“ Elli yaşlarında
bir adamdı. Öyle şişmandı ki yıllardır koltuğundan yardımsız kalkamıyordu, ama
yine de bütün iriliğine rağmen biçimli, hatta güzeldi; çünkü Burmalılar beyaz
adamlar gibi şiştikçe çökmezlerdi, tersine olgunlaşan bir meyve gibi simetrik bir
şekilde şişmanlarlardı.”
**
“Sulh yargıcı
olarak yöntemleri çok yalındı. Ne kadar rüşvet verilirse verilsin hiçbir davada
yargısı satılık değildi, çünkü yanlış karar veren bir sulh yargıcının önünde
sonunda yakalanacağını biliyordu. Çok daha güvenli bir yol bulmuştu; iki
taraftan da rüşvet alıyor, sonra da tümüyle yasalara uygun olarak karar
veriyordu. Bu davranışı onun tarafsız biri olarak tanınmasını sağlamıştı ve bu
da çok işine yarıyordu.”
**
“Hiçbir Avrupalı kanıtlara aldırmaz. Bir adamın yüzünün
rengi siyahsa, kuşku yeterli kanıttır. Birkaç imzasız mektup mucizeler
yaratır.”
**
“Şişmanlığından gurur duyuyordu, çünkü bu et yığınlarını
büyüklüğünün bir simgesi olarak görüyordu. Bir zamanlar kimsenin tanımadığı aç
bir adamken şimdi şişman, zengin ve korkulan biri olmuştu. Düşmanlarının
bedenleriyle semirmişti; bu düşünceden neredeyse şiirsel anlamlar çıkarıyordu.”
**
“Zenginleştin, güçlendin ama bunun sana ne yararı oldu Ko Po
Kyin? Yoksulken daha mutluyduk. Ah, sen daha yalnızca küçük bir kasaba
memuruyken ilk evimizi aldığımız zamanı hatırlıyorum. Yeni hasır
mobilyalarımızla ve senin altın saplı dolmakaleminle nasıl gururlanıyorduk!
Genç İngiliz polis memuru evimize geldiğinde sandalyeye oturup bir şişe bira
içince ne büyük bir onur kazandığımızı düşünmüştük! Para mutluluk getirmiyor.
Şimdi daha fazla parayla ne isteyebilirsin ki?"
"Saçmalıyorsun kadın, saçma bunlar! Sen kendi yemeklerinle
ve dikişlerinle uğraş, resmi konuları da onlardan anlayanlara bırak."
"Bilmiyorum. Senin karınım ve her zaman senin sözünü
dinledim. Ama en azından sevap işlemek için hiçbir zaman çok geç değildir.
Biraz daha sevap kazanmaya çalış Ko Po Kyin! Örneğin birkaç canlı balık satın
alsan ve onları nehre salıversen nasıl olur? Böyle yapmak çok sevap kazandırır.
Ayrıca rahip bu sabah pirincini almaya geldiğinde manastıra iki yeni rahibin
geldiğini ve aç olduklarını anlattı bana. Onlara bir şeyler vermek istemez
miydin Ko Po Kyin? Ben hiçbir şey vermedim ki bunu yaparak sevap kazanan sen
olasın."
U Po Kyin aynaya arkasını döndü. Bu söylenenlerden biraz
etkilenmişti. Durum uygunsa sevap kazanma fırsatını hiç kaçırmazdı. Onun
gözünde bir kenara yığılan sevaplar bankaya yatırılan paralar gibi sürekli
olarak artan şeylerdi. Nehre salıverilen her balık, bir rahibe verilen her
armağan onu Nirvana'ya bir adım daha yaklaştırıyordu. Bu güven verici bir düşünceydi.
Köyün muhtarı tarafından ona verilen bir sepet mangonun manastıra
gönderilmesini emretti.”
**
“Of canı cehenneme. Pederi sevindirmek için sümüklü ilahiler
okuyabilirim ben de, ama şu lanet yerli Hıristiyanların kilisemize
doluşmalarına dayanamıyorum. Bir yığın Madrassi hizmetkârı ve Karen okul
öğretmeni. Sonra şu iki sarı-göbek, Francis ve Samuel. Onlar dakendilerine
Hıristiyan diyorlar. Pederin geçen gelişinde ön sıraya gelip beyazlarla
birlikte oturma cüretini gösterdiler. Birilerinin bu konuda pederle konuşması
gerek. Şu misyonerleri bu ülkeye salmakla ne büyük bir aptallık etmişiz. Pazar
yerindeki çöpçülere onların da bizim kadar iyi olduğunu öğretmek... 'Lütfen
bayım, ben Hıristiyan, efendi ile aynı.' Lanet olası küstahlar.”
**
“Flory kanepede doğruldu. Bunun bir nedeni huysuzluğundan
sırtına binlerce iğne batıyor gibi hissetmesi, öteki nedeni de DoktorTa olan
tartışmalarının en sevdiği bölümünün başlamak üzere olmasıydı. İki adamın her
karşılaşmasında konuşmaları bu noktaya gelir dayanırdı. Tepetaklak bir durumdu
bu, çünkü İngiliz sert bir şekilde İngiliz karşıtıydı, Hintli de fanatik ölçüde
İngilizlere bağlıydı. Dr. Veraswami İngilizlere karşı, binlerce İngiliz
tarafından küçümsenmenin bile sarsamadığı tutkulu bir hayranlık duyuyordu.
Büyük bir hevesle kendisinin bir Hintli olarak yozlaşmış ve aşağılık bir ırka
ait olduğunu savunurdu. İngiliz adaletine duyduğu güven öylesine büyüktü ki
hapishanede bir kırbaçlama ya da idamda hazır bulunduktan sonra kara yüzü
solmuş bir şekilde eve gelip de kendini ancak viski ile toparlayabildiği zaman
bile inancının gücünde bir azalma olmuyordu. Flory'nin kışkırtıcı görüşleri onu
çok şaşırtıyor, ama aynı zamanda da sofu bir dindarın Tanrı'nın duasının
tersten okunuşunu duyunca aldığı hazza benzer ürpertici bir haz veriyordu.
"Benim sevgili Doktorum," dedi Flory, "bizim
bu ülkede bulunmamızın hırsızlık yapmaktan başka bir amacının olmadığını nasıl
anlayabilirsiniz? Çok basit. Memurlar Burmalıları ezerken işadamları da onların
ceplerine dalıyorlar. Eğer bu ülke İngilizlerin elinde olmasaydı, diyelim benim
firmamın şimdiki gibi kereste sözleşmeleri yapabileceğini mı sanıyorsunuz? Ya
da başka kereste firmalarının veya petrol şirketlerinin, madencilerin, çiftçi
ve tüccarların? Arkasında hükümet olmasa pirinç çemberi talihsiz çiftçiyi soyup
soğana çevirmeye nasıl devam edebilirdi? İngiliz İmparatorluğu yalnızca ticaret
tekellerini İngilizlere vermek için bir araç - ya da daha doğrusu Yahudi ve
İskoç çetelerine."
"Dostum, sizin böyle konuştuğunuzu duymak benim için
çok acıklı bir şey. Gerçekten de çok acıklı. Ticaret için burada olduğunuzu
söylüyorsunuz. Elbette öylesiniz. Burmalılar kendi başlarına ticaret
yapabilirler miydi? Makineler, gemiler, tren yolları yapabilirler miydi? Siz
olmazsanız umutsuz bir durumdalar. Eğer İngilizler orada olmasaydı Burma ormanları ne olurdu? Dosdoğru Japonlara satılırdı, onlar da
kesip yok ederlerdi. Sizin elinizde yok olmadıkları gibi gerçekten gelişiyorlar
da. İşadamlarınız ülkemizin kaynaklarını geliştirirken memurlarınız da bizi
uygarlaştırıyorlar, yalnızca kamu sevgileri yüzünden bizi kendi düzeylerine
yükseltmeye çalışıyorlar. Bu göz kamaştırıcı bir özveri rekoru."
"Zırva bunlar sevgili Doktor. Kabul ediyorum, genç
delikanlılara viski içmeyi ve futbol oynamayı öğretiyoruz, ama bundan başka pek
bir şey öğrettiğimiz yok.
Okullarımıza bak - ucuz kâtipler yetiştiren fabrikalar.
Hintlilere işe yarar tek bir el sanatı öğretmedik. Buna cesaret edemeyiz;
endüstride rekabetten korkarız. Hatta çeşitli endüstrileri ezip yok ettik. Hint
muslinleri nereye gitti şimdi? Kırklarda ya da daha öncesinde Hindistan'da
denize açılan gemiler yapılıyordu ve bunlar için adam da yetiştiriliyordu.
Şimdi burada denize açılabilecek bir balıkçı teknesi bile yapamıyorsunuz. On
sekizinci yüzyılda Avrupa standartlarıyla en azından boy ölçüşebilecek toplar
dökülebiliyordu. Şimdi, biz yüz elli yıl Hindistan'da kaldıktan sonra bütün
kıtada pirinç bir fişek kartuşu bile yapamaz duruma geldiniz. Hızlı gelişebilen
Doğu ırkları yalnızca bağımsız kalanlar oldu. Japonları örnek vermeyeceğim ama
Siyam'ın durumuna bak...”