimdi vaveylâ (feryat) ediyor.

İşte Âlem-i İslâm, bayraktar oğlunun (Osmanlı’nın) gafletle bilmeyerek öldürülmesine yardım etti. Vâlide gibi saçlarını çekip âh ü fîzâr ediyor. Milyonlarla ehl-i İslâm, tamamen hayır olan hac seferi için yola koyulmak yerine, tamamen şer olan düşman bayrağı altında dünyada uzun seyahatler ettirildi. İbret alınız.”(Aslından sadeleştirilerek alınmıştır).

– Peki neden böyle bir ceza uygun bulundu? Üstad, şöyle cevap veriyor:

Amel, ceza cinsindendir. Ceza, amel cinsindendir.
– Gazap ve kahır cezalarından farklı olarak musibetlerin hem keffâret olma, hem de sevaba vesile olma gibi bir özelliği var. Acaba bu meselede nasıl bir tecelli oldu? Üstad, cevap veriyor:

Aslında sâlih amel iki çeşittir: Birisi, müsbet ve irâdî; diğeri, menfî ve mecburî. Bütün elemler, musibetler, sâlih amellerdendir; fakat menfî ve mecburîdir. Hadis, teselli verdi. Bu günahkâr millet, ( Birinci Dünya Savaşı’nda) kanıyla abdest aldı, fiilî bir tövbe etti. Âcil mükâfat olarak, şu milletin beşte biri olan dört milyonuna velâyet derecesi,
şehitlik mertebesi ile gazilik verdi. Günahı sildi. Bu Yüce Misâlî Meclis, benim bu s.zümü beğendi. Ben de birden uyandım. Belki uyanarak yeni yatmış oldum. .ünkü bence uyanıklık hâli, rüyadır. Rüya ise bir nevi uyanıklıktır. Orda asrın vekili. Burada
Said Nursî... (Aslından sadeleştirilerek alınmıştır).
(Lemaât’tan Alınan Kısım Burada Bitti)

Besmele ve Salavat

Altıncı Sır’da Üstad Hazretleri, hadsiz âcizlik ve nihayetsizlik fakirlik içinde yuvarlanan çaresiz insanlığa hitap ederek, âcizlikten, fakirlikten ve bîçarelikten kurtaracak şöyle bir çâre söylüyor: Yıldızlarla zerrelerin beraber olarak kemâl-i intizam ve itaatle –beraber– ordusunda hizmet ettiği Zât’a ulaşmanın vesile ve şefaatçisi, rahmettir. Bu ebedî ve tükenmez nur hazinesini bulmanın çâresi: Besmele ve Salavâttır. Çünkü Salavât; rahmetin en parlak misali ve mümessili ve o rahmetin en belâgatlı bir lisanı ve dellâlı olan ve “âlemlere rahmet” unvânıyla Kur’ân’da isimlendirilen Muhammed Aleyhisselâm’a rahmet
duasıdır. Rahmet duası olan Salavât getirmek ise, Allah’ın rahmetine ulaşmak için en kolay bir anahtardır. Bismillâhirrahmânirrahîm de en birinci bir anahtardır.

İşte bu anahtarları yani Besmele ve Salavât’ı rahmet kapılarını ve hazinelerini açmak için hiç durmadan kullanmak ve o engin feyizlerden ve nurlardan istifade etmek lâzımdır.
Besmele ve Salavât’ın bereketi ile ilgili yaşanmış pek çok olay vardır. Bazı misaller:

• Yurt dışı hizmetlerinde bulunmuş M uammer Hocamız diyor ki: “Açılacak okul için her türlü imkanı, malzemeyi hazırladığımız halde, o yabancı ülkedeki bir idareci ‘Hayır olmaz! Biz sizin ne niyetle geldiğinizi biliyoruz. Hemen def’ olup gidin!’ diye tutturdu. Ne demişsek dinletemedik. Ben konuşmama devam ediyordum. Arkadaşıma, “Sen İhlâs ile 51 Besmele’ye devam et!’ dedim. Ellerimi arkaya bağlayıp, ikna konuşmamı sürdürmeye gayret ettim. Bir müddet sonra, baktım, o kaplan tavırlı adam birden değişti. ‘Ne demek! Tabii, bu okulu açacaksınız. Ben de yardımcı olacağım elbette!’ demeye başladı. Baktım
arkadaşımın dudakları artık kıpırdamıyordu. Demek ki 51 Besmele’yi içten gele gele okumayı bitirmişti. Bunu hiç unutmuyorum.”

• 1982’nin sonu 1983’ün başlarıydı. İslâmiyet’in cibilli düşmanlarından bazıları, 12 Eylül 1980 darbecilerinin kafasına sinsice, dindarların ellerindeki bütün mülk ve mallara el konulması, vakıf ve derneklerinin imkânlarının devletleştirilmesi fikrini sokmuşlardı. Başta Kenan Evren olarak onlar aslında İslâmiyet’e karşı değillerdi. Hatta din bilgisi

derslerini mecbur etmişlerdi. Ama zihinleri çeşitli telkinlere açıktı. Bu büyük tehlikeye karşı, esbab açısından her türlü gayret gösterildi, fakat bir netice alınamadı. Bunun üzere bir araya gelinip 4444 salavât, yani salât-ı tefriciye okundu. Baştan hava bulutlu ve kapalı
iken, salavâtlar bitince hava açıldı. Güneş gülümseyerek yüzünü gösterdi. Bunu te’vil-i ehadis (olayların dili ve yorumu) açısından iyiye yorduk. Gerçekten, ne oldu ise, darbeciler bundan vazgeçtiler. Zaten sonra seçim havasına girildi. Sivil idare de böyle bir şey yapmadı. Bunun bizzat şâhidiyim. Bunun benzeri pek çok olayda, 4444 salavâtın, yani salât-ı tefriciyenin, kerâmet derecesinde güzelliklere sebep olduğuna dair pek
çok bilgiye sahibiz.

Dua


Muhabbet

Refika-yı hayatına muhabbetin, madem hüsn-ü sîret (güzel ahlâkına) ve mâden-i şefkat ve hediye-i rahmet olduğuna bina edilmiş. O refikaya samimî muhabbet ve merhamet edersen, o da sana ciddî
hürmet ve muhabbet eder. İkiniz ihtiyar oldukça o hâl ziyadeleşir, mesûdâne hayatını geçirirsin. Yoksa hüsn-ü sûrete (dış, yüz güzelliğine) muhabbet nefsanî olsa, o muhabbet çabuk bozulur, hüsn-ü muaşereti (aradaki güzel muameleyi ve güzelce geçinme şekillerini) de bozar.

***
Gençliğe muhabbetin ise: Madem Cenâb-ı Hakk’ın güzel bir nimeti cihetinde sevmişsin; elbette onu ibadette sarfedersin, sefâhette boğdurup öldürmezsin. Öyle ise o gençlikte kazandığın ibadetler, o
fânî gençliğin bâkî meyveleridir. Sen ihtiyarlandıkça, gençliğin iyilikleri olan bâkî meyvelerini elde ettiğin hâlde, gençliğin zararlarından, taşkınlıklarından kurtulursun. Hem ihtiyarlıkta daha ziyade ibadete muvaffakiyet ve merhamet-i ilâhiyeye daha ziyade liyakat kazandığını düşünürsün. Ehl-i gaflet gibi beş-on senelik bir gençlik lezzetine mukabil, elli senede “Eyvah gençliğim gitti.” diye teessüf edip, gençliğe ağlamayacaksın.

***
Enbiya ve evliyaya Kur’ân’ın tarif ettiği tarzda muhabbetin neticesi:
O enbiya ve evliyanın şefaatlerinden berzahta, haşirde istifade etmekle beraber; gayet ulvî ve onlara lâyık makam ve füyuzâttan o muhabbet vâsıtasıyla istifâza etmektir (feyizlenmektir).
Evet “Kişi sevdiği ile beraberdir.” sırrınca, âdi bir adam, en yüksek bir makama, muhabbet ettiği âlî makam bir zâtın tebaiyetiyle (tâbi olmakla) girebilir.

Tecelli ve Esma 2

Nasıl bir asker padişahından aldığı türlü türlü nişanları,
resmî vakitlerde takıp padişahın nazarında görünmekle, onun
iltifâtât-ı âsârını gösterdiği gibi, sen dahi esmâ-yı ilâhiyenin cilvelerinin
sana verdikleri letâif-i insâniye murassaâtıyla bilerek süslenip, o
Şâhid-i Ezelî’nin nazar-ı şuhûd ve işhâdına görünmektir.

Cenâb-ı Hak, insanları diğer mahlûkâttan farklı olarak pek çok istidat
ve kabiliyet ve çok ince donanımlarla yaratmıştır. İbadette derinlik,
hudû’ ve huşû’, takva, vera’ ve zühd ile bütün âlemlerin numûneleri ve
pencereleri olan bu ince duygular geliştirilirse, bilhassa resm-i geçit
vakitleri olan namaz, dua ve ibadetlerinde insan, rütbe ve nişanlarını
takan komutanlar gibi, bu latîfeleri birer çiçek gibi açtırarak, Cenâb-ı
Hakk’a karşı o şuurlu ubûdiyette bulunursa, bu durum hem O’nu
(c.c.) memnun ve râzı edecek hem de meleklere karşı Hz. Âdem’in
üstünlüğü imtihanında meleklerin “Biz sana tesbih ve hamd ediyoruz;
yeryüzünde kan dökecek ve fitne çıkaracak bu insanı yaratma hikmetin
nedir?” (Bakara, 2/30) diye sordukları soruya böylece fiilî bir cevap
olacaktır.

Bazı hadis-i şeriflerin meâlen ifadesiyle “Cenâb-ı Hak, insanların bu
güzel hâlleri ile meleklere karşı, ‘Bakın benim insan kullarıma!’ diyerek
iftihar-ı kudsî ile iftihar edecektir.

Tecelli ve İsimler

Aslında yaratılan her şey, Cenâb-ı Hakk’ın güzel isimlerinin tecellilerini göstermekte ve ilâhî sanatları ortaya koymaktadır. Ancak onlar bunun farkında olmayabilirler. Nasıl ki saat, vakitleri bildirir ama
kendisi ne yaptığının farkında değildir. İnsan ise farkındadır. Onun için teşhir ve izhar hizmetini bilerek, şuurluca yapmak mecburiyetindedir.

Ayrıca zikreden, tesbih eden diğer mahlûkât, sağır adam gibi sadece kendi evrad ve ezkârları ile alâkadar iken, insanlar hem kendilerinin hem de diğerlerinin tesbihat ve zikirlerinden haberdardırlar.
Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) Miraç’ta okuduğu “Ettehıyyâtü” yü okurken, toprak, su, hava ve nur unsurlarının yanında bütün mevcudatın tahiyyât, tebrikât, salavât ve tayyibatlarını da birer halife ve kumandan olarak Cenâb-ı Hakk’a bütün varlıklar adına takdim etme makamındadırlar.

Zerreler Hakkında

Ayrıca hava zerrelerinin vazifelerinden birisi de nefislere yelpaze ve canlılara nefes olmaktır. Yani, teneffüsle kanı temizleme, vücut sıcaklığını sağlama ve vücuttan dışarı çıkarken de ağızda harflerin
oluşmasına vesile olmaktır. Bu husus Otuz İkinci Söz’ün Birinci Mevkıf’ının uzun hâşiyesinde şöyle izah edilmiştir:

“Cenâb-ı Hak, insanın bedenini gayet muntazam bir şehir hükmünde yaratmıştır. Damarların bir kısmı (yani sinirler), telgraf ve telefon vazifesini görür. Bir kısmı da çeşmelerin boruları hükmünde kanın dolaşmasına vesiledir. Kanın içinde “alyuvarlar” ve “akyuvarlar” diye iki kısım küre yaratılmıştır. Alyuvarlar, bedenin hücreciklerine erzak dağıtır ve ilâhî bir kanunla –tüccar ve erzak memurları gibi–
hücreciklere erzak yetiştirirler. Akyuvarlar, alyuvarlara göre azınlıktadırlar. Vazifeleri, hastalık ve benzeri düşmanlara karşı asker gibi müdâfaadır. Ne zaman müdâfaaya geçseler, mevlevî gibi iki dönme
hareketi ile hayret verici bir hâl alırlar.

Genelde kanın umumî iki vazifesi vardır: Biri, bedendeki hücrelerin tahribatını tamir etmek. Diğeri, hücreciklerin enkazını toplayıp, bedeni temizlemektir. Toplardamarlar ve atardamarlar namında iki
kısım damarlar vardır. Bir kısmı, sâfî kanı getirir, dağıtır, sâfî kanın kanallarıdır. Diğer kısmı, enkazı toplayan bulanık kanın mecrasıdır ki, şu ikinci kısım ise kanı, nefesin geldiği akciğere getirir.
Cenâb-ı Hak, havada azot ve oksijen olarak iki unsur yaratmıştır. Oksijen ise, nefes içinde kana temas ettiği vakit, kanı kirleten yoğun karbon elementini mıknatıs gibi kendine çeker. Onunla birleşir
ve karbondioksit denilen zehirli bir gaza d.nüştürür. Böylece, hem normal vücut ısısını temin eder, hem kanı tasfiye edip temizler. Çünkü Cenâb-ı Hak, kimya ilminde, kimyevî aşk tabir edilen şiddetli
bir münasebeti oksijen ile karbona vermiştir. Bu iki element birbirine yakın olduğu vakit, o ilâhî kanun ile birleşir. Fennen sâbittir ki, birleşmeden hararet meydana gelir. Çünkü birleşme, bir nevi yanmadır.
O sırrın hikmeti de şudur ki: O iki elementin her birisinin zerrelerinin ayrı ayrı hareketleri var. Birleşme vaktinde her iki zerre, yani oksijenin zerresi karbonun zerresiyle birleşince bir tek hareketle hareket eder. Bir hareket açıkta kalır. .ünkü birleşmeden önce iki hareketti. Şimdi iki zerre bir oldu, yani her iki zerre bir zerre hükmünde bir hareket aldı. Diğer hareket, Cenâb-ı Hakk’ın bir kanunu ile hararete inkılâp etti. Zâten “Hareket, harareti doğurur.” yerleşmiş bir kanundur. İşte bu sırra binâen, insan bedenindeki normal sıcaklık, bu kimyevî birleşim ile temin edildiği gibi, kandaki karbon alındığı için kan da temizlenmiş olur. İşte nefes dâhile girdiği vakit, vücudun hem kanını temizliyor, hem hayat ateşini tutuşturup yakıyor. Çıktığı vakit (boğazdaki ses tellerine dokunarak) ağızda, ilâhî kudretin mu’cizeleri olan kelime meyvelerini veriyor.” (Aslından sadeleştirilerek alınmıştır).