Thursday, August 29, 2013

Şuur ve Evrim


"Darwinist evrim, hiçbir zaman şuurun kökenini açıklayamayacak. Belki Darwinistler şuurun zaman içinde hangi süreçlerden geçtiğini açıklayabilirler, çünkü şuurun sebebi olduğu davranışlar, hayatta kalmada önemli bir etkendir. Ancak şuurun kökenini asla açıklayamazlar."


"Genel olarak, bilgisayarlar zekâyı taklit edebilir, ama hiçbir zaman şuur sahibi olamaz. Davranışı; canli, hareketli ve bilinçli olmakla kariştirmamalıyız. İleride çok yüksek zekâli bir bilgisayar, şuur sahibi olduğunu söyleyecek, hatta şuurluymus gibi davranacak şekilde programlanabilir. Ama hiçbir zaman gerçekten şuurlu olamaz, çünkü şuur beyinden bağımsız, tamamen gayr-i maddi bir mevcuttur.”


“Dilediğiniz sayıda bilgisayarı birbirine bağlayabilirsiniz ama sonuçta gene de şuur sahibi olmayacaklardir, çünkü ne olursa olsun tek yaptiklari sembolleri ardi ardina dizmekten ibaret olacaktir. –durduk yere suur sahibi olamayacaklardir- ” [“do brains make minds?” içinde closer to truth, ekim 2000]

J.P. Moreland

Bilim ve Din




Tabii ki geçmişte dinin hakim olduğu dönemler olmuştu ama şuna eminim ki tarihte hiçbir zaman bu kadar çok bilimsel kanıtın Tanrı'nın varlığını ispat ettiği dönem olmamıştı.                                                                                    

William Lane Craig

Stephen Hawking'in İlginç Tanrı Fikri


Biz yüzmilyonlarca galaksiden birinin kenarında yer alan sıradan bir yıldızın etrafında dönen küçük bir gezegende yaşıyoruz. Tanrı'nın bizle ilgilenmesi hatta varlığımızdan haberdar olması bana mümkün gözükmüyor.

             Stephen Hawking
             Sayfa 157

Big Bang ve Yaratıcı





Standard Big Bang modeline alternatif arayışları son yıllarda hız kazanmıştır. Pekçok bilim adamı evrenin başlangıcının bir yaratıcıyı da gerektiriyor olması sorunuyla karşı karşıyadır.Diğerlerinin kafası ise fizik kurallarının bu konuda hiçbir faydası olmaması nedeniyle zaten karışmıştır.

Einstein genişleyen evren fikrinin kendisini "sinirlendirdiğini" itiraf etmişti. Önde gelen bir bilim adamı [Robert Jastrow]bunun nedeninin, görüşün dini öğeler içermesi olduğunu söylemiştir. İngiliz gökbilimci Arthur Eddington bunu "iğrenç" olarak adlandırmıştı. MIT'ten Philip Morison "Onu reddetmeyi çok isterdim." demişti.

Sunday, August 25, 2013

Khadija-Reşit Haylamaz

In fact, Amr ibn Hisham, who would later find fame as Abu Jahl, meaning Father of Folly, was among the men who had proposed to her. But Khadija had also refused him without hesitation. Indeed, it is said that one of the reasons that Abu Jahl later set himself against the Prophet was that he married Khadija. When this marriage occurred, Abu Jahl, in hatred and in revenge, would say to himself, “Could she not find anyone else other than the adoptee of Abu Talib, the orphan of the Quraysh?

Saturday, August 24, 2013

Lügatin Yoksa Sen de Yoksun

Bütün hayranlığımıza rağmen Batı’yı yarım-yamalak tanıyamamış olmanın bedelini hâlâ ödüyoruz.

Yıllar, hattâ asırlar sonra aynı noktaya yeniden döndüğümüzü fark etmek can sıkıcı. Batılı ordular karşısında uğradığımız hezimetlerin akabinde gelen Batı tutkunluğu, pratikte şu yanlışa kapılmamıza sebep oldu; değerler sistemimizi yani, lügatimizi de değiştirdik.

Cemil Meriç, “Kâmus, namustur” derken bu nükteyi kastediyordu. Bir lisanın sözlüğü, aynı zamanda o lisanın inşâ ettiği dünyaya dair bütün tarifleri, değerleri ve karşılıkları ihtivâ eder. O sözlüğe sırt çevirdiğinizde bir dünyaya arkanızı dönmüş olursunuz; tıpkı bizim yaptığımız gibi.

Demokrasi kelimesinin lügatimizdeki kısa tarihine bakalım: Tâ eski Yunan’dan başlayarak modern Britanya krallığına, oradan haşmetlû Amerikan başkanlık sistemine ve hatta kıyâmete kadar saygı duymamız gerektiği telkin olunan demokrasi, bizim gibi ülkeler için gece yarısı tavşanın gözüne tutulmuş otomobil farı gibi kaçınılmaz ve etkileyici idi. Biricikti ve arz üzerinde insanlığın ulaşabildiği en yüksek politik faziletin adıydı.

Kendi lügatimizi işe yaramaz sayıp attığımız ve içini uydurulmuş ve devşirilmiş karşılıklarla doldurduğumuz için demokrasiye en yüksek ve onurlu anlamları verdik; uğrunda kaç nesildir dövüşüyoruz. Bu öyle bir bükülmez kanaat ki ayrılıkçı Kürt milliyetçilerinden azılı Marksistlere, eski Millî Görüşçülerden yeni liberallere kadar herkes, aslında ne olduğunu “demokrasi” kavramını kullanarak ifade etmek ihtiyacı içinde. Hatta ona düşman olanlar bile bir şekilde demokratlık isbatı ihtiyacı içinde.

Demokratlık; nâmuskârlık, iyi aile babalığı, iffetli ev hanımlığı, dürüstlük gibi bir mevhîbe oldu çıktı.
Mısır’da, Ortadoğu’da demokrasiye kimin nasıl mânâ verdiğine dikkat ediyor musunuz? Demokratik prensipler askerî darbeyle dümdüz edilip üstüne üstlük sivil ve masum göstericilere katliam uygulandığı halde Batılı ülkeler anlaşılmaz bir ketumluk gösteriyor ve bizi şaşırtıyorlar.

Şaşırıyoruz çünkü, Batılıları da bizim gibi saf ve platonik bir demokrasi müridi, bir çağdaş değerler havarisi sayıyoruz. Oysaki Batılılar kendi lügatlerini kullanıyorlar ve onların lügatinde demokrasiye verilen karşılık bizimkinden çok farklı.

Demokrasi onlar için Batılı hayat tarzını ve dünya görüşünü egemen kılmak için bir metâdan ibaret; bir nevi ihracat ürünü. Mü’mince kutsanması gereken bir üst değer, bir ahlâk kuralı veya olmazsa olmaz cinsinden bir prensip değil; onlar bu gibi kavramlara bizim baktığımız gibi bakmıyorlar.

Onların bakış açısının temelindeki kıstas şu: Politika, gücü elde etme ve onu kullanma hüneridir, doğrudan güçle ve çıkarla ilgilidir. Çıkarlara uygun her adım faydalıdır. Dolayısıyla diyelim ki Mısır’da serbest seçimle işbaşına gelmiş meşru bir hükümetin devrilmesine “demokrasinin kesintiye uğraması” gibi bakmazlar, o iktidarın gitmesiyle oluşacak kâr-zarar tablosundaki çıkarlarıyla ilgilenirler ilk planda. Demokrasi ise yeri geldiğinde bu gibi ülkelerin gözünün ta içine sıkılması gereken bir avcı feneridir, yeri geldiğinde kullanılır.

Bizim gazetelerdeki Mısır’daki katliama sessiz kalan Batılıları niteleyen, “Çifte standart, Batı’nın ayıbı” vesaire türünden tepkiler insana hüzün ve sıkıntı veriyor. Batı adına birilerinin çıkıp “Mesele demokrasi değil arkadaş, sen hâlâ anlayamadın mı!” demesi gerekiyor galiba. Çünkü başka türlü bu efsunun tesirinden kurtulmamız mümkün olmayacak.

Demokrasi, Batılıların kâmu-sundan bir kavram; bizim de vaktiyle kâmusumuz vardı. Orada demokrasiyi bulamazsınız,  onun yerine daha okkalı ve daha şümullü bir değer görürsünüz: “Adalet” meselâ. İnsanların en zaruri ihtiyacı âdil idaredir; demokratik yönetim değil.

Bunlar birbiriyle çatışan şeyler değil elbette fakat öncelik ve hangi değerden hareket ettiğiniz çok önemli. Âdil yönetim “Allah’ın rızasını kazanmak” noktasından alır meşruluğunu, demokrasi ise “Halkın mutluluğu”ndan...
Kâmusu, lügati, sözlüğü, hâsılı kendi yol haritası bulunmayan toplumların çilesi çok ne yazık ki. Çünkü onlar, başka bir kültür dairesinin değerleriyle yol bulmaya çabalıyorlar.

Cemil Meriç böylelerine, “Efendisinin ilacını çalıp içen ahmak uşak” benzetmesi yapmıştı.

Araplarda Bebeklerin Sütanneye Verilmesi Geleneğinin Kökeni

Kureyş'in asil ailelerinin, bebeklerini çadırlarda yaşayan sütannelere göndermelerinin batıni bir nedeni daha vardı.Tüm Araplar aslen çöl göçebeleri, çadırlarda yaşayanlar, keçi, koyun ve deve çobanları olduklarını ve geniş Arabistan topraklarında muhacir olduklarını bilirlerdi. Dilleri, değerleri ve kültürleri aslen, atalarının kahverengi ve siyah keçi derisi çadırlarında geçen özgür yaşamlarının mahsulüydü. Geleneğe göre Arapların lideri olacak kişilerin içlerinde Bedevi sütü olması gerektiği gibi, damarlarında da tüm Araplarla paylaşılan Bedevi kanı olması gerekiyordu.

Tevazu



Tevazu (humiliy) Latince "humus" (toprak)'tan gelir. Bizim ortak atamız olan insan (homu-hominis) de ordan gelir. Söylendiği gibi biz topraktan geldik ve toprağa gideceğiz. Kelimenin Anglo-Saxon karşılığı mütevazı (lowly)'dır. Mütevazı ya da alçakgönüllü, insan olmayı kabul etmek anlamına gelir, ne fazlası ne de daha azı. Tanrılık iddiasından alabildiğine uzak olmaktır.

"Hem kibirli kibirli yürüme! Zira ne kadar kibirlenirsen kibirlen, ne yeri yarabilirsin, ne de dağların boyuna erişebilirsin." (İsra, 17/37)

Bu manasıyla tevazu, kainattaki yerini idrak eden insana özgü bir erdemdir. Astronomlar, fizikçiler, tabiatçılar ya da uzay yolcuları gibi evrenin harikuladeliklerini keşfeden seçkin insanlar, kendilerinde hasıl olan bir tevazudan haber verirler. Kendisini tamamen yok etmeyen, ama boyunun ölçüsünü de kendisine gösterenkorku ve huşu veren bir büyüklüğe şahit olmalarından ileri gelir bu.

Kureyş'in Gücü Ve Etkisi


Kureyş, Kabe'nin koruyuculuğunu üstlendiği için Araplar onları dını önder olarak tanıyor ve Kureyşle Müslümanlar arasında başlayan mücadelenin sonucunu bekliyorlardı. Buhârî, uzakta bir yol kenarında yaşayan Amr b. Seleme'nin şu sözlerini kaydeder: "Araplar Kureyş'in Müslüman olmasını, Mekke'nin Müslümanlara geçmesini bekliyor ve 'Muhammed'i kavmiyle başbaşa bırakınız, çünkü onları yenerse hak peygamber olduğunu ispat eder'. diyorlardı. Mekke fethedilince her kabile Müslümanlara yaklaştı."

İbn Hişam da şu sözleri söyler: "Araplar Kureyş'in akıbetini bekliyorlardı. Çünkü Kureyş kabilesi diğer insanların öncüsü, Kâbe ve Harem-i Şerif'in koruyucusu Hz. İbrahim ve İsmail'in evladıydı. Araplar bunu inkar etmiyorlardı. Hz. Peygamber'e karşı savaşları hazırlayan da Kureyş'ti. Müslümanlar Mekke'yi de fethedince Mekkeliler Müslüman oldu. Araplar Hz. Peygamberle dövüşemeyeceklerini, ona düşman olamayacaklarını anlayarak ayet-i celilede de beyan buyurulduğu üzere bölük bölük Allah'ın dinine girdiler."

Sonuç olarak, Müslümanlığın sadelik ve doğruluğuna, Arapların da zekalarına ve zihni kabiliyetlerine rağmen İslâm'a karşı gösterdikleri bu direnişin sebebi, kendi aralarındaki kabile ilişkileri ve aile gururlarıydı. Bu engeller ortadan kalktıkça İslam hiçbir sekteye uğramadan ilerledi.

Kur'an'da İçkinin Yasaklanma Süreci


İnsanlığı ıslah etmenin gereği olan İslam kuralları aşama aşama nazil oluyordu. Hz. Ömer, "Ya Rabbi! İçki hakkında gönüllerimiz rahatlatacak bir beyanda bulun!" demişti. Bunun üzerine şu ayet nazil olmuştu: "Sana içki ve kumar hakkında sorarlar. De ki: Her ikisinde de büyük bir günah ve insanlar için birtakım faydalar vardır."

Bundan sonra da içkiye devam edenler olmuştu. Ensardan biri Hz. Ali ve Abdurrahman b. Avf'ı yemeğe çağırmış, misafirlerine şarap da ikram etmişti. Akşam namazının vakti girdiğinde Ali, cemaate namaz kıldırmış, fakat içkinin tesiriyle Kur'ân ayetlerini yanlış okumuştu. Bunun üzerine Hz. Ömer tekrar içki hakkında açık bir hüküm niyazında bulunmuş, "Ey iman edenler! Sarhoş iken- ne söylediğinizi bilinceye kadar- namaza yaklaşmayınız." ayeti nazil olmuştu.

Bu ayet-i kerimenin nüzulünden sonra Hz. Peygamber içki içenlerin namaza katılmamalarını emretti. Fakat bu emir, yalnız namazla ilgili olduğu için namaz vaktinin dışında yine içenler oluyordu. Hz. Ömer bir daha dua etmiş, bunun üzerine şu ayet-i kerime nazil olmuştu: "Ey iman edenler! Şarap, kumar, dikili taşlar (putlar), fal ve şans  okları birer şeytan işi pisliktir. Bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz."  

İnsanın Olgunluk Derecesi


Dünyadaki her insan kederlere, felaketlere uğrar. Fakat insanın olgunluk derecesi, başarı ve mutluluk zamanlarında gururlanmamasıyla, felaket ve musibet zamanlarında ümitsizliğe düşmemesi ve en talihsiz olayları bile sabırla karşılaması ile ölçülür. İnsan vazifesine vicdan dairesi içinde çalışmalı; netice olarak elde edilecek başarı baiarısızlıüın kendi elinde değil, Allah'ın elinde olduğuna kanaat getirmelidir. Şu ayet-i kerime bu hakikati dile geitrmektedir:

"Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce, bir kitapta yazılmış olmasın. (Allah bunu) elinizden çıkana üzülmeyesiniz ve Allah'ın size verdiği nimetlerle şımarmayasınız diye açıklamaktadır. Çünkü Allah kendini beğenip böbürlenenleri sevmez."
(Hadid Suresi 22-23. ayetler)

Efendimiz'in Risaleti ve Şahsiyeti(İmam Şiblî) 'nden Notlar


  • Hz. Peygamberin başarılarını anlatma hususunda çok cimri davranan Margoliout bile bu büyük başarıyı takdire mecbur kalarak der ki: "Hz. Muhammed, vefat ettiğinde görevini tam olarak yapmıştı. Çünkü darmadağınık Arap kabilelerinden bir millet meydana getirmiş, bütün Arabistan'a ortak bir din temin etmiş, Arabistan'ın çeşitli kabileleri arasında aile bağlarından da kuvvetli, devamlı bir bağ kurmuştu."
  •  Aslında Araplar içinde hanifliği de kabul edenler vardı. İbn Hacer, İsabe adlı eserinde bunlar hakkında bilgi verir. İslamiyet'in Ebu Musa el-Eş'arî, Tufeyl b. Amr ed-Devsi aileleri arasında yayılması bu esasa bağlıydı.
  • Arapların bu savaşta[Hendek] yenilmesi Kureyş'in bütün siyasi otoritesini sarsmıştı. Kureyş'ten korktukları için İslamiyeti kabul etmeyen Arapların üzerindeki baskı kalkmış, Hz. Peygamber'in huzuruna heyetler göndermeye başlamışlardı.  
  • Araplar Kâbe'nin duvarlarına kurban kanı bulaştırırlar, böyle yapmakla sevap kazanacaklarını zannederlerdi. Buna karşın Kur'an-ı Kerîm der ki: "Onların ne etleri ne de kanları Allah'a ulaşır, fakat O'na sadece sizin takvânız ulaşır." 
  • Suffe öğrencileri sırtlarında sadece bir ihramı olan fakir insanlardan oluşuyordu. Buna rağmen onlar hiç boş durmazlardı. Gündüz odun toplayıp çarşıda satarlar, kazandıklarının yarısını fakirlere dağıtır, diğer yarısıyla da geçinirlerdi. Bundan dolayı dersler gece verilirdi. Ubade b. Samit'e göre Hz. Ömer'in Filistin halkını aydınlatmak ve onlara Kur'ân öğretmek için gönderdiği davetçi, Suffe ashabının öğretmenlerinden biriydi.
  • "Ey iman edenler! Kazandıklarınızın iyilerinden ve rızık olarak yerden sizin için çıkardıklarımızdan hayra harcayın. Size verilse, gözünüz yummadan alamayacağınız bir malı, hayır diye vermeye kalkışmayın."(Bakara 267)
  • Hz. Peygamber'in meclisi, hizmetçiler ve ev halkından oluşan, dış dünyaya kapalı bir yer değildi. Belki Peygamber'İn evinin kapısı bile yoktu. Fakat onun peygamberlik onuru herkesin kalbine korku verirdi. Onu gören herkes kalbinde bir titreme hissederdi.
  • Hicretin dokuzuncu yılında Yemen ile Suriye arasındaki bütün topraklar İslam sınırlarına katıldığı zaman Hz. Peygamberin odasında çıplak bir sedir ve bir su tulumunda başka birşey yoktu.
  • Gözler yaş döker, kalpler hüzünle dolar; fakat biz ancak Allah'ın razı olduğu sözleri söyleriz. (Hadis)

Efendimiz Teşrif Etmeden Önce Arabistan'ın Siyasi Durumu



Arabistan'da güvensizlik ve başıbozukluk o dereceye varmıştı ki, Bahreyn'in en kuvvetli kabilelerinden olan Abdü'l Kays kabilesi Mudar kabilesinden korktuğu için Hicret'in altıncı yılına kadar Hz. Peygamber'i ziyarete gidememiş, bu ziyaret ancak haram aylarda gerçekleşebilmişti.

Sayfa 19

Arabistan'ın yerleşim ve ziraate uygun sahillerinin tamamın yakını ya İran devletinin, ya da Bizans imparatorluğunun hüküm ve nüfuzu altındaydı. Efendimizin risaletinden 50-60 yıl önce İranlılar Yemen'i işgal etmişlerdi. Gerek buradaki gerekse de Umman ve Bahreyn'deki Arap reislerine gelince, bunlar sadece ismen hükümrandılar, herhangi bir yaptırım güçleri yoktu ve hepsi de İran'ın egemenliği altındaydılar. İranlılar Irak sınırındaki Al-Münzir'in arazisini fethetmişler ve yavaş yavaş Arabistan'ın kalbine doğru ilerlemeye başlamışlardı. Yeni dinin kaynağı olan Hicaz'ı da kendi vilayetlerinden sayıyorlardı. Bundan dolayı İran hükümdarı hicretin altıncı yılında Yemen'in İranlı hakiminden "nübüvvet iddiasında bulunan kölesinin" kendisine gönderilmesini istemişti!

Suriye'ye komşu olan bölge Bizanslılar tarafından ele geçirilmişti. Burada Arap reisleri ve Hristiyanlığı kabul eden Gassaniler, Bizans'ın himayesine girmişlerdi. Hicretin sekizinci yılından sonra Bizanslılar Arabistan'ı kuşatmak için hazırlanmışlar, Tebük ve Mute seferleri de bu yüzden meydana gelmişti.

Sayfa 21


Çin Odası ve Yapay Zeka


bilincin maddî süreçlere indirgenemeyeceğini savunanların hepsi, zihni madde dışı bir cevherle ilişkilendirmezler. Buna göre zihin, madde dışında bir cevherle hem alakalı değildir hem de maddî süreçlere indirgenemez; zihin, madde belli bir şekilde bir araya gelince “zuhur eden” (emergent) bilinç gibi özelliklere (bu görüşte “cevher” kavramıyla “özellik” yer değiştirir) sahiptir, zihni bilgisayar programı ile aynı görmek mümkün değildir. Bu konuyla ilgili John Searle’ün “Çin odası” örneği meşhurdur. Searle, Çince bilmediğiniz ve bir odaya kapatıldığınız varsayımıyla örneğine başlar. Bu odada, mektupla gelen Çince yazıları, talimatlar doğrultusunda, odadaki bir kitapta bulunan Çince yazılarla eşlemeniz, bu bir araya getirme işleminde kitabın işaret edeceği Çince yazıları da mektupla geri göndermeniz istenir. Odaya gelen Çince yazılar bazı sorulardır, kitapta bunlarla ilgili eşleşmede cevapları bulursunuz ve geri gönderirsiniz ama Çince bilmiyorsunuzdur. Dışarıdan olayı izleyen ve size verilen komutlarla hareket ettiğinizden ve Çince bilmediğinizden habersiz olanlar, sizin Çince bilip soruları cevapladığınızı zannedeceklerdir. Searle, bilgisayarların işlemesinin de buna benzetilebileceğini; bilgisayarların bilincinde olmadan sembolleri kendilerine verilen programa göre kullandıklarını; sonuçta bilgisayarlar insanla tamamen aynı bir davranışı yaptıklarında bile bu davranışların arasında mahiyet farklılığı olduğunu ve yapay zekânın insan zihnini taklit etmesinin mümkün olamayacağını söyler.

Evrenin Anlaşılır Olması

Zihnin en önemli özelliklerinin başında evreni anlaması gelmektedir. Einstein en anlaşılmaz şeyin evrenin anlaşılması olduğunu söylemiştir; o, evrenin alaşılır olmasını ve zihnin onu anlamasını Allah’ın kendisini açığa vurması olarak görmüştür. Her adım attığımızda ileri gideceğimizi bilmemiz, yağmurun yağışında ne olduğunu anlamamız, yanımızda yürüyen eşimizin veya çocuğumuzun bir anda yok olmasına ihtimal vermememiz, sabah kalktığımızda ayaklarımızın yerinde olmasından şüphe etmememiz hep zihnimizin evreni anlaması sayesindedir. Birçok kişiye çok basit ve sıradan gelebilecek bu anlayışlarımız, aslında, zihnimizin anlamasını sağlayan birçok önşartın mevcut olması sayesindedir. Kültür oluşturabilmemiz, sayabilmemiz, dil aracılığıyla iletişim kurmamız zihnimizin sahip olduğu özelliklerle gerçekleşmektedir.

Monday, August 19, 2013

Ömer Hayyam Örneğinden Hareketle Tarih Mühendisliği ve Batı


İlginçtir ki Ömer Hayyam, Tanzimat'ın kudretli edebiyatçıları ve meşhur Osmanlı şairleri tarafından bilinmez veya hatırlanmaz. Daha ilginci ise onun 19. asırda İranlılar tarafından da bilinmemesidir. Abdullah Cevdet, Hayyam'ın İran'da bilinmediğini, meşhur oryantalist Brown'dan öğrenir ve çok üzülür. Brown'un anlattığı bir hatıraya göre, İran Şahı Muzaffereddin Şah Londra'da iken, Hayyam hayranları, bu “büyük” şairin Nişabur'daki mezarı üzerine bir “türbe” yaptırmak için Şah'tan izin isterler. İran şahı bu isteği anlayamaz, “yanındaki vezir-i azama” döner ve “Bu Ömer Hayyam da ne nesnedir ağa?” diye sorar. Yani İran şahı ve vezirinin Ömer Hayyam adlı bir şairden haberi yoktur.
Hayyam'ın tarih sahnesine çıkış hikâyesinin başkahramanı, İngiliz şair Edward Fitz-Gerald (1809-1883)'dır. Hikâye, Fitzgerald'ın Oxford'daki Bodleian kütüphanesinde Farsça bir yazmayı bulmasıyla başlar. Batı'nın bütün dinleri birleştirerek yok etmek veya beşerileştirmek istediği bir dönemde, “şans eseri” olarak İngiltere'de onların istediği türden, yani dini alaya alan güya bir “İslam” şairinin yazma eserine rastlanır. Yazmada 158 rubai vardır ve rubailerin şairi Ömer Hayyam adlı birisidir. Bu şair, şiirlerinde dinsizliği ve ayyaşlığı yüceltmekte, dinleri ve dindarları aşağılamakta, Yaratıcı ile alay etmektedir. Ateizm ve deizmin altın çağını yaşadığı, kendisine tarihi kökler aradığı ve “bulduğu” bir dönemde, bir İngiliz, Hayyam'ı, yani dinsizliğin veya deizmin tarihi bir “kök”ünü keşfetmiştir.
TARİH MÜHENDİSLİĞİ VE BATI
Fitzgerald'dan sonra Hayyam'ın güya asırlarca “unutulmuş” olan rubaileri, ilginç bir şekilde, birbiri ardınca ortaya çıkmaya başlar. Kısa sürede Hayyam'ın rubailerinin sayısı bini geçer. Birçok kişinin Hayyam gibi veya Hayyam adına şiirler yazdığı ortaya çıkar. Yahya Kemal bir rubaisinde Hayyam'a izafe edilen rubailerin farklı yetenekte insanlar tarafından kaleme alındığını ifade eder. Hayyam gibi şiirler yazan ve Edebiyat-ı Ömeri'yi teşekkül ettiren kişilerin, ilk defa Oxford'da ortaya çıkan 158 rubaiyi ve diğerlerini yazmadıklarına dair elimizde hiçbir kat'i delil yoktur.
Batılılar, Ömer Hayyam'ı, Doğululara tanıtmak ve kabul ettirmek için “bilimsel” çalışmaların yanında, komik senaryolar da yazmışlar ve bu senaryoların gerektirdiği rolleri ciddiyetle oynamışlardır. Meselâ 1892 yılında Londra'da “Omar Hayyam's Clup”ı kurmuşlardır. Bu topluluk Hayyam'ı Doğu'da neşet etmiş bir “peygamber” gibi görmüş, onun için “ayinler” yapmış, Nişabur'da ona bir “türbe” yaptırmak istemiştir. Birkaç yıl sonra Londra'daki bu Hayyam tiyatrosu, görevini hakkıyla ifa etmiş olmanın huzuruyla dağılmış olmalıdır. Zira bütün bu faaliyetlerin sonunda Hayyam, tarihe bağlanmıştır. Artık, Hayyam, 12. asırdaki İslâm âlimlerinin, İslâm'ın yasakladığı şeylere karşı hoşgörülü bir gaflet içinde oldukları “tez”ini destekleyen bir şahsiyet olarak İslâm tarihindeki yerini almıştır. Batılılar, Hayyam gibi dâhî, mübahi, her türlü günaha karşı hoşgörülü başka şahsiyetleri de “bulurlar”, onları “Reform”un, hümanizmin, deizmin vs. öncüleri olarak kabul ederler ve onları meşhur ederler. Bütün bu İslam dâhîlerinin İslâm dışı (tevhit anlayışıyla çelişen) fikirlerinin mevcut İslam toplumlarında hemen hiçbir izi ve karşılığı yoktur. Batı'yı etkileyen fakat kendi toplumlarına hemen hiçbir etkisi olmayan “İslam büyükleri”dir bunlar. Burada çalışkan fakat beceriksiz bir tarih mühendisliği söz konusudur. Ama bunu ifşa edecek âlimler hâlâ yetiştirilememiştir. Yerli ve yabancı oryantalistler, Hayyam'ın sufi, veli, hakîm, ârif, huccetülhak vs. olduğunu, 20. asrın başında hızlıca buldukları veya uydurdukları kaynaklar vasıtasıyla okuyucuya kabul ettirmek istemişlerdir. Hâlbuki bu nevzuhur kaynakların Hayyam'ı tarihe bağlamak, onu doğrudan veya dolaylı olarak methetmek, gerçek Müslümanları da tahkir etmek için yazıldıkları çok açıktır.
Hayyam'ı bulan ve dünyaya tanıtan zihniyet, ona ve fikirlerine dini bir kıyafet giydirmek istemiştir. Bu komik gayret, günümüzde de devam etmektedir. Kimi akademisyenler Hayyam'ın şiirlerinde dinî ve irfanî bir sembolizm bulmaya çabalamaktadırlar. Bu çaba, safi niyetli okuyucuları aldatmaktadır. Hayranlık uyandıran bir sahtekârlıktır bu. Hâlbuki bu yazar ve akademisyenlerin “bazıları”, oryantalizmin İslâm tarih ve edebiyatlarını tahrif etmek için 19. asırda yaptığı kültürel ve entelektüel “yatırım”ın koruyucusu ve kollayıcısı durumundadırlar. Koruyucu ve kollayıcılar, “saygın”, “etkili”, “donanımlı” ve “meşhur” olmak zorundadırlar. Hayyam vakasını doğru tahlil edebilmek için onu Türk toplumuna tanıtan yazarların kimlikleri üzerinde düşünmek gerekir. Hayyam'ı 19. asrın sonundan itibaren Türk toplumuna tanıtma görevini üstlenen yazarlar, Muallim Ahmet Feyzi Efendi, Abdullah Cevdet, Hüseyin Daniş, Hüseyin Rifat, Filozof Rıza Tevfik, Abdülbaki Gölpınarlı, Sabahattin Eyüpoğlu gibi Batıcı, ateist, Zerdüştperest, bohem veya çokkimlikli yazarlardır.
Mehmet Coskun

Saturday, August 17, 2013

Zihin ve Tasarım

Zihnin varlığından tasarım deliline ulaşmak iki şekilde olabilir.
Birincisinde, insan zihninin maddî evrende olmayan bir
cevher içerdiği savunulur; buna göre “ruh” maddeden farklı
bir cevherdir ve maddî bedenle buluşturulmuştur. Maddî evrene
ait olan bir evrim süreci elbette ki maddî olmayan bir
cevherin açıklaması olamaz. Bu yaklaşıma göre ayrı bir cevher
olan “ruh”un maddî bedenle uyum içinde çalışması, ayrı bir
cevherle ilişkilendirilen “bilincin” davranışlarımızı kontrol etmekteki
başarısı, ancak bilinçli bir Yaratıcı’nın bu uyumu sağlaması
ve bu farklı iki cevheri buluşturmasıyla mümkündür.
Fakat gözle görülemeyen, elle dokunulamayan bir cevherin
varlığını natüralist-ateist görüşü savunanlar kabul etmezler
ve “bilinç” veya “ruh” diye adlandırılan zihin özelliklerinin,
maddenin, beyin şeklini aldığında kazandığı özelliklerden
ibaret olduğunu savunurlar. Bilgisayarın sırf maddeden oluşması,
bilgisayar alanındaki gelişmelerle “yapay zekâ”nın (artificial
intelligence) özelliklerinin geliştirilmesini de tezlerini
destekleyen bir olgu olarak kullanırlar.90
Sıkça yapılan bir hatanın tam da bu noktada altını çizmek
istiyorum. Yapay zekâların, daha da geliştirilmeleri sonucunda
birçok konuda insanın başaramayacaklarını başaracaklarına,
hatta şu anda bile birçok şeyi daha iyi gerçekleştirdiklerine
hiçbir şüphem yok. Fakat yapay zekâların insan zihninden
mahiyet olarak farklı olduğunu, bu makinelerin beceri derecesini
arttırmanın hiçbir şekilde onları, insan zihni gibi bilinçli
bir zihne çeviremeyeceğini düşünüyorum; çünkü asıl sorun
beceri derecesi değil, bu mahiyet farklılığıdır.

Evrendeki Hassas Ayarlara 10 Örnek


1- Evreni meydana getiren patlama (bu mecazi ifadeyle ev­renin başlangıcında bir arada olan maddenin ayrılmasını kas­tediyorum) biraz daha şiddetli olsaydı, evrendeki tüm madde dağılırdı; eğer patlama biraz daha yavaş olsaydı, bütün madde hemen kapanacaktı.Her iki durumda da ne galaksiler ne yıl­dızlar ne Dünyamız ne de canlılar oluşurdu.Patlamanın ga­laksileri, yıldızları, Dünyamızı ve canlıları oluşturacak şekilde olmasının olasılığı, havaya atılan bir kalemin, defalarca sivri ucu üstünde durmasının olasılığı kadar bile değildir.
2- Evrenin başlangıçtaki homojen yapısı da galaksilerin oluşmasının bir şartıdır.Başlangıç homojenliğindeki ufak bir azalma galaksilerin oluşmasına izin vermeyecek ve tüm mad­denin karadeliklere dönüşmesi sonucunu doğuracaktı.O za­man da biz var olamayacaktık.
3- Evrende entropi sürekli artmaktadır.Bu ise evrendeki başlangıç anında çok düşük entropili bir başlangıcın olması gerektiği anlamını taşır.
4- Big Bang’den sonra açığa çıkan protonlar ile anti-pro­tonlar ve nötronlar ile anti nötronlar birbirini yok eder.Can­lılığın oluşabilmesi için proton sayısının anti-protonlardan ve nötron sayısının anti nötronlardan çok olması gerekiyordu ve öyle olmuştur.
5- Evrende canlılığın oluşabilmesi için proton, nötron ve elektronların kendi anti-maddelerinden daha fazla olmaları gerektiği gibi, birbirlerine göre belirlenmiş oranlarda yaratıl­mış olmaları da gerekmekteydi ve de öyle olmuştur.
6- Dünyamız Güneş’e daha uzak olsaydı, yaşama olanak ta­nımayan soğuk ve buzullarla karşı karşıya kalırdık.Eğer Güneş’e daha yakın olsaydık, yeryüzündeki su buharlaşır ve ya­şam mümkün olmazdı.Bunun olasılığı önceki birçok olasılık kadar düşük olmasa da, Dünyamızı canlılığın oluşması açısın­dan özel kılan birçok olasılığın hepsi göz önünde bulundu­rulunca, bunların hepsinin oluşma olasılığı da oldukça düşük gözükmektedir.
7- Dünyamızın çevresindeki manyetik alan da çok özel olarak ayarlanmıştır.Eğer bu manyetik alan daha güçlü olsay­dı, Güneş’ten gelen canlılık için yararlı ışınları da engelleyebi­lirdi.Eğer bu manyetik alan daha zayıf olsaydı, Güneş’ten ge­len zararlı ışınlar yaşamın oluşmasına olanak tanımazdı.
8- Atmosferdeki karbondioksit oranı da yaşamı mümkün kılacak bir değerdedir.Karbondioksit daha fazla olsaydı se­ra etkisi oluşacaktı.Eğer daha az olsaydı bitkilerin fotosentez yapması mümkün olmayacaktı.
9- Atmosferdeki havanın solunabilmesi gibi önemli feno­menlerin gerçekleşebilmesi için havanın belli bir basınçta, akışkanlıkta ve yoğunlukta olması lazımdır.Atmosferin yo­ğunluğu ve akışkanlığındaki değişiklik var olmamamıza se­bep olabilirdi.
10- Yaşam için bütün şartları yerine getiren Dünyamızın, ya­ratılma zamanı da yaşama tam uygun olarak seçilmiştir.Dün­ya eğer daha önce yaratılsaydı canlılık için gerekli ağır atomlar (karbon, oksijen gibi) yeterli miktarda bulunmayacaktı.Eğer Dünyamızın yaratılışı daha sonraya kalsaydı, Güneş Sistemimi­zi oluşturacak yoğunlukta hammadde kalmamış olacaktı.

İnsancı İlke ve Doğa Kanunları


Canlıların var olması için gerekli olan şartlar sıradan şartlar değildir.Ancak çok çok hassas değerlerin seçilmesi sonucun­da bütün canlıların ve biz insanların varlığı mümkün olmuş­tur.20.yüzyıldaki bilimsel gelişmeler sayesinde bahsedilen birçok hassas değer açığa çıktı.Canlıların ve insanın var olma­sını mümkün kılan bu hassas ayarların varlığı, bilim insanlarının da dikkatini çekti ve bu durum İnsancı İlke (Anthropic Principle) olarak isimlendirildi.İnsancı İlke yaklaşımı, ilk ola­rak Brandon Carter tarafından 1974’te kullanıldı ve o günden beri bilim, felsefe ve teoloji alanında birçok tartışmaya konu olmaktadır.
İnsancı İlke ile hem doğadaki yasaların hem de fizikî dün­yadaki oluşumların, insanlığın varlığını mümkün kılacak şe­kilde kritik değerlere sahip olduğu söylenir.Bu kitapta, doğa yasaları ile sabitlerin tasarımı ve fizikî dünyadaki oluşumların tasarımı iki ayrı aşama olarak ele alındı.Doğa yasaları ile sa­bitlerin tasarımı ile kastım, maddeye içkin olan ve evrenin her yerinde geçerli olan yasaların ve sabitlerin tasarımıdır.Örne­ğin çekim gücünün mevcut özellikleriyle varlığı veya proto­nun kütlesinin elektronun kütlesine oranı böyledir.Söz konu­su hassas ayarların bir kısmı şu on örnekle gösterilebilir:
1- Evrende canlılığın oluşabilmesi için proton ve elektro­nun kütleleri mevcut şekilde olmalıdır.Eğer protonun kütle­sinin elektronun kütlesine oranı 1836/1 oranında olmasaydı, canlılığı mümkün kılan uzun moleküller oluşamazdı.
2- Protonlar ve elektronlar çok farklı kütlelerine karşın elektrik yükleriyle birbirlerini dengeler.Eğer bu denge sağlan­masaydı canlılık için gerekli atomlar oluşamayacaktı.Elektro­nun elektrik yükü biraz farklı olsaydı yıldızlar oluşamazdı ki bu da bizim var olmamamız demektir.
3- Güçlü nükleer kuvvet çekirdekteki proton ve nötronları bir arada tutar.Bu kuvvet biraz daha zayıf olsaydı, hidrojen dı­şında hiçbir atom, dolayısıyla canlılık oluşamazdı.
     4- Zayıf nükleer kuvvet biraz daha güçlü olsaydı, Big Bang’de çok fazla hidrojen helyuma dönüşürdü.Eğer bu kuv­vet biraz daha zayıf olsaydı, yıldızlardaki ağır elementlerin oluşumu olumsuz etkilenecekti ve canlılık oluşamayacaktı.
5- Elektromanyetik kuvvet daha şiddetli olsaydı kimyasal bağların oluşumunda sorun çıkardı.Eğer daha zayıf olsaydı da kimyasal bağların oluşumu sorunlu olurdu ve canlılık için mutlak gerekli olan karbon ve oksijen atomları yetersiz kalır­dı.
6- Çekim kuvveti daha şiddetli olsaydı, tüm yıldızlar bu kuvvetin gücüne direnemeden karadeliklere dönüşürdü.Eğer daha zayıf olsaydı, ağır elementleri oluşturacak yıldızlar oluşamayacaktı.Her iki durumda da canlılık mümkün ola­mazdı.
7- Hayat için gerekli atomlardan en önemli ikisi karbon ve oksijendir.Bu atomlardan karbonun oksijen atomunun rezo­nansına oranı daha yüksek olsaydı canlılık için gerekli oksijen yetersiz olurdu.Eğer mevcut olan olağanüstü hassas oran da­ha düşük olsaydı canlılık için gerekli karbon yetersiz olurdu.
8- Hayat için büyük önemi olan karbon ve oksijen atomla­rının oluşumu rezonans seviyelerine bağlı olduğu gibi, helyum atomunun rezonansına da bağlıdırlar.Helyumun rezonansı yüksek olsaydı yaşam için gerekli karbon ve oksijen miktarı yetersiz olurdu, eğer helyumun rezonansı düşük olsaydı yine yaşam için gerekli karbon ve oksijen miktarı yetersiz olurdu.
9- Nötronların mevcut kütlelerinden daha az veya daha fazla kütleye sahip olmaları durumunda da canlılığın oluşu­munu olanaklı kılacak süreçler gerçekleşemezdi.
10- Zayıf nükleer kuvvet, güçlü nükleer kuvvet, elektromanyetik kuvvet ve yerçekimi kuvvetinin belli hassas ayarlamalar gözetilerek yaratılmaları gerektiği gibi, birbirlerine göre uy­gun şekilde de yaratılmaları gerekmektedir.Bu hem galaksi­lerin ve yıldızların hem de tüm canlıların var olabilmesi için gerekli çok hassas bir dengedir.Bu hassas dengeye şöyle bir örnek verilebilir: Çekim kuvvetinin elektromanyetik kuvvete oranı sırf 1040’da 1 oranında bile değişseydi, yıldızların oluşu­mundaki olumsuzluklar canlılığın oluşumuna izin vermeye­cek seviyede olurdu.
Evrende mevcut olan bu hassas ayarların hepsinin birden gerçekleşmesiyle ancak canlılığın mümkün olduğuna dikkat edilmelidir.Olasılık hesapları açısından, bu tip durumlarda, bütün olasılıkların çarpımının, amacın gerçekleşmesinin ola­sılığını verdiğini unutmamalıyız.Örneğin S sonucunun ger­çekleşmesi ilk olarak milyarda bir, ikinci olarak katrilyonda bir, üçüncü olarak trilyonda bir olasılıklarının hepsinin ger­çekleşmesine bağlıysa; S’nin gerçekleşme olasılığı “milyar x katrilyon x trilyon’da 1”dir.
Bunlar da göstermektedir ki modern bilimle son dönemde ortaya çıkan veriler, tarih boyunca tasarım delili ile ortaya ko­nan anlayışla uyumludur.Canlılığın varlığı, birkaç olasılıktan birine bağlı basit bir olasılıkla ifade edilemez; canlılığın varlığı için gerekli çok basit bir ön şart, örneğin sırf 10.maddede­ki şart bile 10 üzeri kırk’ta 1 olasılığa denk gelmektedir ki bu olasılık “trilyon x trilyon x milyar x on milyonda 1” demektir.Böyle bir olasılığın ne demek olduğunu şöyle bir örnekle anlatmaya çalışayım: Dünya’nın çöllerinde, plajlarında ve okyanusların­da var olan bütün kum tanelerinin içine bir tek kum tanesini sakladıktan sonra, tüm bu kumlardan rastgele bir şekilde bir kum tanesi çeken kişinin, saklanan tek kum tanesini bulma olasılığı bile 10 üzeri 40’ta 1 olasılıktan çok daha yüksektir.Üstelik 10 üzeri 40’ta 1 olasılık, mevcut yüzlerce hassas ayardan sadece birisini göstermektedir.

Hume, Kant ve İmkan Delili


Hume, maddî evrenin, her şeyin açıklamasını, Allah’a ih­tiyaç duyulmaksızın, bize sunmasının mümkün olabileceğini söyleyerek agnostik yaklaşımını savunmuştu. Hume’dan al­dığı ilhamla agnostik yaklaşımını geliştiren Kant ise evrenin başlangıcı olduğu ve olmadığına dair tez ile antitezin ikisinin de doğrulanamayacağı ve yanlışlanamayacağını; bu yüzden rasyonel bir kozmoloji kurmanın mümkün olmadığını söyle­di. Kant’ın bu görüşünü ifade eden birinci antinomisi (çatışkı­sı) olarak anılan tez ile antitez şöyledir:
Tez: Evrenin zamanda bir başlangıcı vardır ve uzayda sı­nırlıdır.
Antitez: Evrenin zamanda bir başlangıcı ve uzayda bir sını­rı yoktur; evren, zamanda ve uzayda sonsuzdur.
Bu tip iddialara karşı, tarih boyunca kozmolojik delilin en güzel ifade ediliş biçimlerinden biri “imkân delili” olmuştur.İbn Sina ile beraber birçok İslam felsefecisinin kullandığı ter­minolojiden faydalanarak argümanımı şöyle sunabilirim:
1- Bir varlık ya zorunlu varlıktır, ya da mümkün varlıktır.
2- Her mümkün varlık zorunlu bir varlığa gereksinim duyar.
3- Sonradan var olan (maddî veya zihnin bir projeksiyonu olarak) varlık zorunlu varlık olamaz.
4- Ya Allah, ya da evren zorunlu varlıktır.
5- Evrenin bir başlangıcı vardır.
6- Demek ki (1, 3 ve 5’e göre) evren mümkün varlıktır.
7- Demek ki (4 ve 6’ya göre) Allah zorunlu varlıktır.
Bu “imkân delili”nde de kritik madde, daha önceki sayfa­larda geçen “hudus delili”nde olduğu gibi, evrenin başlangıcı olduğunu söyleyen maddedir.Bu delile karşı Hume ve Kant’ın takipçisi agnostikler, pekâlâ evrenin de zorunlu varlık olabile­ceğini söyleyerek bilinemezci tavırlarını savunacaklardır; na­türalist-materyalist bir anlayışı savunanlar ise evrenin zorun­lu varlık olduğunu söyleyerek ateizmlerini temellendirmeye çalışacaklardır.Fakat artık bu delilin, evrenin bir başlangıcı olduğunu söyleyen kritik maddesi (burada 5.madde), sadece felsefî argümantasyonlarla—daha önce gösterildiği gibi—de­ğil, bilimsel verilerle de desteklenmektedir.

Entropi ve Evrenin Başlangıcı

1- Evrendeki entropi geri çevrilemeyecek şekilde sürekli artmaktadır.
2- Buna göre evrende bir gün termodinamik denge oluşacak ve ısı ölümü yaşanacaktır. Kısacası evren ebedî değildir, bir sonu vardır.
3- Geçmiş zaman sonsuz olsaydı, evrende termodinamik dengeye gelinmesi ve hareketin durması gerekirdi.
4- Şu anda hareketin devam ettiğine tanıklık etmekteyiz.                                                           

5- Demek ki evren sonsuzdan beri var olamaz, dolayısıyla evrenin bir başlangıcı vardır.

Kainatın Başlangıcı

Tasarım Delili
Tasarım delili, doğa içindeki yasalar ve tesadüfî oluşumlar çerçevesinde evrendeki oluşumları ve canlıları açıklamaya çalışan ateist bir anlayış yerine; evrensel oluşumları ve canlıları, ancak, bunları oluşturan sürecin arkasında üstün bir Kudreti, İlmi ve Bilinci kabul edersek açıklayabileceğimizi savunan bir anlayışın dile getirilmesidir.

Kozmolojik Delil


"NEDEN HIÇBIR ŞEY yerine bir şeyler var?” sorusu, karşımızda duran evrenin ve maddenin varlığının bir açıklaması olması gerektiğini dile getirmek için ünlü felsefeci ve matematikçi Leibniz tarafından sorulmuştur. Kozmolojik delile göre, bu evrenin bir açıklamaya ihtiyacı vardır ve evren, kendi açıklamasını kendi içinde barındırmaz; evrenin açıklaması ancak kendi varlığı hiçbir şeye bağlı olmayan zorunlu bir varlık ile yapılabilir ki, bu varlığa Allah denmektedir. Aslında kozmolojik delil, tek bir şekilde formüle edilen bir delil değildir; daha ziyade kozmolojik deliller ailesi olduğunu söylemek yerinde olacaktır. 
Hudus Delili
Bu delilin, İslam düşüncesindeki kelam ilmi tarafından yaygın olarak savunulmuş şekline “hudus delili” denir; Gazali gibi filozoflar ve kelamcılar tarafından da savunulan bu delil şöyle ifade edilebilir:
1- Her var olmaya başlayan, başlangıcı için kendisi dışında bir sebebe muhtaçtır.
2- Evrenin bir başlangıcı vardır.
3- O halde evrenin var olmaya başlamasının kendi dışında bir sebebi vardır.

Big Bang ve Evrenin Başlangıcı

Evrenin bir başlangıcı olması gerektiği fikrine en güçlü bilimsel destek ise 1920’li yıllardan başlayarak geliştirilen Big Bang Teorisi ile geldi. Big Bang ve Tanrı isimli kitabımda, bu teorinin neden bilimsel ve felsefî kriterler açısından başarılı bir teori olduğunu; bu teorinin gözlemsel verilerle desteklenmesi, sağlam matematiksel yapısı ve alternatif tüm görüşlere üstünlük sağlaması gibi özelliklerine dayanarak göstermeye çalıştım. Bu teoriyle gözlediğimiz evrenin başlangıç zamanının aşağı yukarı hesaplanması ve bu başlangıcı takip eden süreçlerin ayrıntılı bilgisinin edinilmesi mümkün oldu. Artık içinde bulunduğumuz evrenin başlangıcı olup olmadığı değil, bu başlangıcın tam olarak ne zaman olduğu tartışma konusudur
(Farklı hesaplama yöntemleri ile elde edilen veriler, 13.7 milyar yıl önce bu başlangıcın olduğunu göstermektedir.)

Günümüzde Bilime Hakim Olan Paradigma


...felsefî natüralizmi “aktif ateizm” olarak sınıflamak, metodolojik natüralizmi ise 
“pasif ateizm” olarak sınıflamak yerinde olacaktır. Metodolojik natüralizm,
felsefî natüralizmi kesin olarak doğru kabul ederek doğa-dışının var
olmadığı iddiasında bulunmasa da metot olarak felsefî natüralizmi
doğruymuş gibi kabul eder. Günümüzde bilime hâkim
olan paradigmanın metodunun bu olduğu söylenebilir; bu
metodolojinin etkisiyle fizik ve biyoloji kitaplarında Allah’a
atıf yapılmaz. Newton’un yazdığı bir kitabı, günümüzde, bir
fizik öğretmeni ders kitabı olarak yazmış olsaydı; bu kitabın
ders kitabı olması herhalde yasaklanırdı. Hatta Darwin’in en
meşhur eseri olan Türlerin Kökeni’ni, bugün bir biyoloji öğretmeni
yazmış olsaydı; herhalde bu kitaptaki Yaratıcıya atıflar
çıkartılmadan, bu kitap ders kitabı olarak okutulamazdı.

Sayfa 13

Oku, ama neyi?


Bazı kitaplar görürüm, bunları kim okur diye düşünürüm; sonra bazı insanlar görürüm, bunlar hangi kitapları okurlar diye düşünürüm.
Andre Gide

İstiğna


Friday, August 16, 2013

Şeytanın En Büyük Hilesi



The greatest trick the Devil ever pulled was convincing the world he didn't exist.
Verbal Kint / Olağan Şüpheliler (1995) 

Expelled: No Intelligence Allowed


Ben Stein: What do think is the possibility that there then, intelligent design might turn out to be the answer to some issues in genetics... or in evolution?

Richard Dawkins: Well... it could come about in the following way: it could be that uh, at some earlier time somewhere in the universe a civilization e-evolved... by probably by some kind of Darwinian means to a very very high level of technology and designed a form of life that they seeded onto... perhaps this... this planet. Um, now that is a possibility. And uh, an intriguing possibility. And I suppose it's possible that you might find evidence for that if you look at the um, at the detail... details of our chemistry molecular biology you might find a signature of some sort of designer.

Ben Stein: [voice over] Wait a second. Richard Dawkins thought intelligent design might be a legitimate pursuit?
Richard Dawkins: Um, and that designer could well be a higher intelligence from elsewhere in the universe. But that higher intelligence would itself would have to come about by some explicable or ultimately explicable process. It couldn't have just jumped into existence spontaneously. That's the point.
Ben Stein: [voice over] So professor Dawkins was not against intelligent design, just certain types of designers. Such as God.
 **
Richard Dawkins: We know the sort of event that must have happened for the origin of life.
Ben Stein: And what was that?
Richard Dawkins: It was the origin of the first self replicating molecule.
Ben Stein: Right, and how did that happen?
Richard Dawkins: I've told you, we don't know.
Ben Stein: So you have no idea how it started.
Richard Dawkins: No, no. Nor has anyone