Vahdet-i vücud, bir makam değil, bir hâldir ve sâlikin mârifet ufku itibarıyla duyup sezdiği, zevk edip yaşadığı bir vahdet bilgisinin unvanıdır. Böyle bir seviyeye ulaşan bu meşrepteki bir sâlik, hakikî varlığın tek olduğunu, o da Hakk’ın varlığından ibaret bulunduğunu bir hiss-i bâtınla duyar.. ve her şeyi, o Mutlak Vücud’un ziyası karşısında ya bir gölge olarak hisseder veya hayalî bir mevcud sayar. Ne var ki, sofiyeden vahdet-i vücudcular böyle bir hissî mârifeti, nazarî ve felsefî olarak değil; yaşayarak ve kalbî tecrübeleriyle test ederek vicdanlarının bir buudu hâline getirir, sonra da, gerekiyorsa beyan güçleri ölçüsünde onu ifade etmeye çalışırlar. Onların, kesrette vahdet ve vahdette kesretle alâkalı ifadeleri, vahdetin esas, kesretin ise hayal olduğu mülâhazasıyla hep bu sübjektif ve vicdanî duyuşun sesleri ve yorumlarıdırlar. Zaten oturup kalkıp, her şeyde O’nun isim ve sıfatlarının tecellîlerini müşâhede eden bir hâl ve zevk erinin başka şekilde olması da düşünülemez. Evet onlar, akıl ve hayalin ulaşabildiği ufukların çok ötesinde, o Yüce Varlığın huzurunu duyarak “Sen” der kendilerinden geçer ve
“Cemalini nice yüzden görem diyen dilber,
“Şikeste âyineler gibi pâre pâre gerek..”
şeklinde hislerini mırıldanarak hep o Mevcûd-u Meçhul’e yönelirler.
Vahdet-i şuhûd, her şeyi bir görme hâlidir ki, İmam Rabbânî’yle başlı başına bir ekol hâline getirilen bu mülâhaza vahdet-i vücuddan sahabi telakkisine daha yakın olmakla beraber, yine de bir sekir ve gaybet hâli ve vecd ü istiğrak mealli olması açısından temkin-i etemm ve yakaza-i tâmme mesleği kabul edilen sahabi mülâhazasıyla tam bir mutabakat içinde olduğu söylenemez. Bu meslek erbabı, sekr u istiğrak hâlinde söyledikleri sözleri, fevkalâde bir temkinle muhataplarına sunar ve onların herhangi bir şaşkınlığa düşmelerine de kat’iyen fırsat vermezler.
Vahdet-i mevcud, batılıların “panteizm” hatta değişik varyasyonları itibarıyla “monizm” de dedikleri felsefî bir ekoldür. Kâinatta her şeyi bir ilâh veya onun tezahürü görmeye dayanan böyle bir görüşün, İslâm Tasavvufuyla telifi şöyle dursun, Müslümanların geliştirdikleri herhangi bir felsefî cereyanla uzlaştırılması dahi mümkün değildir. Daha evvel de temas edildiği gibi bu düşünceyi paylaşanlar “Heme ost–her şey O’dur.” diyerek bir ulûhiyet-i sâriye dalâletine düşmelerine karşılık, Sünnî mutasavvifîn her zaman “Heme ezost–her şey O’ndandır.” mülâhazasıyla kendilerini ifade edegelmişlerdir.