Wednesday, August 31, 2016

Dünya Eşitsizliğini Anlamak

Zenginlikte, yoksullukta ve büyüme örüntülerinde görülen bu muazzam farklılıkları neyle açıklayabiliriz? Neden Batı Avrupalı ülkeler ve onların Avrupalı yerleşimcilerle dolu kolonileri 19. yüzyılda neredeyse hiç geriye bakmadan büyümeye başladılar? Amerika’daki kalıcı eşitsizlik sıralamasını neyle açıklayabiliriz? Neden Doğu Asya’nın büyük kısmı baş döndürücü oranlarda ekonomik büyüme gösterirken Sahra-altı Afrika ve Ortadoğu’daki ülkeler Batı Avrupa’da görülen türden bir ekonomik büyüme göstermede başarısız oldular?

Dünya eşitsizliğinin muazzam boyutlarından, önemli sonuçlar doğurmasından ve son derece belirgin örüntülere sahip olmasından ötürü, genel kabul gören bir açıklaması olduğu düşünülebilir. Fakat öyle değil. Sosyal bilimcilerin zenginlik ve yoksulluğun kökenleri için öne sürdüğü çoğu hipotez hiç de işe yaramıyor ve duruma ikna edici bir açıklama getirmekten uzak.


**

Kültür hipotezi


Genel kabul görmüş diğer bir kuram olan kültür hipotezi, zenginliği kültürle ilişkilendirir. Kültür hipotezi, tıpkı coğrafya hipotezi gibi, en azından Protestan Reformu’nun ve kamçıladığı Protestan ahlakının Batı Avrupa’nın modern sanayi toplumunun yükselişini kolaylaştıran anahtar bir rol oynadığını öne süren büyük Alman sosyoloğu Max Weber’e kadar götürülebilecek seçkin bir silsileye sahiptir. Kültür hipotezi artık temellerini yalnızca dine dayandırmıyor, başka inançlara, değerlere ve ahlak anlayışlarına da vurgu yapıyor.

Alenen dile getirilmesi siyaseten doğru olmasa da, çoğu insan hâlâ Afrikalıların düzgün bir iş ahlâkından yoksun oldukları, büyüye-büyücülüğe inanmaya devam ettikleri ya da Batı’nın yeni teknolojilerine ayak diredikleri için fakir olduklarını düşünmeyi sürdürüyor. Ayrıca çoğu kişi, insanlarının hem doğaları gereği sefih ve meteliksiz hem de “İber” ya da “mañana” kültüründen mustarip olmaları nedeniyle Latin Amerika’nın asla zengin olamayacağına da inanıyor. Elbette, bugün Çin, Hong Kong ve Singapur’daki büyümenin lokomotifi olarak Çin’deki iş ahlakı göklere çıkarılsa da zamanında çoğu kişi Çin kültürünün ve Konfüçyus değerlerinin ekonomik büyümeye ters düştüğünü düşünüyordu.

Kültür hipotezi dünya eşitsizliğini anlamada işe yarar mı? Hem evet, hem de hayır. Kültürle ilişkili sosyal normlar önem taşıdıkları, değiştirilmesi zor oldukları ve bazen de bu kitabın dünya eşitsizliğine getirdiği açıklamayı yani kurumsal farklılıkları destekledikleri için, evet. Ancak kültürün din, ulusal ahlak, Afrika ya da Latin değerleri gibi sıklıkla vurgulanan yönleri bu noktaya nasıl geldiğimizi ve dünya eşitsizliğinin neden süreklilik gösterdiğini anlamak için hiç de önem taşımadığı için, büyük ölçüde hayır. İnsanların birbirlerine ne ölçüde güvendikleri ya da işbirliği yapabildikleri gibi diğer hususlar da önem taşır ancak bunlar çoğunlukla kurumların ürünüdür, bağımsız bir nedenin değil.
**
Gelin, kültür hipotezi meraklılarının gözde bölgelerinden birine, Ortadoğu’ya göz atalım. Ortadoğu çoğunlukla Müslüman ülkelerden oluşur ve daha önce belirttiğimiz gibi, bunlar arasında petrolü olma “yanlar çok fakirdir. Petrol üreticileri zengindir fakat bu beklenmedik zenginlik Suudi Arabistan ve Kuveyt’te çok yönlü modern ekonomilerin oluşmasına yol açmamıştır. Peki, bu gerçekler din faktörünün önem taşıdığını göstermez mi? Makul görünmesine karşın bu arguman da doğru değildir. Evet, Suriye ve Mısır gibi ülkeler fakirdir ve nüfuslarının büyük çoğunluğu Müslümandır. Fakat bu ülkeler zenginliğin oluşumunda çok daha fazla önem taşıyan başka konularda da sistematik farklılıklar gösterirler. Her şeyden önce hepsi de gelişimlerini yoğun bir biçimde ve olumsuz yönde şekillendiren Osmanlı İmparatorluğu’nun eski eyaletleriydi. Osmanlı idaresinin çöküşünün ardından Ortadoğu, yine, gelişimlerinin önüne set çeken İngiliz ve Fransız sömürge imparatorluklarının hâkimiyetine geçti. Bağımsızlıklarının ardından büyük ölçüde eski sömürge dünyasının kurallarına göre hareket ederek hiyerarşik, otoriter siyasal rejimler kurdular. Bu rejimlerin birkaç siyasal ve ekonomik kurumu, ileride tartışacağımız gibi, ekonomik başarının elde edilmesinde hayati bir önem taşıyordu. Bu gelişim çizgisinde büyük ölçüde Osmanlı ve Avrupa hâkimiyeti tarihi belirleyici oldu. Ortadoğu’da İslam dini ve yoksulluk arasındaki ilişki büyük ölçüde düzmecedir.

Ortadoğu’nun ekonomik rotasını belirlemede kültürel etkenlerden ziyade bu tarihsel olayların oynadığı rol, 1805-1848 yılları arasında Muhammed Ali idaresindeki Mısır gibi, geçici olarak Osmanlı İmparatorluğu’nun ve Avrupalı güçlerin elinden kurtulan Ortadoğu’nun bazı bölgelerinin hızlı bir ekonomik değişim rotası izleyebilmesinde de görülebilir. Muhammed Ali, Napoleon Bonaparte’ın komutasında Mısır’ı işgal eden Fransız kuvvetlerinin geri çekilmesinin ardından yönetime el koydu. O tarihte Osmanlı’nın Mısır bölgesi üstündeki otorite zafiyetinden istifade ederek şu ya da bu şekilde Nasır’ın öncülüğündeki 1952 Mısır Devrimi’ne dek hüküm sürecek kendi hanedanlığını kurmayı başardı. Zorlayıcı nitelikte olmalarına karşın Muhammed Ali’nin reformları devlet bürokrasisini, orduyu ve vergi sistemini modernize ederek Mısır’ın büyümesini sağladı. Ayrıca tarımda ve sanayide de büyüme kaydedildi. Ancak bu modernizasyon süreci ve büyüme Ali’nin ölümüyle son buldu ve Mısır, Batı’nın etkisi altına girdi.

**
Acaba Avrupalılar iş ahlakları, yaşam görüşleri, Yahudi-Hıristiyan değerleri ya da sahip oldukları Roma mirası nedeniyle bir biçimde daha mı üstündürler? Nüfusun büyük çoğunluğunu Avrupa kökenli halkların oluşturduğu Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’nın dünyanın en müreffeh bölgesi olduğu bir gerçektir. Belki de bu zenginliğin nedeni –ve kültür hipotezinin son kalesi– Avrupa’nın üstün kültür mirasıdır. Yazık ki, kültür hipotezinin bu versiyonu da açıklayıcı olmaktan en az diğerleri kadar uzaktır. Kanada ve Birleşik Devletler nüfusuna kıyasla Arjantin ve Uruguay nüfusunun daha büyük bölümü Avrupa kökenlidir; fakat bu ülkelerin ekonomik performansı tatminkâr olmaktan çok uzaktır. Oysa Japonya ve Singapur’daki Avrupa kökenli yerleşimciler hiçbir zaman bir tutamdan fazla olmamıştır fakat Batı Avrupa’nın pek çok ülkesi kadar müreffehtirler.

**
Ekonomik ve siyasal sisteminin çoğu eksik yönlerine rağmen Çin son 30 yılın en hızlı büyüyen ülkesidir. Çin’de Mao Zedung’un ölümüne kadarki yoksulluğun Çin kültürüyle hiçbir ilgisi yoktu; bu yoksulluk Mao’nun ekonomiyi örgütleme ve siyaseti idare etmede kullandığı feci yöntemden kaynaklanıyordu. 1950’lerde Büyük İleri Atılım’ı, kitlesel açlığa ve kıtlığa yol açan sert bir sanayileşme politikasını benimsedi. 1960’larda entelektüellere, eğitimli insanlara; yani partiye bağlılığından şüphe duyulan herkese kitlesel olarak zulmedilmesine yol açan Kültür Devrimi’ni başlattı. Bu da korkuya, toplumun yetenek ve kaynaklarında büyük bir kayba yol açtı. Aynı şekilde, Çin’in günümüzdeki büyümesinin de Çin değerleriyle ya da Çin’deki kültürel değişimle hiçbir ilgisi yoktur; Mao Zedung’un ölümünün ardından yavaş yavaş sosyalist ekonomik politikaları ve kurumları terk eden Deng Xiaoping ve yandaşlarının önce tarımda ardından sanayide uyguladığı reformların zincirlerinden kurtardığı ekonomik dönüşüm sürecinin bir sonucudur.

**
Cehalet hipotezi dünya eşitsizliğini açıklayabilir mi? Acaba Batı Avrupalı liderler nispeten daha başarılı olmalarından da anlaşılacağı gibi daha iyi bilgilendirilmiş ya da tavsiye almışlardır da, Afrika ülkeleri kendi liderleri ülkelerini yoksulluğa sürükleyen aynı hatalı yönetim anlayışına eğilim gösterdikleri için mi dünyanın geri kalanından daha fakirdir? Sonuçlarını yanlış kestirdikleri için talihsiz politikalar izlemiş liderlere dair meşhur örnekler olsa da, cehalet dünya eşitsizliğinin en iyi ihtimalle küçük bir bölümüne açıklama getirebilir.

**
1971’deki Gana Başbakanı Kofi Busia deneyimi, cehalet hipotezinin ne denli yanıltıcı olabileceğini ortaya koyar. Busia tehlikeli bir ekonomik krizle yüz yüze kalmıştı. 1969’da iktidara gelmesinin ardından kendinden önceki Nkrumah gibi sürdürülemez bir genişlemeci ekonomik politika izledi, pazarlama komiteleri ve aşırı değerlenmiş döviz kuru sayesinde çeşitli fiyat kontrolleri uyguladı. Busia, Nkrumah’ın rakibi olmasına ve demokratik bir yönetim sürdürmesine karşın ülkesinde benzer nitelikte birçok siyasal kısıtlamayla karşılaştı. Nkrumah gibi onun ekonomi politikaları da “cahilliğinden” ve bu politikaların ekonomi için iyi olduğunu ya da ülkeyi geliştirmenin ideal bir yolu olduğunu düşündüğü için benimsenmedi. Bu politikalar tercih edildi; çünkü bunlar Busia’nın hoşnut tutulması gereken, siyasal bakımdan güçlü gruplara –örneğin kentsel alanlardakilere– kaynak aktarmasına olanak sağlayan politikalardı. Fiyat kontrolleri tarıma baskı yaptı, kentsel alanlardaki seçmen bölgelerine ucuz yiyecek sağladı ve hükümet harcamalarını finanse etmek için gelir oluşturdu. Ancak bu kontroller sürdürülemez nitelikteydi. Gana kısa bir süre sonra bir dizi ödemeler dengesi krizi ve döviz darlığıyla boğuşmaya başladı. Bu ikilemler karşısında, 27 Aralık 1971’de Uluslararası Para Fonu’yla, ağır bir devalüasyon da içeren bir anlaşma imzaladı.

IMF, Dünya Bankası ve tüm uluslararası camia, anlaşmada yer alan reformları uygulaması için Busia’ya baskıda bulundu. Uluslararası kurumlar keyiften pek farkında olmasalar da Busia büyük bir siyasal kumar oynadığını biliyordu. Devalüasyonun doğrudan sonucu Gana’nın başkenti Akra’da baş gösteren ve Yarbay Acheampong komutasındaki ordu Busia’yı devirinceye kadar kontrol altına alınamayan ayaklanma ve hoşnutsuzluk oldu; Acheampong’un ilk işi devalüasyona son vermekti. Cehalet hipotezi, yoksulluk sorununu “çözmek” için hazır bir öneriyle gelmesiyle kültür ve coğrafya hipotezlerinden ayrılır: Eğer cehalet sorunumuz varsa aydınlanmış, bilgili yöneticiler ve siyasetçiler bizi bu durumdan kurtarabilir; doğru tavsiyelerle ve siyasetçileri hangi ekonomi politikasının iyi olduğuna ikna ederek tüm dünyada refah “inşa” edebiliriz. Busia deneyimi, bir kez daha, piyasa başarısızlıklarını azaltacak ve ekonomik büyümeyi teşvik edecek politikaları hayata geçirmenin önündeki asıl engelin siyasetçilerin cehaleti değil, içinde bulundukları toplumun siyasal ve ekonomik kurumlarının onlara sunduğu teşvikler ve getirdikleri kısıtlamalar olduğu gerçeğinin altını çizmektedir.

Cehalet hipotezi hâlâ pek çok iktisatçı arasında ve –neredeyse her şeyi bir yana bırakıp refahı nasıl inşa edeceklerine odaklanan– Batılı siyaset çevrelerinde geniş ölçüde kabul görüyorsa da yalnızca işe yaramayan bir başka hipotezden ibarettir. Ne dünya genelinde refahın kökenlerini ne de etrafımızda olan biteni –örneğin neden Birleşik Devletler ve İngiltere değil de Meksika ve Peru gibi bazı ülkelerin yurttaşlarının çoğunu yoksulluğa sürükleyecek kurum ve politikaları seçtiklerini ya da neden Sahra-altı Afrika’nın neredeyse tamamının ve Orta Amerika’nın büyük bölümünün Batı Avrupa ve Doğu Asya’ya kıyasla bu denli yoksul olduğunu– açıklayabilir.

Ülkelerin kendilerini yoksulluğa mahkûm eden kurumsal örüntülerden kurtulup bir ekonomik büyüme çizgisi tutturmayı başarmaları, cahil liderlerinin bir anda daha bilgili ya da daha az çıkarcı olmalarından ya da daha iyi iktisatçılardan tavsiye almalarından kaynaklanmaz.

**
Çin’in komünizmden piyasa teşviklerine geçişini sağlayan daha iyi tavsiyeler ya da ekonominin nasıl işlediğinin daha iyi anlaşılması değildi; siyasetti.

Dünya eşitsizliğini anlamak için öncelikle bazı toplumların neden çok yetersiz ve toplumsal açıdan sakıncalı biçimlerde örgütlendiklerini anlamamız gerektiğini savunacağız. Ülkeler bazen etkili kurumlar hayata geçirmeyi ve zenginliğe erişmeyi de başarırlar; fakat ne yazık ki, bunlar nadiren görülen durumlardır. Çoğu iktisatçı ve siyasetçi “meseleyi doğru anlamaya” odaklanır. Oysa asıl odaklanılması gereken yoksul ülkelerin neden “meseleyi yanlış anladıklarına” açıklama getirmektir. Konuyu yanlış anlamak genellikle ne cehaletle ne de kültürle ilgilidir. İleride göreceğimiz gibi, bu ülkeler iktidardakiler yoksulluğa yol açacak seçimler yaptıkları için yoksuldur. Meseleyi hata ya da cehalet yüzünden değil kasten yanlış anlarlar. Bunu anlamak için iktisadın ve yapılması gerekenleri söyleyen uzman tavsiyelerinin ötesine geçip kararların gerçekte nasıl alındığı, kimin aldığı ve bu insanların neden bu kararları aldığı incelenmelidir. Bu siyasete ve siyasal süreçlere ilişkin bir çalışmadır. İktisat genellikle siyaseti göz ardı eder fakat siyaseti anlamak dünya eşitsizliğini açıklamak için elzemdir. İktisatçı Abba Lerner’ın 1970’lerde belirttiği gibi, “İktisat hallolmuş siyasal problemleri kendine çalışma alanı olarak seçerek Sosyal Bilimlerin Kraliçesi unvanını aldı.”

Zenginliğe ulaşmanın bazı temel siyasal problemleri çözmeye bağlı olduğunu savunacağız. Bunun nedeni tamamen iktisadın siyasal problemleri çözülmüş farz etmesinin dünya eşitsizliği için tatminkâr bir açıklama bulmaya olanak tanımamasıdır. Dünya eşitsizliğinin açıklanması konusunda, farklı türden politikaların ve toplumsal düzenlemelerin ekonomik teşvikleri ve davranışları nasıl etkilediğini anlamak için hâlâ iktisada ihtiyaç vardır. Fakat bunun için siyasete de ihtiyaç vardır.



Tuesday, August 30, 2016

The Power of "Why" and "What If"


Recently I had a conversation with a chief executive who expressed concern about several of her senior managers. They were smart, experienced, competent. So what was the problem? “They’re not asking enough questions,” she said.

This wouldn’t have been a bad thing in the business world of a few years ago, where the rules for success were: Know your job, do your work, and if a problem arises, solve it and don’t bother us with a lot of questions.

But increasingly I’m finding that business leaders want the people working around them to be more curious, more cognizant of what they don’t know, and more inquisitive — about everything, including “Why am I doing my job the way I do it?” and “How might our company find new opportunities?”

I may be hyper-aware of this trend because I think of myself as a “questionologist,” having studied the art of questioning and written a book about it. But I also think there are real forces in business today that are causing people to value curiosity and inquiry more than in the past.

Companies in many industries today must contend with rapid change and rising uncertainty. In such conditions, even a well-established company cannot rest on its expertise; there is pressure to keep learning what’s new and anticipating what’s next. It’s hard to do any of that without asking questions.

Steve Quatrano, a member of the Right Question Institute, a nonprofit research group, explains that the act of formulating questions enables us “to organize our thinking around what we don’t know.” This makes questioning a good skill to hone in dynamic times.

Asking questions can help spark the innovative ideas that many companies hunger for these days. In the research for my book, I studied business breakthroughs — including the invention of the Polaroid instant camera and the Nest thermostat and the genesis of start-ups like Netflix, Square and Airbnb — and found that in each case, some curious soul looked at a current problem and asked insightful questions about why that problem existed and how it might be tackled.

The Polaroid story is my favorite: The inspiration for the instant camera sprang from a question asked in the mid-1940s by the 3-year-old daughter of its inventor, Edwin H. Land. She was impatient to see a photo her father had just snapped, and when he tried to explain that the film had to be processed first, she wondered aloud, “Why do we have to wait for the picture?”

One might assume that people can easily ask such questions, given that children do it so well. But research shows that question-asking peaks at age 4 or 5 and then steadily drops off, as children pass through school (where answers are often more valued than questions) and mature into adults. By the time we’re in the workplace, many of us have gotten out of the habit of asking fundamental questions about what’s going on around us. And some people worry that asking questions at work reveals ignorance or may be seen as slowing things down.

So how can companies encourage people to ask more questions? There are simple ways to train people to become more comfortable and proficient at it. For example, question formulation exercises can be used as a substitute for conventional brainstorming sessions. The idea is to put a problem or challenge in front of a group of people and instead of asking for ideas, instruct participants to generate as many relevant questions as they can. Kristi Schaffner, an executive at Microsoft, regularly conducts such exercises there and says they sharpen analytical skills.

Getting employees to ask more questions is the easy part; getting management to respond well to those questions can be harder. When leaders claim they want “everyone to ask more questions,” I sometimes (in my bolder moments) ask: “Do you really want that? And what will you do with those questions once people start asking them?”

For questioning to thrive in a company, management must find ways to reward the behavior — if only by acknowledging the good questions that have been asked. For example, I visited one company that asked all employees to think of “what if” and “how might we” questions about the company’s goals and plans. Management and employees together decided which of these mission questions were best, then displayed them on banners on the walls.

Leaders can also encourage companywide questioning by being more curious and inquisitive themselves. This is not necessarily easy for senior executives, who are used to being the ones with the answers. I’ve noticed during questioning exercises at some companies that top executives sit in the back of the room, laptops open, attending to other business; they seem to think their employees are the only ones who need to learn. As they do this, these leaders are modeling precisely the kind of incurious behavior they’re trying to change in others.


They could set a better example by asking “why” and “what if” — while asking others to do likewise. And as the questions proliferate, some good answers are likely to follow.

Warren Berger
http://mobile.nytimes.com/2016/07/03/jobs/the-power-of-why-and-what-if.html

Richard Feynman: The Difference Between Knowing the Name of Something and Knowing Something

His explanations — on why questionswhy trains stay on the tracks as they go around a curvehow we look for new laws of sciencehow rubber bands work, — are simple and powerful. Even his letter writing moves you. His love letter to his wife sixteen months after her death still stirs my soul.
In this short clip (below), Feynman articulates the difference between knowing the name of something and understanding it.
See that bird? It’s a brown-throated thrush, but in Germany it’s called a halzenfugel, and in Chinese they call it a chung ling and even if you know all those names for it, you still know nothing about the bird. You only know something about people; what they call the bird. Now that thrush sings, and teaches its young to fly, and flies so many miles away during the summer across the country, and nobody knows how it finds its way.
Knowing the name of something doesn’t mean you understand it. We talk in fact-deficient, obfuscating generalities to cover up our lack of understanding.
How then should we go about learning? On this Feynman echoes Einstein, and proposes that we take things apart:
In order to talk to each other, we have to have words, and that’s all right. It’s a good idea to try to see the difference, and it’s a good idea to know when we are teaching the tools of science, such as words, and when we are teaching science itself.
[…]
There is a first grade science book which, in the first lesson of the first grade, begins in an unfortunate manner to teach science, because it starts off with the wrong idea of what science is. There is a picture of a dog–a windable toy dog–and a hand comes to the winder, and then the dog is able to move. Under the last picture, it says “What makes it move?” Later on, there is a picture of a real dog and the question, “What makes it move?” Then there is a picture of a motorbike and the question, “What makes it move?” and so on.
I thought at first they were getting ready to tell what science was going to be about–physics, biology, chemistry–but that wasn’t it. The answer was in the teacher’s edition of the book: the answer I was trying to learn is that “energy makes it move.”
Now, energy is a very subtle concept. It is very, very difficult to get right. What I mean is that it is not easy to understand energy well enough to use it right, so that you can deduce something correctly using the energy idea–it is beyond the first grade. It would be equally well to say that “God makes it move,” or “spirit makes it move,” or “movability makes it move.” (In fact, one could equally well say “energy makes it stop.”)
Look at it this way: that’s only the definition of energy; it should be reversed. We might say when something can move that it has energy in it, but not what makes it move is energy. This is a very subtle difference. It’s the same with this inertia proposition.
Perhaps I can make the difference a little clearer this way: If you ask a child what makes the toy dog move, you should think about what an ordinary human being would answer. The answer is that you wound up the spring; it tries to unwind and pushes the gear around.
What a good way to begin a science course! Take apart the toy; see how it works. See the cleverness of the gears; see the ratchets. Learn something about the toy, the way the toy is put together, the ingenuity of people devising the ratchets and other things. That’s good. The question is fine. The answer is a little unfortunate, because what they were trying to do is teach a definition of what is energy. But nothing whatever is learned.
[…]
I think for lesson number one, to learn a mystic formula for answering questions is very bad.
There is a way to test whether you understand the idea or only know the definition. It’s called the Feynman Technique and it looks like this:
Test it this way: you say, “Without using the new word which you have just learned, try to rephrase what you have just learned in your own language.” Without using the word “energy,” tell me what you know now about the dog’s motion.” You cannot. So you learned nothing about science. That may be all right. You may not want to learn something about science right away. You have to learn definitions. But for the very first lesson, is that not possibly destructive?
I think this is what Montaigne was hinting at in his Essays when he wrote:
We take other men’s knowledge and opinions upon trust; which is an idle and superficial learning. We must make them our own. We are just like a man who, needing fire, went to a neighbor’s house to fetch it, and finding a very good one there, sat down to warm himself without remembering to carry any back home. What good does it do us to have our belly full of meat if it is not digested, if it is not transformed into us, if it does not nourish and support us?
https://www.farnamstreetblog.com/2015/01/richard-feynman-knowing-something/ 

Monday, August 29, 2016

Barkvik Cinayetleri




Hâkon Leirvik annemin deyişiyle hiç de "iyi bir izlenim" bırakmamıştı. Biraz önce bir eski armatörü baltayla öldürmüş ve bundan hiç de gurur duymayan bir adam gibi görünüyordu. Ama sonra haberi veren adam "bütün kasabanın dehşete kapılmış olduğu" konusundaki alışıldık yorumunu yaptığı sırada kameraman açısını döndürdüğünde gerçekten de bütün kasabanın orada olduğunu göstermiş oldu. İşte hepsi orada duruyordu. Ve gözlerini dikmiş bakıyorlardı. Genci yaşlısı. Aslında o kadar da dehşete kapılmış gibi görünmüyorlardı, yalnızca felaket meraklıydılar. Biz insanlar işte böyle imal edilmişiz. Başkalarının talihsizliklerini izlemeye bayılırız.


Hiçbir Şey Yapmadan Bekleyebilme Kuvveti

Eski Bankacılar Lokali, adı üstünde eskiden Bankacılar Lokaliydi, sonra başka yere taşındı bankacılar. Onun yerine Meltem Kafe Bar açıldı ama kimse oraya Meltem Kafe Bar falan demedi, Eski Bankacılar Lokali olarak kaldı adı. İki tarafı vardı lokalin. Ön tarafı sahil yoluna bakıyordu, kıraathaneyi andırıyordu daha çok. Bütün gün bıkıp usanmadan okey oynayan ya da oynayanlara yancılık yapan, iskambil kâğıtlarını hiç kimsenin beklemediği bir anda küt diye masaya vurup ilgi çekmeye çalışan tipler olurdu orada, onlar gene iyi; bir de hiçbir şey yapmayan, ne okey taşı dizen, ne kâğıt oynayan, ne televizyona bakan, ne gazete okuyan, önüne çay konulmazsa istemeyen, bir şey sorulmazsa konuşmayan, saatlerce sigara bile içmeden öyle bomboş oturan tipler olurdu. Onlara baktıkça ben sıkılırdım. Bir yandan da düşünürdüm, ‘Çağlar,’ derdim kendime, ‘bu insanlar acaba nereden alıyorlar bu hiçbir şey yapmadan bekleme kuvvetini,’ derdim, ‘bir dış dünya yokmuş gibi, hiçbir şeye ihtiyaçları yokmuş gibi nasıl yaşıyorlar acaba?’ derdim. Cevap veremezdim sonra kendime, içimi sıkıntılı bir sessizlik kaplardı.
**

Aklınıza çok daha önce gelmesi gereken bir fikir yeni geldiğinde, kendinizi salak gibi hissetmeniz gerekirken dâhi gibi hissedersiniz. Çok enteresan bir psikolojidir bu ama oraya takılmayalım şimdi.

Saturday, August 27, 2016

Memento Mori

There are a lot of possible connections one can draw between Roman times and modern-day banking, but perhaps the most important of them is memento mori. At the peak of Rome’s power, Roman generals who had won significant victories marched through the middle of the city displaying their spoils. The marching generals wore purple-and-gold ceremonial robes, a crown of laurels, and red paint on their face as they were carried through the city on a throne. They were hailed, celebrated, and admired. But there was one more element to the ceremony: throughout the day a slave walked next to the general, and in order to prevent the victorious general from falling into hubris, the slave whispered repeatedly into his ear, “Memento mori,” which means “Remember your mortality.”

If I were in charge of developing a modern version of the phrase, I would probably pick “Remember your fallibility” or maybe “Remember your irrationality.” Whatever the phrase is, recognizing our shortcomings is a crucial first step on the path to making better decisions, creating better societies, and fixing our institutions.

Cheating is Infectious



Cheating is common but that it is infectious and can be increased by observing the bad behavior of others around us. Specifically, it seems that the social forces around us work in two different ways: When the cheater is part of our social group, we identify with that person and, as a consequence, feel that cheating is more socially acceptable. But when the person cheating is an outsider, it is harder to justify our misbehavior, and we become more ethical out of a desire to distance ourselves from that immoral person and from that other (much less moral) out-group.


More generally, these results show how crucial other people are in defining acceptable boundaries for our own behavior, including cheating. As long as we see other members of our own social groups behaving in ways that are outside the acceptable range, it’s likely that we too will recalibrate our internal moral compass and adopt their behavior as a model for our own. And if the member of our in-group happens to be an authority figure—a parent, boss, teacher, or someone else we respect—chances are even higher that we’ll be dragged along.

Why It is Important to Prevent First Immoral Act to Happen?


THE BOTTOM LINE is that we should not view a single act of dishonesty as just one petty act. We tend to forgive people for their first offense with the idea that it is just the first time and everyone makes mistakes. And although this may be true, we should also realize that the first act of dishonesty might be particularly important in shaping the way a person looks at himself and his actions from that point on—and because of that, the first dishonest act is the most important one to prevent. That is why it is important to cut down on the number of seemingly innocuous singular acts of dishonesty. If we do, society might become more honest and less corrupt over time.

**

WITH ALL OF this in mind, how can we fight our own moral deterioration, the what-the-hell effect, and the potential of one transgressive act to result in long-term negative effects on our morality? Whether we deal with fashion or other domains of life, it should be clear that one immoral act can make another more likely and that immoral acts in one domain can influence our morality in other domains. That being the case, we should focus on early signs of dishonest behaviors and do our best to cut them down in their budding stages before they reach full bloom.



Dead Grannies


Over the course of many years of teaching, I’ve noticed that there typically seems to be a rash of deaths among students’ relatives at the end of the semester, and it happens mostly in the week before final exams and before papers are due. In an average semester, about 10 percent of my students come to me asking for an extension because someone has died—usually a grandmother. Of course I find it very sad and am always ready to sympathize with my students and give them more time to complete their assignments. But the question remains: what is it about the weeks before finals that is so dangerous to students’ relatives?

Most professors encounter the same puzzling phenomenon, and I’ll guess that we have come to suspect some kind of causal relationship between exams and sudden deaths among grandmothers. In fact, one intrepid researcher has successfully proven it. After collecting data over several years, Mike Adams (a professor of biology at Eastern Connecticut State University) has shown that grandmothers are ten times more likely to die before a midterm and nineteen times more likely to die before a final exam. Moreover, grandmothers of students who aren’t doing so well in class are at even higher risk—students who are failing are fifty times more likely to lose a grandmother compared with non-failing students.

In a paper exploring this sad connection, Adams speculates that the phenomenon is due to intrafamilial dynamics, which is to say, students’ grandmothers care so much about their grandchildren that they worry themselves to death over the outcome of exams. This would indeed explain why fatalities occur more frequently as the stakes rise, especially in cases where a student’s academic future is in peril. With this finding in mind, it is rather clear that from a public policy perspective, grandmothers—particularly those of failing students—should be closely monitored for signs of ill health during the weeks before and during finals. Another recommendation is that their grandchildren, again particularly the ones who are not doing well in class, should not tell their grandmothers anything about the timing of the exams or how they are performing in class.


To All Grandmothers Out There: Take care of Yourselves at Final Times

Depletion


Depletion takes away some of our reasoning powers and with them our ability to act morally. Still, in real life we can choose to remove ourselves from situations that might tempt us to behave immorally. If we are even somewhat aware of our propensity to act dishonestly when depleted, we can take this into account and avoid temptation altogether. (For example, in the domain of dieting, avoiding temptation could mean that we decide not to shop for groceries when we’re starving.)
**
ON A MORE serious note, these experiments with depletion suggest that, in general, we would be well served to realize that we are continually tempted throughout the day and that our ability to fight this temptation weakens with time and accumulated resistance. If we’re really serious about losing weight, we should get rid of temptation by clearing our shelves and refrigerator of all the sugary, salty, fatty, and processed foods and acclimating to the taste of fresh produce. We should do this not only because we know that fried chicken and cake are bad for us but also because we know that exposing ourselves to such temptations throughout the day (and every time we open a cupboard or the refrigerator) makes it more difficult for us to fight off this and other temptations throughout the day.

Understanding depletion also means that (to the extent that we can) we should face the situations that require self-control—a particularly tedious assignment at work, for example—early in the day, before we are too depleted. This, of course, is not easy advice to follow because the commercial forces around us (bars, online shopping, Facebook, YouTube, online computer games, and so on) thrive on both temptation and depletion, which is why they are so successful.

Granted, we cannot avoid being exposed to all threats to our self-control. So is there any hope for us? Here’s one suggestion: once we realize that it is very hard to turn away when we face temptation, we can recognize that a better strategy is to walk away from the draw of desire before we are close enough to be snagged by it. Accepting this advice might not be easy, but the reality is that it is much easier to avoid temptation altogether rather than to overcome it when it sits lingering on the kitchen counter. And if we can’t quite do that, we can always try to work on our ability to fight temptation—perhaps by counting to a hundred, singing a song, or making an action plan and sticking to it. Doing any of these can help us build our arsenal of tricks for overcoming temptation so that we are better equipped to fight those urges in the future.

Feeling to Need to Give Back and Tricks of Representatives of Medical Companies

Let’s consider the way representatives for drug companies (pharma reps) run their business. A pharma rep’s job is to visit doctors and convince them to purchase medical equipment and drugs to treat everything from A(sthma) to Z(ollinger-Ellison syndrome). First they may give a doctor a free pen with their logo, or perhaps a notepad, a mug, or maybe some free drug samples. Those small gifts can subtly influence physicians to prescribe a drug more often—all because they feel the need to give back.

But small gifts and free drug samples are just a few of the many psychological tricks that pharma reps use as they set out to woo physicians. “They think of everything,” my friend and colleague (let’s call him MD) told me. He went on to explain that drug companies, especially smaller ones, train their reps to treat doctors as if they were gods. And they seem to have a disproportionately large reserve of attractive reps.

The whole effort is coordinated with military precision. Every self-respecting rep has access to a database that tells them exactly what each doctor has prescribed over the last quarter (both that company’s drugs as well as their competitors’). The reps also make it their business to know what kind of food each doctor and their office staff likes, what time of day they are most likely to see reps, and also which type of rep gets the most face time with the doctors. If the doctor is noted to spend more time with a certain female rep, they may adjust that rep’s rotation so that she can spend more time in that office. If the doctor is a fan of the military, they’ll send him a veteran. The reps also make it a point to be agreeable with the doctor’s outer circles, so when the rep arrives they start by handing out candy and other small gifts to the nurses and the front desk, securing themselves in everyone’s good graces from the get-go.

One particularly interesting practice is the “dine-and-dash,” where, in the name of education, doctors can simply pull up at prespecified take-out restaurants and pick up whatever they want. Even medical students and trainees are pulled into some schemes. One particularly creative example of this strategy was the famous black mug. A black mug with the company’s logo was handed out to doctors and residents, and the company arranged it such that a doctor could take this mug to any location of a local coffee chain (which shall go unnamed) and get as much espresso or cappuccino as he or she wanted. The clamor for this mug was so great that it became a status symbol among students and trainees. As these practices became more extravagant, there was also more regulation from hospitals and the American Medical Association, limiting the use of these aggressive marketing tactics. Of course, as the regulations become more stringent, pharma reps continue to search for new and innovative approaches to influence physicians. And the arms race continues …

**
Hearing stories from the reps who sold medical devices was even more disturbing. We learned that it’s common practice for device reps to peddle their medical devices in the operating room in real time and while a surgery is under way.

Janet and I were surprised at how well the pharmaceutical reps understood classic psychological persuasion strategies and how they employed them in a sophisticated and intuitive manner. Another clever tactic that they told us about involved hiring physicians to give a brief lecture to other doctors about a drug they were trying to promote. Now, the pharma reps really didn’t care about what the audience took from the lecture—what they were actually interested in was the effect that giving the lecture had on the speaker. They found that after giving a short lecture about the benefits of a certain drug, the speaker would begin to believe his own words and soon prescribe accordingly. 

Psychological studies show that we quickly and easily start believing whatever comes out of our own mouths, even when the original reason for expressing the opinion is no longer relevant (in the doctors’ case, that they were paid to say it). This is cognitive dissonance at play; doctors reason that if they are telling others about a drug, it must be good—and so their own beliefs change to correspond to their speech, and they start prescribing accordingly.

The reps told us that they employed other tricks too, turning into chameleons—switching various accents, personalities, and political affiliations on and off. They prided themselves on their ability to put doctors at ease. Sometimes a collegial relationship expanded into the territory of social friendship—some reps would go deep-sea fishing or play basketball with the doctors as friends. Such shared experiences allowed the physicians to more happily write prescriptions that benefited their “buddies.” The physicians, of course, did not see that they were compromising their values when they were out fishing or shooting hoops with the drug reps; they were just taking a well-deserved break with a friend with whom they just happened to do business. Of course, in many cases the doctors probably didn’t realize that they were being manipulated—but there is no doubt that they were.”