Wednesday, July 13, 2016

Burma Günleri


“ Elli yaşlarında bir adamdı. Öyle şişmandı ki yıllardır koltuğundan yardımsız kalkamıyordu, ama yine de bütün iriliğine rağmen biçimli, hatta güzeldi; çünkü Burmalılar beyaz adamlar gibi şiştikçe çökmezlerdi, tersine olgunlaşan bir meyve gibi simetrik bir şekilde şişmanlarlardı.”

**
“Sulh yargıcı olarak yöntemleri çok yalındı. Ne kadar rüşvet verilirse verilsin hiçbir davada yargısı satılık değildi, çünkü yanlış karar veren bir sulh yargıcının önünde sonunda yakalanacağını biliyordu. Çok daha güvenli bir yol bulmuştu; iki taraftan da rüşvet alıyor, sonra da tümüyle yasalara uygun olarak karar veriyordu. Bu davranışı onun tarafsız biri olarak tanınmasını sağlamıştı ve bu da çok işine yarıyordu.”

**
“Hiçbir Avrupalı kanıtlara aldırmaz. Bir adamın yüzünün rengi siyahsa, kuşku yeterli kanıttır. Birkaç imzasız mektup mucizeler yaratır.”

**
“Şişmanlığından gurur duyuyordu, çünkü bu et yığınlarını büyüklüğünün bir simgesi olarak görüyordu. Bir zamanlar kimsenin tanımadığı aç bir adamken şimdi şişman, zengin ve korkulan biri olmuştu. Düşmanlarının bedenleriyle semirmişti; bu düşünceden neredeyse şiirsel anlamlar çıkarıyordu.”

**
“Zenginleştin, güçlendin ama bunun sana ne yararı oldu Ko Po Kyin? Yoksulken daha mutluyduk. Ah, sen daha yalnızca küçük bir kasaba memuruyken ilk evimizi aldığımız zamanı hatırlıyorum. Yeni hasır mobilyalarımızla ve senin altın saplı dolmakaleminle nasıl gururlanıyorduk! Genç İngiliz polis memuru evimize geldiğinde sandalyeye oturup bir şişe bira içince ne büyük bir onur kazandığımızı düşünmüştük! Para mutluluk getirmiyor. Şimdi daha fazla parayla ne isteyebilirsin ki?"

"Saçmalıyorsun kadın, saçma bunlar! Sen kendi yemeklerinle ve dikişlerinle uğraş, resmi konuları da onlardan anlayanlara bırak."

"Bilmiyorum. Senin karınım ve her zaman senin sözünü dinledim. Ama en azından sevap işlemek için hiçbir zaman çok geç değildir. Biraz daha sevap kazanmaya çalış Ko Po Kyin! Örneğin birkaç canlı balık satın alsan ve onları nehre salıversen nasıl olur? Böyle yapmak çok sevap kazandırır. Ayrıca rahip bu sabah pirincini almaya geldiğinde manastıra iki yeni rahibin geldiğini ve aç olduklarını anlattı bana. Onlara bir şeyler vermek istemez miydin Ko Po Kyin? Ben hiçbir şey vermedim ki bunu yaparak sevap kazanan sen olasın."

U Po Kyin aynaya arkasını döndü. Bu söylenenlerden biraz etkilenmişti. Durum uygunsa sevap kazanma fırsatını hiç kaçırmazdı. Onun gözünde bir kenara yığılan sevaplar bankaya yatırılan paralar gibi sürekli olarak artan şeylerdi. Nehre salıverilen her balık, bir rahibe verilen her armağan onu Nirvana'ya bir adım daha yaklaştırıyordu. Bu güven verici bir düşünceydi. Köyün muhtarı tarafından ona verilen bir sepet mangonun manastıra gönderilmesini emretti.”

**
“Of canı cehenneme. Pederi sevindirmek için sümüklü ilahiler okuyabilirim ben de, ama şu lanet yerli Hıristiyanların kilisemize doluşmalarına dayanamıyorum. Bir yığın Madrassi hizmetkârı ve Karen okul öğretmeni. Sonra şu iki sarı-göbek, Francis ve Samuel. Onlar dakendilerine Hıristiyan diyorlar. Pederin geçen gelişinde ön sıraya gelip beyazlarla birlikte oturma cüretini gösterdiler. Birilerinin bu konuda pederle konuşması gerek. Şu misyonerleri bu ülkeye salmakla ne büyük bir aptallık etmişiz. Pazar yerindeki çöpçülere onların da bizim kadar iyi olduğunu öğretmek... 'Lütfen bayım, ben Hıristiyan, efendi ile aynı.' Lanet olası küstahlar.”

**
“Flory kanepede doğruldu. Bunun bir nedeni huysuzluğundan sırtına binlerce iğne batıyor gibi hissetmesi, öteki nedeni de DoktorTa olan tartışmalarının en sevdiği bölümünün başlamak üzere olmasıydı. İki adamın her karşılaşmasında konuşmaları bu noktaya gelir dayanırdı. Tepetaklak bir durumdu bu, çünkü İngiliz sert bir şekilde İngiliz karşıtıydı, Hintli de fanatik ölçüde İngilizlere bağlıydı. Dr. Veraswami İngilizlere karşı, binlerce İngiliz tarafından küçümsenmenin bile sarsamadığı tutkulu bir hayranlık duyuyordu. Büyük bir hevesle kendisinin bir Hintli olarak yozlaşmış ve aşağılık bir ırka ait olduğunu savunurdu. İngiliz adaletine duyduğu güven öylesine büyüktü ki hapishanede bir kırbaçlama ya da idamda hazır bulunduktan sonra kara yüzü solmuş bir şekilde eve gelip de kendini ancak viski ile toparlayabildiği zaman bile inancının gücünde bir azalma olmuyordu. Flory'nin kışkırtıcı görüşleri onu çok şaşırtıyor, ama aynı zamanda da sofu bir dindarın Tanrı'nın duasının tersten okunuşunu duyunca aldığı hazza benzer ürpertici bir haz veriyordu.

"Benim sevgili Doktorum," dedi Flory, "bizim bu ülkede bulunmamızın hırsızlık yapmaktan başka bir amacının olmadığını nasıl anlayabilirsiniz? Çok basit. Memurlar Burmalıları ezerken işadamları da onların ceplerine dalıyorlar. Eğer bu ülke İngilizlerin elinde olmasaydı, diyelim benim firmamın şimdiki gibi kereste sözleşmeleri yapabileceğini mı sanıyorsunuz? Ya da başka kereste firmalarının veya petrol şirketlerinin, madencilerin, çiftçi ve tüccarların? Arkasında hükümet olmasa pirinç çemberi talihsiz çiftçiyi soyup soğana çevirmeye nasıl devam edebilirdi? İngiliz İmparatorluğu yalnızca ticaret tekellerini İngilizlere vermek için bir araç - ya da daha doğrusu Yahudi ve İskoç çetelerine."

"Dostum, sizin böyle konuştuğunuzu duymak benim için çok acıklı bir şey. Gerçekten de çok acıklı. Ticaret için burada olduğunuzu söylüyorsunuz. Elbette öylesiniz. Burmalılar kendi başlarına ticaret yapabilirler miydi? Makineler, gemiler, tren yolları yapabilirler miydi? Siz olmazsanız umutsuz bir durumdalar. Eğer İngilizler orada olmasaydı Burma ormanları ne olurdu? Dosdoğru Japonlara satılırdı, onlar da kesip yok ederlerdi. Sizin elinizde yok olmadıkları gibi gerçekten gelişiyorlar da. İşadamlarınız ülkemizin kaynaklarını geliştirirken memurlarınız da bizi uygarlaştırıyorlar, yalnızca kamu sevgileri yüzünden bizi kendi düzeylerine yükseltmeye çalışıyorlar. Bu göz kamaştırıcı bir özveri rekoru."

"Zırva bunlar sevgili Doktor. Kabul ediyorum, genç delikanlılara viski içmeyi ve futbol oynamayı öğretiyoruz, ama bundan başka pek bir şey öğrettiğimiz yok.

Okullarımıza bak - ucuz kâtipler yetiştiren fabrikalar. Hintlilere işe yarar tek bir el sanatı öğretmedik. Buna cesaret edemeyiz; endüstride rekabetten korkarız. Hatta çeşitli endüstrileri ezip yok ettik. Hint muslinleri nereye gitti şimdi? Kırklarda ya da daha öncesinde Hindistan'da denize açılan gemiler yapılıyordu ve bunlar için adam da yetiştiriliyordu. Şimdi burada denize açılabilecek bir balıkçı teknesi bile yapamıyorsunuz. On sekizinci yüzyılda Avrupa standartlarıyla en azından boy ölçüşebilecek toplar dökülebiliyordu. Şimdi, biz yüz elli yıl Hindistan'da kaldıktan sonra bütün kıtada pirinç bir fişek kartuşu bile yapamaz duruma geldiniz. Hızlı gelişebilen Doğu ırkları yalnızca bağımsız kalanlar oldu. Japonları örnek vermeyeceğim ama Siyam'ın durumuna bak...”



Tefekkür

Tefekkür, insanın kendi iç dünyası hakkında kendini düşünmeye zorlaması, eşya ve hâdiseleri sürekli hallaç etmesi ve bütün bunları tekrar ber tekrar mütalâaya alarak engin ve derin düşüncelere açılması demektir. Aslı itibarıyla Arapça bir kelime olan tefekkür, “tefe’ul” babından gelir. Bu babın özelliği ise, tekellüftür. Yani insanın bir işi gerçekleştirmek için ciddi bir gayret ortaya koyup kendini zorlaması, bu istikamette iradesinin hakkını vermesidir. Dolayısıyla rahatlıkla diyebiliriz ki tefekkür kelimesi, türediği kip itibarıyla, basit bir düşünce ameliyesinden ziyade, sistemli, derin ve süreklilik arz eden bir düşünme faaliyetini ifade etmektedir.


Zıtlıkların ve Çelişkilerin Ahengi İçinde Kulluk


Kimi zaman şeytan, insana günahlarını bahane olarak gösterir ve “Bu günahkâr hâlinle Allah’a yönelemezsin!” diyerek onu aldatmaya çalışır. İnsan, böyle durumlarda bir taraftan arınma yollarına tevessül ederken diğer yandan da Allah’ın rahmetini düşünmeli ve “Gerçi cürmüm çok ama gönlüm Sana hayran.” demelidir. İşlenen günahlar, Cenab-ı Hakk’ın icraat-ı süb­ha­niyesine, lütuf, inayet ve ihsanlarına hayranlığa ve teveccühe mâ­ni olmamalıdır. İşlemiş olduğu cürümler insana kendini Ce­nab-ı Hak’tan çok uzakta gösterse de o, duygu ve düşünceleri itibarıyla hep yakınlarda dolaşmaya çalışmalıdır. Bir insan, bırakalım paçalarına veya dizlerine kadar kirlenmeyi, gırtlağına kadar levsiyat içine batsa bile yine ulûhiyet ve rubûbiyet dairesinin biricik sultanı olan Allah’a (celle celâluhu) ve o dairenin en büyük davetçisi olan Allah Resûlü’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) teveccüh etmeli, onları deli gibi sevmeli ve asla bu kapıdan ayrılmamalıdır. Bu, bir yönüyle çelişki sayılır. Fakat mü’min, hayatını bu zıtlıkların ve çelişkilerin ahengi içinde götürmek zorundadır.



Zerre Ağırlığınca…



‘’Kim zerre ağırlığınca bir hayır işlemişse mutlaka onun kar­şı­lığını görür; kim de zerre ağırlığınca bir şer irtikâp etmişse mutlaka onun karşılığını görür.” buyuruyor. Bu âyet-i ke­ri­menin mânâsını, sadece “insanın burada işlediği iyilik ve kötülüklerin karşılığını ahirette alması” şeklinde anlamak eksik olur. Kanaatimce konuya şöyle bakmak gerekir: Atom ağırlığınca bile olsa yapılan iyilik ve kötülüklerin karşılığı belli ölçüde dünyada da görülecektir. Zerre ağırlığı kadar küçük hayırların bile karşılığı görülecekse şayet, mefkûre uğrunda, küre-i arz ağırlığında yapılan hayırların karşılığı öncelikle görülecek, çok defa ilâhî inayet şeklinde tecelli edecek demektir.