Friday, August 26, 2016

Amerika vs Meksika

1820 ile 1845 yılları arasında Birleşik Devletler’deki patent sahiplerinin yalnızca yüzde 19’unun ebeveynleri meslek sahibiydi ya da tanınmış büyük toprak sahibi ailelerden geliyordu. Aynı dönemde patent sahibi olanların yüzde 40’ı, tıpkı Edison gibi, yalnızca temel seviyede ya da daha az eğitim görmüştü. Dahası, yine Edison gibi, çoğu birer şirket kurarak patentlerinden istifade etmişti. Birleşik Devletler 19. yüzyılda siyasal bakımdan neredeyse diğer tüm uluslardan daha demokratik olduğu gibi, konu yeniliğe geldiğinde de diğerlerinden daha demokratikti. Bu, ekonomik bakımdan dünyanın en yenilikçi ülkesi haline gelmesinde kritik bir öneme sahipti.

İyi bir fikriniz var ve fakirseniz, bir paten almak –ki o kadar da pahalı değildir– başka şeydir, onu para kazanmak için kullanmak başka şey. Bunun bir yolu, elbette, onu başka birine satmaktır. Biraz sermaye bulmak için başlarda Edison’un yaptığı da buydu: Çift yönlü telgrafını Western Union’a 10 bin dolara satmıştı. Ancak patent satmak yalnızca Edison gibi pratiğe geçirebileceğinden daha hızlı fikir üretenler için iyi bir fikirdir (Birleşik Devletler’de 1093, dünya genelinde 1500 patentle bir dünya rekorunun sahibiydi). Bir patentten para kazanmanın asıl yolu kendi işinizi kurmaktan geçiyordu. Ancak bir iş kurmak için sermayeye ve bu sermayeyi size borç verecek bankalara ihtiyacınız vardır.

Birleşik Devletler’deki mucitler bir kez daha şanslıydı. 19. yüzyılda finansal aracılık hizmetlerinde ve bankacılıkta hızlı bir genişleme yaşanması, ekonomide görülen hızlı büyümeyi ve sanayileşmeyi kolaylaştıran en önemli etkenlerinden biriydi. 1818’de Birleşik Devletler’de 160 milyon dolar toplam sermayeyle 338 banka faaliyet gösterirken 1914’te 27,3 milyar dolar toplam aktifle 27,864 banka vardı. Birleşik Devletler’deki potansiyel mucitler işlerini kurmak için sermayeye kolayca ulaşabiliyorlardı. Üstelik, Birleşik Devletler’de bankalar ve finansal kurumlar arasında süren yoğun rekabet, bu sermayeye epeyce düşük faiz oranlarıyla ulaşılabileceği anlamına geliyordu.

Aynı şey Meksika için geçerli değildi. Aslına bakılırsa 1910’da, yani Meksika Devrimi’nin başladığı yılda, Meksika’da yalnızca 42 banka vardı ve bunların ikisi bankacılık sektöründeki toplam aktiflerin yüzde 60’ını kontrol ediyordu. Çetin bir rekabetin hüküm sürdüğü Birleşik Devletler’in aksine, Meksika bankaları arasında fiilen hiç rekabet yoktu. Bu rekabet eksikliği, bankaların müşterilerinden çok yüksek faiz oranları almaları, genellikle borç verme işini zaten varlıklı ve ayrıcalıklı kesimlerle sınırlamaları ve bu durumda onların da alacakları krediyi ekonominin çeşitli alanlarındaki hâkimiyetlerini artırmak için kullanmaları anlamına geliyordu.