11 Eylül 2001’deki El Kaide saldırılarının ardından Birleşik Devletler’e ait kuvvetler El Kaide’nin kilit isimlerine yataklık edip bunları teslim etmeye yanaşmayan Afganistan’daki baskıcı Taliban rejimini süratle devirdi. Aralık 2001’de, Birleşik Devletler kuvvetleriyle işbirliği yapan Afgan mücahitlerinin eski liderleri ile aralarında Hamit Karzai’nin de olduğu Afgan diasporasının kilit isimleri arasında gerçekleştirilen Bonn Anlaşması’yla demokratik bir rejim inşa etmek için bir plan hazırlandı. Atılan ilk adımlardan biri yurt çapında bir büyük meclis olan ve geçici hükümete liderlik etmesi için Karzai’yi seçen Loya Jirga’ydı. Afganistan için işler yoluna girmeye başlamıştı. Afgan halkının büyük çoğunluğu Taliban’ı geride bırakmaya can atıyordu. Uluslararası toplum Afganistan’ın tüm ihtiyacının geniş çaplı bir dış yardım olduğunu düşünüyordu; çok geçmeden Birleşmiş Milletler temsilcileri ve birkaç önemli STK başkent Kabil’e üşüştü.
Sonraki gelişmeler, özellikle de son 50 yılda yoksul ülkelere ve başarısız devletlere yapılan dış yardımların fiyaskoyla sonuçlandığı dikkate alındığında şaşırtıcı olmamalıydı. Şaşırtıcı olsun ya da olmasın, her zamanki ritueller tekrar edildi. Çok sayıda yardım görevlisi beraberindekilerle birlikte özel jetleriyle kente geldi; ülke kendi gündemlerinin peşindeki her türlü STK’nın akınına uğradı; hükümetlerle uluslararası toplumu temsil eden delegasyonlar arasında üst düzey görüşmeler başladı. Afganistan için milyarlarca dolar yoldaydı. Fakat bunun çok az bir kısmı altyapı inşasına, okullara ya da kapsayıcı kurumların geliştirilebilmesi hatta yasa ve düzenin sağlanabilmesi için elzem olan başka kamu hizmetlerine harcandı. Altyapının büyük kısmı harap bir halde kalırken paranın ilk kısmı BM ve diğer uluslararası kuruluşların yetkililerinin gelip gitmesi için bir havayolu şirketinin hizmete sokulmasına harcandı. Sonraki ihtiyaçları şoförler ve tercümanlardı. Böylece rayicinden kat be kat fazla maaş vererek İngilizce konuşan az sayıda bürokratı ve Afgan okullarının elde kalan öğretmenlerini sağa sola giderken kendilerine şoförlük ve taşeronluk yapmaları için tuttular. Sayıları zaten az olan vasıflı bürokratlar dış yardım heyetinin hizmetini görmek için görevlendirilirken, dış ülkelerden aktarılan yardımlar da Afganistan’ın altyapısına harcanacak yerde kalkındırıp güçlendirmeleri gereken Afgan devletinin altını kazmaya başladı.
Orta Afganistan’daki bir vadinin ücra bir bölgesinde yaşayan köylüler bir radyo anonsunda bölgelerindeki barınakları yenilemeyi hedefleyen milyon dolarlık yeni bir programdan bahsedildiğini işittiler. Aradan epey bir vakit geçtikten sonra mücahitlerin eski kumandanlardan, Afgan hükümet üyesi İsmail Han’ın nakliyecilik karteline ait kamyonlarla birkaç ahşap kiriş teslim edildi. Fakat hiçbir amaçla kullanılamayacak kadar büyüktüler; hal böyle olunca köylüler de onları olanakların elverdiği biçimde değerlendirdiler; yakacak odun olarak. Peki, köylülere vaat edilen milyonlarca dolara ne olmuştu? Vaat edilen paranın yüzde 20’si Cenevre’deki BM genel merkezinin masrafları olarak alınmıştı. Geri kalan meblağ taşeron bir STK’ya verilmiş, Brüksel’deki kendi genel merkezinin masrafları için bir yüzde 20’de o almıştı; bu böylece üç kez daha tekrar etmiş ve taraflar her seferinde kalan meblağın yaklaşık yüzde 20’sini almıştı. Afganistan’a ulaşan azıcık para batı İran’dan kereste almak için kullanılmış, bu paranın çoğu da fahiş nakliye ücretlerini karşılamak için İsmail Han’ın karteline ödenmişti. Koca koca ahşap kirişlerin o köye ulaşması bile bir bakıma mucizeydi.
Afganistan’ın ortasındaki bu vadide yaşananlar münferit bir olay değildi. Pek çok araştırma yardımların yalnızca yüzde 10’unun ya da en fazla yüzde 20’sinin hedefine ulaştığını öngörüyor. Hem BM yetkililerinin hem de yerel yetkililerin yardım paralarını hortumlamakla suçlandığı düzinelerce yolsuzluk soruşturması devam ediyor. Fakat dış yardım israfının çoğu yolsuzluktan değil beceriksizlikten kaynaklanıyordu; hatta daha da kötüsü, tüm bunlar yardım kuruluşları için olağan şeylerdi.
Diğer örneklerle kıyaslandığında Afgan yardımı deneyimi aslında başarılı bile sayılabilir. Son 50 yılda tüm dünyada pek çok hükümete “kalkınma” yardımı kapsamında milyarlarca dolar para aktarıldı. Bu paranın büyük kısmı Afganistan’da olduğu gibi genel giderler ve yolsuzluklar nedeniyle heba oldu. Daha da kötüsü, önemli bir bölümü hem rejimi destekleyecek yandaşlar bulmak hem de kendini zengin etmek için Batılı patronlarından gelecek yardıma bel bağlayan Mobutu gibi diktatörlere harcandı. Sahra-altı Afrika’nın geri kalan kısmının çoğunda durum aynıdır. Kriz zamanlarında geçici bir çare olarak başvurulan insani yardım, örneğin yakınlarda Haiti ve Pakistan’a yapılan yardımlar, her ne kadar bunların ulaştırılmasında da benzer sorunlarla karşılaşılsa da kesinlikle çok daha yararlı olmuştur.
“Kalkınma” yardımının geçmişteki bu pek de iç açıcı olmayan performansına rağmen dış yardım Batılı hükümetlerin, Birleşmiş Milletler gibi uluslararası kuruluşların ve farklı türden STK’ların dünya genelinde yoksullukla mücadele yöntemi olarak tavsiye ettikleri en gözde politikalardan biridir. Ve elbette, dış yardımın başarısızlık döngüsü kendini tekrar edip durdu. Zengin Batılı ülkelerin Sahra-altı Afrika, Karayipler, Orta Amerika ve Güney Asya’daki yoksulluk sorununu ortadan kaldırmak için yüklü miktarda “kalkınma yardımı” yapmaları gerektiği görüşü, yoksulluğun nedeni konusundaki yanlış bir kavrayışa dayanır. Afganistan gibi ülkeler sömürücü kurumları yüzünden yoksuldur; bu kurumlar mülkiyet haklarının, yasa ve düzenin ya da iyi işleyen bir hukuk sisteminin olmamasına yol açtığı gibi, ulusal ve –daha çok– yerel elitlerin ekonomik ve siyasal hayat üzerindeki boğucu hâkimiyetine neden olur. Benzer kurumsal sorunlar da dış yardımın fayda etmeyeceği; yağmalanacağı ve gitmesi gereken yere ulaşamayacağı anlamına geliyor. En kötü ihtimal ise, yapılacak yardımların bu toplumların sorunlarının asıl kaynağı olan rejimleri destekleyecek olmasıdır. Sürdürülebilir ekonomik büyüme kapsayıcı kurumlara bağlıysa, sömürücü kurumların başındaki rejimlere yardım etmek çözüm olamaz. Bu, insani yardımın da ötesinde, okulu olmayan bölgelere okul inşa eden ve başka türlü ücretsiz çalışmak zorunda kalacak öğretmenleri maaşa bağlayan belirli yardım programlarının kayda değer yararları olduğunu inkâr etmek anlamına gelmiyor. Kabil’e akın eden yardım kurumlarının çoğu sıradan Afganların hayatını kolaylaştırmak için çok az şey yapsa da, okul inşasında büyük başarılar da elde edildi, özellikle de Taliban idaresinde, hatta öncesin“de, eğitimden tamamen mahrum bırakılan kızlar için.
Çözümlerden biri –kısmen kurumların refahla hatta yardımın ulaştırılmasıyla bir ilgisi olduğunun anlaşılması nedeniyle şu sıralar daha revaçta– yardımı “şartlı” hale getirmektir. Bu görüşe göre, dış yardımın devam etmesi muhatap hükümetin belirli koşulları sağlamasına bağlı olmalıdır; örneğin piyasalara serbestlik tanıması ya da demokratikleşme yönünde adımlar atmasına. George W. Bush yönetimi gelecekteki yardım ödemelerini ekonomik ve siyasal kalkınmanın çeşitli boyutlarında gerçekleştirilecek nicel gelişmelere bağlayan “Millennium Challenge Accounts”u başlatarak bu tür bir şartlı yardım için en büyük adımı attı. Fakat koşullu yardımın verimliliği koşulsuz olandan daha iyiymiş gibi görünmüyor. Bu koşulları sağlayamayan ülkeler de genellikle karşılayanlar kadar yardım alıyor. Bunun basit bir nedeni var; ister insani amaçlı ister kalkınmaya yönelik olsun daha fazla yardıma ihtiyaçları var. Ve kolayca öngörülebileceği gibi, koşullu yardım bir ülkenin kurumları üzerinde çok az etkilidir. Ne de olsa Sierra Leone’de Siaka Stevens ya da Kongo’da Mobutu gibilerin yalnızca biraz daha fazla dış yardım alabilmek için aniden sömürücü kurumları tasfiye etmeye başlaması biraz şaşırtıcı olurdu. Dış yardımın pek çok hükümetin toplam bütçesinin önemli bir kısmını oluşturduğu Sahra-altı Afrika’da bile ve hatta şartlılığı artıran “Millennium Challenge Accounts”tan sonra bile bir diktatörün bizzat kendi iktidarını sarsmak suretiyle elde edeceği ek yardımın miktarı hem azdır hem de ne ülkesi üzerindeki hâkimiyetini ne de hayatını riske etmeye değmeyecektir.
Britain is divided as never before. The country has turned its back on Europe, and its female ruler has her sights set on trade with the East. As much as this sounds like Britain today, it also describes the country in the 16th century, during the golden age of its most famous monarch, Queen Elizabeth I.
One of the more surprising aspects of Elizabethan England is that its foreign and economic policy was driven by a close alliance with the Islamic world, a fact conveniently ignored today by those pushing the populist rhetoric of national sovereignty.
From the moment of her accession to the throne in 1558, Elizabeth began seeking diplomatic, commercial and military ties with Muslim rulers in Iran, Turkey and Morocco — and with good reasons. In 1570, when it became clear that Protestant England would not return to the Catholic faith, the pope excommunicated Elizabeth and called for her to be stripped of her crown. Soon, the might of Catholic Spain was against her, an invasion imminent. English merchants were prohibited from trading with the rich markets of the Spanish Netherlands. Economic and political isolation threatened to destroy the newly Protestant country.
Elizabeth responded by reaching out to the Islamic world. Spain’s only rival was the Ottoman Empire, ruled by Sultan Murad III, which stretched from North Africa through Eastern Europe to the Indian Ocean. The Ottomans had been fighting the Hapsburgs for decades, conquering parts of Hungary. Elizabeth hoped that an alliance with the sultan would provide much needed relief from Spanish military aggression, and enable her merchants to tap into the lucrative markets of the East. For good measure she also reached out to the Ottomans’ rivals, the shah of Persia and the ruler of Morocco.
The trouble was that the Muslim empires were far more powerful than Elizabeth’s little island nation floating in the soggy mists off Europe. Elizabeth wanted to explore new trade alliances, but couldn’t afford to finance them. Her response was to exploit an obscure commercial innovation — joint stock companies — introduced by her sister, Mary Tudor.
The companies were commercial associations jointly owned by shareholders. The capital was used to fund the costs of commercial voyages, and the profits — or losses — would also be shared. Elizabeth enthusiastically backed the Muscovy Company, which traded with Persia, and went on to inspire the formation of the Turkey Company, which traded with the Ottomans, and the East India Company, which would eventually conquer India.
In the 1580s she signed commercial agreements with the Ottomans that would last over 300 years, granting her merchants free commercial access to Ottoman lands. She made a similar alliance with Morocco, with the tacit promise of military support against Spain.
As money poured in, Elizabeth began writing letters to her Muslim counterparts, extolling the benefits of reciprocal trade. She wrote as a supplicant, calling Murad “the most mighty ruler of the kingdom of Turkey, sole and above all, and most sovereign monarch of the East Empire.” She also played on their mutual hostility to Catholicism, describing herself as “the most invincible and most mighty defender of the Christian faith against all kind of idolatries.” Like Muslims, Protestants rejected the worship of icons, and celebrated the unmediated word of God, while Catholics favored priestly intercession. She deftly exploited the Catholic conflation of Protestants and Muslims as two sides of the same heretical coin.
The ploy worked. Thousands of English traders crossed many of today’s no-go regions, like Aleppo in Syria, and Mosul in Iraq. They were far safer than they would have been on an equivalent journey through Catholic Europe, where they risked falling into the hands of the Inquisition.
The Ottoman authorities saw their ability to absorb people of all faiths as a sign of power, not weakness, and observed the Protestant-Catholic conflicts of the time with detached bemusement. Some Englishmen even converted to Islam. A few, like Samson Rowlie, a Norfolk merchant who became Hassan Aga, chief treasurer to Algiers, were forced. Others did so of their own volition, perhaps seeing Islam as a better bet than the precarious new Protestant faith.
English aristocrats delighted in the silks and spices of the east, but the Turks and Moroccans were decidedly less interested in English wool. What they needed were weapons. In a poignant act of religious retribution, Elizabeth stripped the metal from deconsecrated Catholic churches and melted their bells to make munitions that were then shipped out to Turkey, proving that shady Western arms sales go back much further than the Iran-contra affair. The queen encouraged similar deals with Morocco, selling weapons and buying saltpeter, the essential ingredient in gunpowder, and sugar, heralding a lasting craving and turning Elizabeth’s own teeth an infamous black.
The sugar, silks, carpets and spices transformed what the English ate, how they decorated their homes and how they dressed. Words such as “candy” and “turquoise” (from “Turkish stone”) became commonplace. Even Shakespeare got in on the act, writing “Othello” shortly after the first Moroccan ambassador’s six-month visit.
Despite the commercial success of the joint stock companies, the British economy was unable to sustain its reliance on far-flung trade. Immediately following Elizabeth’s death in 1603, the new king, James I, signed a peace treaty with Spain, ending England’s exile.
Elizabeth’s Islamic policy held off a Catholic invasion, transformed English taste and established a new model for joint stock investment that would eventually finance the Virginia Company, which founded the first permanent North American colony.
It turns out that Islam, in all its manifestations — imperial, military and commercial — played an important part in the story of England. Today, when anti-Muslim rhetoric inflames political discourse, it is useful to remember that our pasts are more entangled than is often appreciated.
http://www.nytimes.com/2016/09/18/opinion/sunday/englands-forgotten-muslim-history.html?partner=rss&emc=rss&_r=0