Friday, February 12, 2016

Bilimsel Gurur(!) ve Kaygan Zemin

Bir ve ortaksız olan Cenab-ı Allah’ın bütün kâinat üzerindeki sonsuzca kolay tasarrufunu, içindeki her bir varlık dâhil bütün kâinatı yaratmasını ve aynı anda idaresi altında tutmasını kabûl edemeyen bazı insanlar, sonsuz bir ilim, irade, görme, işitme ve kudret istediği apaçık kâinatı ilimsiz, şuursuz, iradesiz, görme ve işitmeden mahrum tabiata, kanun denilen birtakım isimlere, sebeplere, bir kâğıdın üzerine konmuş bir noktayı bile tesadüfe bağlamazken, herhangi tek bir cismi bile oluşturan atomların bir araya gelip o cismi oluşturmasında bile tesadüfe yer yokken tesadüflere verebilmektedirler. Akılla, şuurla te’lifi asla mümkün olmayan ve insana en yakışmaz bir tavır olan bu duruma en önemli bir sebep, aslında gaflet, günah ve maddiyatta boğulup kalmaktan dolayı akılların ve görüşlerin darlaşması, düşünce ve muhakeme kıtlığı, bakışta şaşılık gibi faktörler ve bunlarla birleşen, hem bunları besleyen, hem de bunlar tarafından beslenen ilmî gurur, yani bilimden, bilimlerle meşguliyetten, bilim insanı olmak, bilim insanı olarak bilinmek ve biliyorum zannetmekten gelen gurur ve kibirden, dolayısıyla korkunç bir aldanıştan başka bir şey değildir.

**

Bir diğer misal olarak, Farabî gibi, İbn Bacce gibi, İbn Rüşd ve İbn Tufeyl, hattâ İbn Sina gibi tarihin en önde gelen aklî dehaları, aynı kesret (çokluk) içinde, Cenab-ı Allah’ın İlmi’nin –hâşâ– külliyâta, küllî (tümel) varlıklara taallûku olmakla beraber, cüz’î (tikel) varlıklara taallûku olmadığı gibi iddialarda bulunabilmişlerdir. İşte bunun en önemli sebeplerinden biri, Hz. Üstad Bediüzzaman’ın dikkat çektiği üzere, dipsiz denize benzeyen ve sahili bulunmayan fizik dünyada özellikle ışıksız ve rehbersiz ayrıntılara girip burada kaybolmaktır. Neticede fikir dağılmakta, evham insanı havalandırıp aklı boğmakta, malûmat yığını sebebiyle enaniyet kalınlaşmakta, gaflet kuvvet bulmakta ve neticede “tabiat” bataklığına saplanıp kalınabilmektedir.

Hristiyanlık ve Sırat-ı Mustakim


Orta Çağlar’da Hıristiyanlar, papaları, papazları ve ruhbanları körükörüne taklitle Sırat-ı Müstakîm’i yitirmişlerdir. Kilise’yi Hz. İsa’nın bedeni, Papa’yı papa seçilir seçilmez Rûhu’l-Kudüs’le dolan, dün bir şey, bugün onun tam tersi başka bir şey bile söylese her sözü doğru (dogma), dolayısıyla yanılmaz kabûl eden Katoliklik, dogmatizmi ve körü körüne taklidi getirmiş, hattâ “Dalâlete sebep olur!” diye Kitab-ı Mukaddes’i okumayı bile yasakladığı olmuştur. Buna tepki olarak doğan Protestanlık da karşı uca, yani tefrite savrulmuş, Kitab-ı Mukaddes’i yegâne rehber ve her bir kişinin ondan anladığını doğru kabûl etmek gibi bir karmaşanın, kaosun içine sürüklenmiş, hakikati fertlerin bilgi ve idrak seviyesine indirgeyip ferdîleştirmiş, fertler sayısınca hakikat üretmiştir. Bu sebepledir ki, her hususta doğruyu, orta yolu takip eden İslâm, akla, fikre, ilme ve taklide her birinin hakkı olan yeri vermiştir.



Dinleyen, Söyleyenden Daha İyi Anlayabilir

Bu, Hz. Bediüzzaman’ın zikrettiği bir atasözü veya genel kabûl görmüş bir gerçeğin ifadesidir. Herkesin bir anlama ve anlatma kapasite ve kabiliyeti vardır. Bir insan, anladığı kadar ve anlatabilme kapasitesince anlatır. Dolayısıyla, insanlar kabiliyet ve kapasite açısından farklı farklı ve derece derece oldukları için, çok zaman dinleyenler içinde anlatılan konuyu anlatandan daha iyi, daha derin ve daha etraflı anlayan çıkacaktır. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.s.), Veda Haccı Hutbesi’nde şöyle buyurmuştur: Sözleri iyice dinleyip ezberleyen kişiye Allah rahmet etsin! Belki, anlamayan, anlayana iletip anlatır. Anlayan da, belki kendisinden daha iyi anlayacak olana iletir!

Bazen olur ki dinleyen, anlatanın anlama kusurlarını ve çelişkilerini de yakalar. Meselâ, Hz. Gazalî’nin Tuhfetü’l-Felâsife (Filozofların Tutarsızlık-ları) isimli eserini okuyan, onun filozofların görüşlerindeki onların farkında olmadıkları çelişkileri nasıl kavrayıp ortaya koyduğunu hayretle görür. Bundan dolayı, Hz. Gazalî’nin (r.a.) felsefeyi filozoflardan daha iyi bildiği itiraf edilmiştir. Daha iyi bildiği içindir ki, İslâm dünyasında özellikle Aristo felsefesine dayanan felsefenin itikadda açtığı yaraları Allah’ın izniyle tamir edebilmiş ve felsefenin menfî tesirini büyük ölçüde kırmıştır.



İfrat ve Tefrit

İfrat gibi tefrit de zararlıdır, hattâ daha çok zararlıdır. Fakat ifrat, tefrite sebep olduğundan daha kabahatlidir.

Varlıkta aslolan dengedir; denge, ifrat ve tefritten, yani her türlü aşırılık ve karşı aşırılıktan uzak olma halidir. Denge, adalet, yani terazinin dilinin daima dosdoğru olması halidir. Bu sebepledir ki, sadece alım–satımda değil, düşüncede, davranışta, değerlendirmede, duyularımızı, duygularımızı, aklımızı, nefsî melekelerimizi, kalbimizi kullanmada da asla eksiltmeye ve aşırıya gitmeme, hayatımız adına çok önemli bir esas ve Kur’ân’ın Kerim’in kesin emirlerindendir.

İnsan, vicdanının rükünleri olan zihin, his, kalb ve irade arasında; nefis veya beden, zihin ve kalb veya ruhtan müteşekkil bir varlık olarak varlığının bu üç ana unsuru arasında; ayrıca dünya–ukbâ ve madde–manâ arasında da dengeyi bulmak ve korumak mevkiindedir. Bu demek değildir ki, bunların hepsine aynı değer ve önem verilecektir; hayır, denge ve adalet demek, her şeye hakkını vermek demektir. Dengeyi bozan ifrat, yani bir yönde aşırıya gitme ne kadar zararlıysa, onun karşı kutbu olarak tefrit de o kadar zararlıdır. Düşüncede, edebiyatta, sanatta, sosyal hayatta, siyasette rasyonalizm, idealizm, sensualizm, materyalizm, spiritualizm gibi bütün akımlar, özellikle Din’e, Kur’ân’a ve hadislere yaklaşmada bir yanda sadece lafzın zahiriyle yetinmek, yani zahirîlik, diğer tarafta lafzın zahirî manâsını hiç hesaba katmayan batınîlik, hep dengeyi bozmanın, ifrat ve tefrite gitmenin sonuçlarıdır. Bunlardan biri, tepki olarak diğerini doğurmaktadır. Evet, dengeyi bozmada ifrat zararlıdır; onun karşı kutbu olan tefrit de zararlıdır. Şu kadar ki, tefrit, ifrata tepki olarak ortaya çıktığı için dengede daha çok bozulma, daha öte bir savrulma demektir ve ifrattan daha zararlıdır. Fakat tefrite sebep olan ifrattır; tefrit her ne kadar daha çok zararlı olsa bile, tefritin de sebebi olarak ifrat, daha kababatlidir; bir bakıma, tefritin de günahını boynuna dolar. Dolayısıyla, daima dengeyi bir şekilde bozmaktan, adaleti ihlâlden kaçınmak lâzımdır. Çünkü onu bir noktada bozmanın başka hangi bozulmalara yol açacağı ve nerede duracağı, hattâ durup durmayacağı kestirilemez.

Tuesday, February 9, 2016

Chicago Üniversitesi'nde yapılan bir araştırma sonucunda, yiyecek tercihlerimizin küresel ısınmaya en az ulaşım tercihlerimiz kadar etki ettiği ortaya kondu. Daha yakın zamanda Birleşmiş Milletler ve Pew Komisyonu tarafından gerçekleştirilen daha güncel çalışmalar, çiftlik hayvanlarının küresel ısınmaya, ulaşıma oranla daha fazla katkıda bulunduğunu şüpheye mahal bırakmayacak bir çerçevede gözler önüne seriyor. BM'ye göre çiftlik hayvancılığı sektörü, sera gazı emisyonunun yüzde 18'inden sorumlu; bu, tüm ulaşım sektörünün -araba, kamyon, uçak, tren ve gemiler- birleşiminden aşağı yukarı yüzde 40 daha fazladır. Hayvan yetiştiriciliği, insan kaynaklı metan gazının yüzde 37'sinden sorumludur. Bu, CO2 kaynaklı küresel ısınma potansiyelinden yirmi üç kat fazla olduğu gibi, insan kaynaklı azot oksitin yüzde 65'ine denk gelir. Bu da şaşırtıcı bir şekilde, CO2 kaynaklı küresel ısınma potansiyelinden 296 kat fazlası demektir. En yeni veriler, beslenme düzeninin rolünü de sayılarla ortaya koyuyor: Hepçiller, sera gazı hacmine veganlara oranla yedi kat daha fazla katkı sağlıyor.

BM, et sektörünün çevresel etkilerini şöyle özetliyor: Et amaçlı hayvan besiciliği (ister sınai hayvancılık olsun, ister geleneksel çiftlikler) "yerelinden küreseline tüm ölçeklerde, en ciddi çevresel sorunlara en fazla katkıda bulunan ilk iki veya üç etkenden biridir... Toprağın bozulması, iklim değişikliği, hava kirliliği, su sıkıntısı, su kirliliği ve biyodeğişim gibi sorunlarla mücadelenin odak noktasını [hayvan besiciliği] oluşturmalıdır. Çiftlik hayvanlarının küresel ısınmaya katkısı muazzam boyutlardadır." Başka bir deyişle, eğer çevreyi umursuyorsanız ve BM gibi (veya Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli ya da Kamu Yararı Bilim Merkezi veya Pew Komisyonu ya da Duyarlı Biliminsanları Birliği veya Dünya Çevre Gözlem Enstitüsü... gibi ) kaynakların bilimsel çıkarımlarını benimsiyorsanız, hayvan yeme konusunu önemsemek zorundasınız.

Özetleyecek olursak sınai çiftliklerden gelme hayvansal ürünleri düzenli tüketen kişi, kelimenin anlamını saptırmaksızın kendini çevreci olarak niteleyemez.

Koşer

“Zengin değildik ama hep kendi yağımızla kavrulduk. Perşembeleri challah ekmeği ve rulo pişirirdik, bize bütün hafta yeterdi. Cumaları pankek yapardık. Şabat'ta her zaman tavuk olurdu, bir de şehriye çorbası. Kasaba gidip daha yağlısını istemen gerekirdi. En iyi parça en yağlı olanıydı. Şimdiki gibi değildi o zaman. Buzdolabı yoktu ama sütümüz ve peynirimiz olurdu. Her çeşit sebzemiz bulunmazdı ama olanla yetinirdik. Burada sahip olduğun ve kanıksadığın tüm bu şeyler... Ama biz mutluyduk yine de. Daha iyisini bilmiyorduk. Sahip olduklarımızı kanıksamıştık biz de."

"Sonra her şey değişti. Savaş zamanı ortalık cehenneme döndü. Elimde avucumda hiçbir şeyim kalmadı. Ailemden ayrıldım, biliyorsun. Devamlı kaçıyordum, gece gündüz, çünkü Almanlar hep arkamdaydı. Duracak olsam ölürdüm. Asla yeterli yiyecek bulunmuyordu. ”

“Yemek yiyememekten giderek daha da hasta düştüm. Yalnızca bir deri bir kemik kalmak değil bahsettiğim... Vücudumun her yanı yara bere içindeydi. Yürümekte zorlanır olmuştum. Çöpleri karıştırıp yiyecek bulacak halim bile kalmamıştı. Başkalarının yemediği şeyler yedim. Hayatta kalmak istiyorsan başının çaresine bakman gerekiyordu. Bulabildiğim her şeyi topladım. Sana anlatamayacağım şeyler yedim."

"En kötü zamanlarda bile iyi insanlar çıktı karşıma. Biri bana pantolonumu bağlamayı öğretti, böylece çaldığım patatesleri paçalarıma doldurabildim. Kilometrelerce yürüdüm o halde, çünkü şansın ne zaman yaver gideceğini asla bilemezdin. Bir keresinde çok az pirinç verdi bana birisi, iki gün yol alarak pazara vardım ve onu sabunla takas ettim; oradan başka bir pazara vardım ve sabunu biraz fasulyeyle takas ettim. Şans ve sezgiler olmazsa olmazdı."

"En kötüsü sonuna doğruydu. Tam sonuna doğru. Pek çok insan ölmüştü ve ben bir günü daha çıkarabileceğimden emin olamıyordum artık. Besicinin biri, bir Rus çiftçi, Allah ondan razı olsun, halimi gördü ve evine gidip bana bir parça et getirdi."

"Hayatını kurtardı."

"Yemedim ki."

"Yemedin mi?"

"Domuz etiydi. Domuz eti yiyecek değildim."

"Neden?"

"Ne demek neden?"

"Ne yani, koşer olmadığı için mi?"

"Elbette."

"Hayatını kurtarmak uğruna bile mi?"

"Hiçbir şeyin önemi kalmamışsa kurtaracak bir şey de kalmamıştır.”


Yemek

Küçükken hafta sonlarını çoğunlukla büyükannemin evinde geçirirdim. Cuma akşamı kapıdan girdiğim sırada beni kucaklayıp havaya kaldırır, boğarcasına sarılırdı. Ve pazar günü öğleden sonra çıkarken tekrar havaya kaldırılırdım. Tartılmakta olduğumu, aradan yıllar geçtikten sonra fark ettim.

Büyükannem savaştan sağ çıkmıştı; yalınayak, başkalarının artıklarından (çürük patatesler, atık et ve deri parçaları, kemiklerin, çekirdeklerin kenarlarındaki lokmalar ile) beslenerek. Bu yüzden, kuponları kesim yerlerine dikkat ederek kestiğim sürece, çizgilerin dışını boyamama aldırmazdı. Otellerin açık büfelerinde bizler kahvaltılıklarla Altın Buzağılar dikerken, o öğlen yemeği için sandviç üstüne sandviç hazırlayıp peçetelere sarar, bunları çantasına zulalardı. Tek bir çay poşeti ile kaç kişi içecekse hepsine yetecek kadar çay demlenebileceğini ve elmanın her yerinin yenebileceğini büyükannemden öğrendim.

**
Ailemin Yahudi geleneği sayesinde, yemeğin birbiriyle bağlantılı iki amaca hizmet ettiğini biliyorum: Yemek seni hem besler hem de hatırlamanı sağlar. Yemek ve öyküler birbirine karışmıştır - tuzlu suyun aynı zamanda gözyaşı olması, balın tatlı olmakla kalmayıp insanı tatlı dilli de yapması, Matsa'nın acılarımızın ekmeği olması gibi.


Hayvan Yemek




“Mark Twain, sigarayı bırakmak dünyanın en kolay işidir demişti; ne de olsa Twain, bunu hep yapardı. Ben olsam kolay işler listesine vejetaryenliği eklerdim.”


Tuesday, January 26, 2016

İLÂHÎ RAHMET VE ADALET, HAYVANLAR ÂLEMİ VE “NATÜREL SELEKSİYON”





Etobur vahşî hayvanların helâl rızıkları, hayvanların hadsiz cenazeleridir; hem zemin yüzünü temizlerler, hem de rızıklarını bulurlar. Sağ hayvanları öldürüp rızık yapmaları, Şeriat-ı Fıtriye’ce haramdır.

Hz. Bediüzzaman’ın tesbit ve ifade buyurduğu bu küllî düstur ve hakikat, hayvanlar âleminde gördüğümüz realite ile zahirde çelişmektedir. Bu çok önemli hakikatın üzerindeki zahirî çelişkiyi kaldırmak, hem insanlık tarihine, hem hukuka, özellikle ceza hukukuna, hem tıb ilmine, hem Darwinizm’in tabiî seçmecilik (natüral seleksiyon) iddiasına ışık tutacak ve pek çok gerçeği aydınlatacaktır.

Bediüzzaman (r.a.), Mesnevî’de de şöyle yazar:

Arkadaş! Masum bir insana veya hayvanlara gelen felâketlerde, musibetlerde, beşerin idrak edemediği bazı sebepler ve hikmetler vardır. İlâhî Meşiet’in (Dileme) düsturlarını ihtiva eden Şeriat-ı Fıtriye’nin, (yani Cenab-ı Allah’ın kâinat için koyduğu kanunlar mecmuasının) hükümleri, aklın varlığına tâbi değildir ki, aklı olmayan varlıklara tatbik edilmesin. O Şeriat’ın hükümleri ve hikmetleri kalb, his ve istidada bakar. Bunlardan meydana gelen fiillere o Şeriat’ın hükümleri tatbik edilir ve dolayısıyla bu fiiller, ceza veya mükâfatını görür. Meselâ, yetişmiş insan olarak senin aklın bir çocuğa tokat atmana mâni olmaz ama, çocuğun şefkati mâni olur. Dolayısıyla, çocuğun şefkati senin aklından daha ötede, sorumluluk ve mükâfat veya ceza gerektiren bir meleke olur. İşte, eğer bir çocuk eline aldığı bir kuş veya bir sineği fıtratına konan şefkate ters olarak öldürse, Şeriat-ı Fıtriye’nin hükümlerinden olan şefkat hissine muhalefet etmiş olacağı için düşüp başı kırılırsa müstehaktır. Çünkü bu musibet, o muhalefete cezadır. Veya dişi bir kaplan, kendi evlâdına olan şiddet-i şefkat ve himaye duygusunun aksine davranarak zavallı ceylanın yavrucuğunu parçalar ve yavrularına rızık yapar. Sonra bir avcı tarafından öldürülür. İşte hiss-i şefkat ve himayeye muhalefet ettiğinden, ceylana yaptığı aynı musibete maruz kalır. Kaplan gibi hayvanların helâl rızıkları, ölü hayvanlardır. Sağ hayvanları öldürüp rızık yapmak, Şeriat-ı Fıtriye’ce haramdır.


Hz. Üstad Bediüzzaman’ın bu açık ifadelerini hayvanlar âlemindeki avlanma ile nasıl te’lif etmek gerekir? Natürel seleksiyona da karşı çıkan bazı Müslüman ilim ve düşünce adamları, hayvanlar âlemindeki avlanmaya şu açıklamayı getirmektedirler: Etobur vahşî hayvanlar, ceylan, yaban sığırı gibi hayvanlar içinde ya zayıflara ya da çok yaşlılara saldırmakta ve bu şekilde ceylan veya yaban sığırı sürülerinin daha iyi yaşamasına yardımcı olmaktadır. Ayrıca, bu şekilde tabiatta bir gıda zinciri oluşmaktadır.

Elbette iyi niyetle ve müşahedeye dayalı olarak da yapılmış olsa bu açıklama, Hz. Bediüzzaman’ın hem ilgili daha başka ifadelerine terstir, hem de natürel seleksiyonu ret değil, kabûl ifade eder. Hz. Bediüzzaman, eserlerinin farklı yerlerinde şu önemli gerçeğe de parmak basar:

En zayıf, en aptal hayvan, en iyi beslenir: meyve kurtları ve balıklar gibi. En âciz, en nazik mahlûk, en iyi rızkı o yer: çocuklar ve yavrular gibi. Evet, helâl rızkı çeken güç ve irade değil, belki acz ve zayıflıktır: balıklar ile tilkilerin, yavrular ile canavarların, ağaçlar ile hayvanların mukayesesi, bunu göstermeye kâfidir.

İlâhî Rahmet ve Şefkat, zayıflar, âcizler, kimsesizler, yavrular ve yaşlılar üzerinde çok daha yoğun tecelli eder ve onları daha çok korur. Nasıl kâinatta Şeriat-ı Fıtriye’nin hükmünün bu yönde tecelli ettiğini müşahede ediyorsak, Dinî Şeriat’ın hükmü de bu yöndedir. Dolayısıyla, İlâhî Şefkat ve Merhamet’in, yavruları üzerine annelerin titrediği hayvanlar âleminde de yavruların, zayıfların ve yaşlıların etobur vahşî hayvanlara helâl rızık olmasına müsaade etmesi ve bazı hayvan sürülerinin hayatlarını daha iyi şartlarda devam ettirmesinde bunu bir faktör yapması kesinlikle düşünülemez. Meselenin gerçeği Allahü a’lem şu olsa gerektir:

Yaratılışta ve kâinatta aslolan, mutlak adalettir, yardımlaşıp dayanışmadır, sulh ve sükûndur ve sağlıktır; cidal, savaş, hastalık ve cezalandırma değildir. Şeriat-ı Fıtriye’nin hayvanlar âlemi dâhil bütün kâi-nattaki hükmü budur ve bunu kâinatın irade ve şuur sahibi olmayan, dolayısıyla sorumluluğu bulunmayan varlıkların hayatı dışında kalan bütün bölümlerinde ve tabakalarında gördüğümüz gibi, günaha istidadı olmayan meleklerin hayatlarında da müşahede etmekteyiz. İnsanlık âle-minde hastalıklar gibi, savaş da arızîdir; bazılarının sulh ve sükûnu, Allah’ın insanları üzerinde yarattığı aslî model olan fıtrî düzeni bozup, bu fıtrî düzenin kanunlarından ibaret olan Din’i yaşanmaz hale getirmesi karşısında, yani fitne çıkarması durumunda bu fitnenin izalesi ve düzen ve intizamın yeniden te’sisi için yapılır.

Dolayısıyla, savaş hukuku da aslî hukuk değildir. Kısmî şuur ve irade sahibi olmakla birlikte, asıl hisleri, fıtratları ve istidatları itibariyle Şeriat-ı Fıtriye’nin hükümlerine tâbi olan hayvanlar âleminde de aslolan, birbirlerini avlamak, birbirlerini öldürmek değil, helâl rızklarıyla geçinip, bir arada sulh ve sükûn içinde yaşamaktır.

Öldürme, kan dökme ve fesat çıkarma kendisine kesinlikle yasaklanmış ve yeryüzündeki hilâfet vazife ve misyonuna en ters olan insanlığın hayatında da ilk dönemde tam bir sulh ve sükûn vardı. İhtilâf ve çatışma yoktu. Kâinat ağacı kendisini meyve versin diye yaratılan, dolayısıyla kâinat hizmetine sunulan insanın hilâfet vazife ve misyonu, nasıl cinlerin ona tâbi olmasını gerektirmişse, hayvanlar âleminin de yine ona tâbi olmasını haydi haydi gerektirir. İnsanlık âleminde Din ve iyilik galipse, cinler âleminde de aynıdır; küfür ve kötülük galipse, cinler âleminde de farklı değildir. İnsanlık âleminde ilk ihtilâfın çıkıp, ilk kanın dökülmesi ve bozgunculuğun çıkmasıyla ilk fıtrî sulh ve sükûn düzeni de bozuldu. Ve bunun üzerine Şeriat’la birlikte peygamberler gönderilmeye başlandı. Aşağıdaki âyet, bu konuda gayet açıktır.

İnsanlar, başlangıçta (rızık ve benzeri hususlarda ayrılığa düşmemiş, kavgasız-nizasız) tek bir ümmet idi. (Derken ihtilâfa düştüler) ve Allah, (iman ve salih amelin karşılığında af, rahmet ve mükâ-fatıyla) müjdeleyici, (her türlü dalâlet yollarına ve bu yolların sonuçlarına karşı) uyarıcılar olarak peygamberleri gönderdi; beraberlerinde de, ihtilâf ettikleri konularda insanlar arasında hükmetmesi için kendisi bizatihî hak olan ve inişi esnasında da kendisine bâtılın asla yol bulamadığı Kitabı indirdi. O Kitap hakkında, ancak kendilerine o Kitabın verildiği topluluklar, hem de onlara apaçık deliller, gerçeği gün gibi gösteren âyetler geldikten sonra aralarındaki haset ve rekabetin yol açtığı tecavüzler sebebiyle ihtilâfa düştüler. Allah, hak mevzuunda ihtilâf ettikleri hususlarda iman edenlerin önünü açtı ve izniyle onları hidayete erdirdi. Allah, dilediğini dosdoğru bir yola hidayet eder.

İşte, insanlık tarihinde sulh ve sükûnun tam hakim olduğu ilk fıtrî düzen döneminde kurt kuzu ile, arslanlar ve kaplanlar ceylanlarla birlikte otlardı. Tilkiler, tavuklara saldırmazdı. Bu dönem, efsane gibi anlatılsa da, aslında eski tarihlerde geçmektedir. Derken insanlık âleminde ilk kan dökülüp ilk bozgunculuk çıkınca, bu bozulma hali veya fesat, artık kara ve denizde, dolayısıyla kara ve deniz hayvanlarının hayatlarında da düzenin, âhengin, sulhün, helâl rızkların, ölen hayvanların lâşelerinin vahşî hayvanlara da rahatça kâfi geldiği fıtrî ekosistemin bozulmasına da sebep oldu. Neticede, vahşi denilen hayvanların tabiatları da bozuldu ve onlar, fıtratlarını suistimal etmeye başladılar. Neticede, nasıl insanlık tarihinde savaşlar başlamışsa, hayvanlar âleminde de mücadeleler, birbirini boğazlamalar ortaya çıktı. Şu âyet ve Bediüzzaman’ın aşağıdaki ifadeleri, bu gerçek konusunda gayet sarihtir:

İnsanların bizzat kendi elleriyle işledikleri kötülükler ve dolayısıyla kazandıkları günahlar yüzünden denizde ve karada bozgunculuk ortaya çıktı, nizam bozuldu.

Peygamberliğin içtimaî (sosyal) hayattaki düstur ve neticelerinden ve güneş ve aydan tut, tâ bitkiler hayvanların imdadına ve hayvanlar insanın imdadına, hattâ bütün gıda zerrecikleri bedenin hücrelerinin imdadına ve yardımına koşturulan yardımlaşma düsturu, kerem yasası ve ikram kanunu nerede? Felsefenin içtimaî hayattaki düsturlarından ve yalnız bir kısım zalim ve canavar insanların ve vahşî hayvanların fıtratlarını sûistimallerinden kaynaklanan cidal düsturu nerede? Evet cidal (kavga, çatışma) düsturunu o kadar esaslı, aslî ve küllî kabûl etmişler ki, “Hayat bir cidaldir.” diye ahmakça hükmetmişler.




Çocukların ve Hayvanların Başına Gelen Musibetler


Çocuklar gibi masum insanlara veya hayvanlara gelen felâketlerde, musibetlerde, insan aklının ilk anda kavrayamayacağı sebepler ve hikmetler vardır. İlâhî Meşîet’in düsturlarını ihtiva eden Şeriat-ı Fıtriye’nin hükümleri aklın varlığına tâbi değildir ki, aklı ve/veya aklî sorumluluğu olmayan varlıklara tatbik edilmesinler.

İnsan iradesi gibi, irade sahibi varlıkların iradesinin sözkonusu olmadığı her yerde ve olup biten her şeyde mutlaka pek çok manâlar ve hikmetler vardır. Ancak insan ve cinler gibi günaha istidatlı irade sahibi varlıklardır ki, onlardan abes işler çıkabilir. Fakat Cenab-ı Allah’a ait hiçbir icraatta zulüm, manâsızlık ve hikmetsizlik olmaz. Ne var ki, insan aklı, bunların hepsini kavrayamayabilir. Kâinatta geçerli ve Cenab-ı Allah’ın icraatının unvanları olan ‘kanun’ dediğimiz kaideler veya isimler, nitelemeler, bir açıdan İlâhî Meşîet’in vücut verdiği düsturlardır. Cenab-ı Allah’ın Meşîet’i ile İrade’si arasında, bazen aynı manâda kullanılsalar da fark vardır. Meselâ, Cenab-ı Allah hiçbir zaman günah, zulüm ve kötülük irade etmez; bunları istemez, asla emretmez ve bunlardan razı olmaz. Fakat bunlar da, Cenab-ı Allah’ın Meşîet’ine dâhildir. Meşîet, bir bakıma İlâhî Kader’in, bir diğer açıdan İlm-i İlâhî’nin bir nev’i unvanıdır ve Hikmet’e birlikte, varlıkların fiilleri dâhil, kâinattaki her şeyin ve her hadisenin yaratılmasına bakar. Meşîet’in Kader ve insan iradesi münasebeti noktasında insan iradesiyle de münasebeti sözkonusudur. İlâhî İrade ise, daha ziyade, insanlar gibi sorumlu varlıkların özellikle Din’e dâhil olarak yapmaları ve yapmamaları gereken ameller ve bunlara ait hükümlerle alâkalıdır. Denebilir ki, Meşîet, kâinatın yaratılış ve işleyiş kanunları, bir diğer ifadeyle, Cenab-ı Allah’ın içindeki her şeyle birlikte kâinatı yaratma ve idare etmekle ilgili icraatının unvanlarının teşkil ettiği Şeriat-ı Tekvîniye veya Fıtriye’nin kaynağı olup, İrade ise, daha çok Şeriat-ı Garra’daki hükümlere bakar.

İşte, İlâhî Meşîet’in düsturlarından ibaret olan Şeriat-ı Tekvîniye ve Fıtriye’nin hükümlerinin en azından bir kısmı, insan gibi akıllı varlıkların akıllarının varlığına bağlı değildir. Yani, Şeriat-ı Garra’nın hükümlerine muhatap olmada akıl veya aklı bulunma esas olup, âkıl-bâliğ olmamış kişiler, yani çocuklar ve deliler bu Şeriat’ın hükümleriyle sorumlu değilseler de, aklı, şuuru, iradesi olsun olmasın her varlık, her şey, Şeriat-ı Tekvîniye’nin hükümlerinden mesuldür. Çünkü Şeriat-ı Tekvîniye’nin bazı hükümleri, kalb, his ve istidada, yani kapasiteye bakar. Meselâ, bir çocuğun Şeriat-ı Tekvîniye veya Fıtriye’nin hitap ettiği ve temel aldığı düsturlardan olan şefkati, kuş olsun sinek olsun, bir canlıyı öldürmeye temelde mânidir. Hattâ, yetişkin bir insanın aklı o insanın bir sinek, böcek veya kuşu öldürmesine mâni olmayabilir; fakat çocuğun şefkati ve merhameti, yetişkinin aklından daha kuvvetli olarak, böyle bir öldürmeye esasen mânidir. Fakat bir çocuk, bu şefkate ve merhamete muhalefetle bir sineği, böceği, kuşu öldürürse, ceza olarak düşer kolunu kırar veya bir başka yerini yaralar. Yine, dişi bir kaplan, kendi çocuklarına olan şiddetli şefkatine rağmen, bu şefkati bir başka hayvanın, meselâ bir ceylanın yavruları için kullanmaz ve o yavruları parçalarsa, bu defa, avcının okuna veya kurşununa hedef olur. Çünkü, üzerinde ayrıca durulacağı üzere, etobur vahşî hayvanların Şeriat-ı Tekvîniye’ce meşrû gıdaları, ölmüş hayvanların cesetleridir. Fakat bir kaplan veya aslan veya çakal, Şeriat-ı Tekvîniye’nin düsturu olan fıtratındaki şefkat hissine muhalefet ederek, kendisi için meşrû olmayan ceylanı veya yavrularını parçalarsa, Şeriat-ı Fıtriye veya Tekvîniye de, buna ceza olarak, onun, sözgelimi avcının kurşunlarına hedef olmasına hükmeder. Ceylanın ve yavrularının parçalanmasında da yine Şeriat-ı Fıtriye’nin esaslarından olan İlâhî hikmet ve rahmete ait kaideler ve düsturlar vardır. Fakat biz, hayvanlar âleminde olup biten her şeyi küllî ve cüz’î yanlarıyla bilemediğimiz için, her kevnî hadiseyi hikmetleri, sebepleri ve neticeleriyle kavrayamayız. İşte, masum çocukların ve hayvanların başlarına gelen felâketlerde bu türden hikmetler ve sebepler vardır. Kur’ân-ı Kerim’de Kehf Sûresi’nde anlatılan Hz. Musa ve Hz. Hızır kıssasında ve bilhassa bu kıssa içinde anlatılan Hz. Hızır’ın masum bir çocuğu öldürmesi hadisesinde İlâhî Meşîet ve Kader’e ait hikmetler ve sebepler nazara verilmektedir.