Friday, September 28, 2018

The Brahmin Tradition



Among Brahmins, traditionally, a sanyasi, or itinerant beggar who gave up worldly interests for spiritual, was not deemed a failure. An ascetic streak ran through Brahmin culture. As Sanskrit scholar Daniel Ingalls has written in an essay, “The Brahmin Tradition,” “Asceticism and mysticism have been, for many centuries now, to the respectable Indian classes what art has been for the last century and a half to the bourgeoisie of Western Europe”—something to which, whether aspiring to it themselves or not, they at least gave lip service, and respected.

This tradition lifted an eyebrow toward any too-fevered a rush toward worldly success, lauded a life rich in mind and spirit, bereft though it might be of physical comfort. Even wealthy Brahmin families often kept homes that, both by Western standards and those of other well-off Indians, were conspicuous by their simplicity and spartan grace, with bare floors, the meanest of furniture. “Simple living and high thinking,” is how one South Indian Brahmin would, years later, characterize the tradition.

Locked Away Ramanujans



It is a story of one man and his stubborn faith in his own abilities. But it is not a story that concludes, Genius will out—though Ramanujan’s, in the main, did. Because so nearly did events turn out otherwise that we need no imagination to see how the least bit less persistence, or the least bit less luck, might have consigned him to obscurity. In a way, then, this is also a story about social and educational systems, and about how they matter, and how they can sometimes nurture talent and sometimes crush it. How many Ramanujans, his life begs us to ask, dwell in India today, unknown and unrecognized? And how many in America and Britain, locked away in racial or economic ghettos, scarcely aware of worlds outside their own?

Hazreti Ömer’in Vali Ataması İle İlgili Oldukça İlginç Bir Mektubu

Image result for hayatus sahabe


Hârise b. Mudarrib anlatıyor: Hazreti Ömer (radıyallahu anh) bize şu mektubu yazmıştı:

“Size Ammar b. Yâsir’i vali, Abdullah b. Mesud’u da muallim ve yardımcı olarak gönderdim. İkisi de Resûlü Ekrem’in seçkin ashâbından ve Bedir Harbi’ne katılanlardandır. Dininizi onlardan öğreniniz ve onlara uyunuz. Ben Abdullah b. Mesud’u göndermekle, gerçekten sizi kendi nefsime tercih ettim. Osman b. Huneyf’i de Irak’ın kasaba ve köylerine gönderdim. Ücret olarak, kendilerine her gün için bir koyun takdir ettim. Koyunun yarısı ile içindeki sakatat Ammar b. Yâsir’indir; diğer yarısı da üçü arasında bölüştürülecektir.

Tekbencinin kırılgan fantezisi

shutterstock


Nur Betül Çelik, Gazeteduvar
 
Platon’un mağarasına benzeyen kendi zihinlerinin zindanına hapis tekbencilerden toplum filan olmaz. Beklememek lazım. Tekbenci, başkalarıyla bağ kuramaz. Onun dünyası toplumsallığa kapalıdır. 
 
Sokağa çıkmanın iyiden iyiye eziyet haline geldiğini söyleyen ne çok kişiyle karşılaştım bu hafta. Çoğunluk somurtuyor, birbirine çemkiriyor. Herkesin dilinin altında bir bakla var sanki de bir türlü çıkartamıyor. İşler eksik yapılıyor, yapana sormaya kalksan görüp görebileceğin, buldun da bunuyorsun edası. Sorumluluktan sıyrılmanın bilmediğim ne çok yolu varmış! Her gün bir yenisini öğreniyorum. En tepedekinden en alttakine herkes, bıraktık öyle büyük meseleleri, küçücük gündelik sorunlarla ilgili sorumluluktan sıyrılmak için bin takla atıyor.

Canı yanan hıncını canını yakandan değil de canını yakabileceğinden çıkartıyor. Hiç kimse verdiği zararın sorumluluğunu üstlenmiyor. Hatta kendisinin maazallah zarar verebileceğine de inanmıyor. Kusursuzluk abidesi bilumumu. Kusursuzluk iddiasıyla sağlamlaştırdıkları zindanlarının dışarıya bakan tek penceresi var. Oradan yalnızca görmeleri istendiği kadarını görüyorlar, gördüklerine inanıyorlar, dışarısının tekinsizliğine karşı içeride buldukları hiçbir dünyevi sorumlulukla kirlenmemiş bir fantezi. Orada kusursuzlar, hep haklılar, hep önemliler, hep en iyiler.

Bencillik hafif kalır, benmerkezcilik yetmez. Böyle bir fantastik dünya olsa olsa tekbencidir. Bu tekbenci dünyanın tek sakini, başkalarının kendisi için etrafta olduğu zannına saplanmıştır. Acı onun acısıdır, aşk onun aşkı olduğunda anlamlıdır. En güzel sözü o söyler, hayatın sırrına o ermiştir. Zaten onun dünyası dışında dünya da yoktur. O halde yalnızca onun başına gelen deneyimdir, başkalarınınkine kim aldırır? Kendi hayatından çıkarttığı sonuçları başkalarına bıkmadan anlatır. Doğru onun konumudur. Hakikat onun dünyasındadır.

Başkalarına karşı sorumluluk anlamsızdır. Sorumluluk gibi rahatsızlık veren bir duyguyla onun işi olmaz ama ona karşı sorumluluk hissedilmemesi halinde de öfkesi büyüktür. Ne hakla? Bu Trumpgillerin büyük beyinleri vardır, en zeki onlardır. En akıllı da. Şöyle bir “heyyyt” çektiler mi karşıki dağlar yıkılmıyorsa eğer şaşırırlar. Yıkılmıyorsa o dağlar, sorumlu kesin o küçücük pencereden gördükleri Lilliput’un cüceleri olmalıdır.

Başkaları hep kötüdür, her kötülükten sorumludur. Zaten beyinleri de küçüktür onların. Nefret elle tutulacak kadar somut, hınç bıçak gibi keskin taşar bu fanteziden. Platon’un mağarasına benzeyen kendi zihinlerinin zindanına hapis bu tekbencilerden toplum filan olmaz. Beklememek lazım. Tekbenci, başkalarıyla bağ kuramaz. Onun dünyası toplumsallığa kapalıdır. En ilkel formunda bile toplumsallık iki insan arasında bir bağ gerektirir. Oysa herkesin kendisine benzemesini isteyen tekbenci için başkaları tekinsizdir. Korku, tekbenci için tek gerçek duygudur, başkalarına yönelen nefretin, hıncın kaynağıdır.

Korkunun ecele elbette faydası yoktur, kırılgan fantezi dünyasında hapis tekbenci, korktuğu başına gelendir hep. Mağdurdur, acı çeker, kırılgandır. Üzüntüsü gerçektir, geceleri uyku tutmaz onu. Hep tartar, hep kırılacak bir şey arar. Kırılganlığını gözünüze sokar. Pohpohlayın ister. İçinden emin olduğu haklılığına onay ister. Ben ile başlayan cümleleri, ben ile biter.

Tekbenci ile uzlaşılamaz, tartışılamaz. O öğrenemez. Dayanışmayı bilmez, ahlak ilkeleri geliştiremez. En ilkeli, en ahlaklı gibi göründüğüne bakmayın, kendi dünyasının gerçekliğine uymadığında ne ilke kalır, ne ahlak…

Türkiye’de tekbencilerin sayısı gittikçe artıyor… Çok hüzün verici.

Sunday, September 23, 2018

Tarihin Sonu



Tarihin sonuna vardığını sanan ilk kişi Büyük İskender oldu. Doğu'yu ve Batı'yı fethederek ebedi ve nihai bir medeniyet yaratacaktı.

Ardından Cicero'nun tek dünya devleti fikriyle Roma İmparatorluğu çıka geldi.

Tüm dünyaya hükmeden, gücü sonsuz görünen Roma kendine "Civitas Eterna" dedi yani sonsuz devlet. Roma ve onun düzeni sonsuza dek sürecekti...

Sonra tarih sahnesine Osmanlı İmparatorluğu çıktı. Üç kıtaya hükmederken, rakipleri karşısında titrerken tıpkı o da Roma gibi kendine sonsuz dedi; "Devlet-i Ebed Müddet". Tanrının ve tarihin insanlığa sunduğu son Osmanlı'nın getireceği "nizam-ı âlem" idi.

Hegel'e göre tarih özgür toplumların oluşumuyla sona erecekti. Fransız Devrimi ise bu sonun başlangıcıydı. Ona göre bu "harika bir güneş doğuşu" idi.

Napolyon Bonapart 1806'da Jena Zaferi'ni kazanınca Hegel, Fransız Devrimi ilkelerinin dünyaya hakim olduğunu artık toplumsal ve politik başka bir alternatifin söz konusu olamayacağını ilan etti.

Tarih ilerlemeye devam ediyordu. Marx ve Engels bu ilerlemenin komünizm ile son bulacağını ileri sürdüler. Tarihsel materyalizme göre insanlık çeşitli dönemlerden geçtikten sonra komünizm ile çelişkisiz ve nihai bir düzene varacaktı.

Son olarak Amerikalı yeni-muhafazakarların gözdesi Fukuyama liberalizmi tarihin sonu ilan etti. Sosyalizm çökmüştü, liberalizm ve kapitalizm tüm rakiplerini alt etmişti. İnsan doğasına ve arzularına en uygun olduğunu iddia ettiği bu düzenin sonsuza kadar süreceğini ileri sürdü.

Oysa İbn-i Haldun çöküşün varolan düzenin sonsuza dek süreceği sanrısı ve kibirle başladığını söyler. Her “yegane ve nihai” olma iddiası aslında iddia sahibi gücün yükselişinin sonuna vardığının, artık çöküşün başladığının işaretidir.

İbn-i Haldun’a göre devletler ve toplumlar da bir insan gibi doğar, gelişir ve ölür. O akılcı, metodolojik ve bilimsel bir tarih anlayışı ortaya koyar. Tarih, bir süre için onun tarafından bilim olarak icra edilmiştir ancak bunun dünya çapında gerçekleşmesine daha vakit vardır.


Kaynak
@zindekultur

Saturday, September 22, 2018

Consumerism Religion


Image result for sapıens kitap

How can we square the consumerist ethic with the capitalist ethic of the business person, according to which profits should not be wasted, and should instead be reinvested in production? It’s simple. As in previous eras, there is today a division of labour between the elite and the masses. In medieval Europe, aristocrats spent their money carelessly on extravagant luxuries, whereas peasants lived frugally, minding every penny. Today, the tables have turned. The rich take great care managing their assets and investments, while the less well heeled go into debt buying cars and televisions they don’t really need.

The capitalist and consumerist ethics are two sides of the same coin, a merger of two commandments. The supreme commandment of the rich is ‘Invest!’ The supreme commandment of the rest of us is ‘Buy!’

The capitalist-consumerist ethic is revolutionary in another respect. Most previous ethical systems presented people with a pretty tough deal. They were promised paradise, but only if they cultivated compassion and tolerance, overcame craving and anger, and restrained their selfish interests. This was too tough for most. The history of ethics is a sad tale of wonderful ideals that nobody can live up to. Most Christians did not imitate Christ, most Buddhists failed to follow Buddha, and most Confucians would have caused Confucius a temper tantrum.

In contrast, most people today successfully live up to the capitalist-consumerist ideal. The new ethic promises paradise on condition that the rich remain greedy and spend their time making more money, and that the masses give free rein to their cravings and passions – and buy more and more. This is the first religion in history whose followers actually do what they are asked to do. How, though, do we know that we’ll really get paradise in return? We’ve seen it on television.

'Aptallığı Görmek ve Artık Tahammül Edememek Ona'




Sevgili Felipe sahilde sakin bir köşedeyim, denize bakan dağların eteğinde; hiç kimse tanımıyor beni burada ve Allaha şükür ki ben de kimseyi tanımıyorum. Bildiğin gibi ben buraya yakınlarımdan ve başka insanlardan kaçmak için geldim, denizin dalgaları ve bir süre sonra bu dalgalar gibi yuvarlanacak olan ağaçların yapraklarıyla arkadaşlık etmek için geldim.

Yeni bir insanlardan kaçma hastalığı nöbeti ya da daha doğrusu antropofobi beni attı buralara bildiğin gibi çünkü ben insanlardan nefret etmekten ziyade korkuyorum. Bende acınası bir yetenek gelişti... Gustave Flaubert’e göre Bouvard ve Pécuchet’sinin zihinlerinde gelişen yetenektir bu: aptallığı görmek ve artık tahammül edememek ona. Benim için onu görmek ve işitmek söz konusu olmasa da durum bu; aptallığı görmek de her gün, durmaksızın gençlerin ve yaşlıların, koca aptalların ve kötülerin aptallıklarını işitmek de değil mesele benim için. En kötü ve zararlı diye tanınanlar en büyük aptallıkları yapıyorlar. Ayrıca çok iyi bildiğim gibi sen bana kendi sözlerimle karşı çıkacaksın ve benim sık sık söylediğim lafı yineleyeceksin: dünyanın en aptal adamı hiç aptalca bir laf etmeden ve hiçbir aptallık yapmadan ölen adamdır.

Monday, September 17, 2018

Kılıç Hakkı

Image result for hagıa sophıa illustration

“Kılıç hakkı”nın, iki ayrı mânâsı vardır:


İlk mânâsı eski asırların ekonomik sistemi ile alâkalıdır. Devletin geçmiş asırlarda Anadolu’da yahut Rumeli’de hizmet karşılığı tahsis ettiği arazilerin, yani “timar”ın ilk üç veya altı bin akçesi bu ismi taşır.
Ama benim sözünü ettiğim “Kılıç hakkı” başkadır, İslâm hukukunun bir kavramıdır, gayrımüslimlerin yaşadığı ve savaşılarak ele geçirilen topraklarda fetihten sonra hukukun izin verdiği bazı tasarruflardır ve bu tasarrufların başında, o beldenin en büyük ibadethanesinin olarak camiye çevrilmesi gelir… İbadethanelerin adedi fazla olduğu takdirde en büyüğünün yanısıra birkaçı daha cami yapılabilir ama o belde savaş ile değil de karşı tarafın “aman istemesi”, yani teslim olması ile ve kılıç çekilmeden, yani kan dökülmeden alındı ise kılıç hakkı tatbik edilmez.
Meselenin lâiklikle, İslâm hukukunun şimdi geçerli olup olmamasıyla yahut güçlünün istediği gibi hareket etmesi ile alâkası yoktur. Kılıç hakkı hukukî bir konudur, eski hukukun verdiği bir haktır ve bu hakkın eski hukuk bugün vârolmadığı için devam etmediğini düşünmek ile temeli yine eski hukuka dayanan müesseselerin, meselâ Fatih’in yahut Bezmiâlem Sultan’ın vakıflarının geçersiz olduğunu iddia etmek, kazanılmış hakları iptale kalkışmak ve geçmişe yönelik kanun çıkartmak arasında fark yoktur!

Murat Bardakçı

Saturday, September 15, 2018

Meaningful Life is the Source of Happiness



To be happy is no more and no less than experiencing pleasant bodily sensations. Since our biochemistry limits the volume and duration of these sensations, the only way to make people experience a high level of happiness over an extended period of time is to manipulate their biochemical system.

But that definition of happiness is contested by some scholars. In a famous study, Daniel Kahneman, winner of the Nobel Prize in economics, asked people to recount a typical work day, going through it episode by episode and evaluating how much they enjoyed or disliked each moment. He discovered what seems to be a paradox in most people’s view of their lives. Take the work involved in raising a child. Kahneman found that when counting moments of joy and moments of drudgery, bringing up a child turns out to be a rather unpleasant affair. It consists largely of changing nappies, washing dishes and dealing with temper tantrums, which nobody likes to do. Yet most parents declare that their children are their chief source of happiness. Does it mean that people don’t really know what’s good for them?

That’s one option. Another is that the findings demonstrate that happiness is not the surplus of pleasant over unpleasant moments. Rather, happiness consists in seeing one’s life in its entirety as meaningful and worthwhile. There is an important cognitive and ethical component to happiness. Our values make all the difference to whether we see ourselves as ‘miserable slaves to a baby dictator’ or as ‘lovingly nurturing a new life’. As Nietzsche put it, if you have a why to live, you can bear almost any how. A meaningful life can be extremely satisfying even in the midst of hardship, whereas a meaningless life is a terrible ordeal no matter how comfortable it is.

Though people in all cultures and eras have felt the same type of pleasures and pains, the meaning they have ascribed to their experiences has probably varied widely. If so, the history of happiness might have been far more turbulent than biologists imagine. It’s a conclusion that does not necessarily favour modernity. Assessing life minute by minute, medieval people certainly had it rough. 

However, if they believed the promise of everlasting bliss in the afterlife, they may well have viewed their lives as far more meaningful and worthwhile than modern secular people, who in the long term can expect nothing but complete and meaningless oblivion. Asked ‘Are you satisfied with your life as a whole?’, people in the Middle Ages might have scored quite highly in a subjective well-being questionnaire.

So our medieval ancestors were happy because they found meaning to life in collective delusions about the afterlife? Yes. As long as nobody punctured their fantasies, why shouldn’t they? As far as we can tell, from a purely scientific viewpoint, human life has absolutely no meaning. Humans are the outcome of blind evolutionary processes that operate without goal or purpose. Our actions are not part of some divine cosmic plan, and if planet Earth were to blow up tomorrow morning, the universe would probably keep going about its business as usual. As far as we can tell at this point, human subjectivity would not be missed. Hence any meaning that people ascribe to their lives is just a delusion. The other-worldly meanings medieval people found in their lives were no more deluded than the modern humanist, nationalist and capitalist meanings modern people find. The scientist who says her life is meaningful because she increases the store of human knowledge, the soldier who declares that his life is meaningful because he fights to defend his homeland, and the entrepreneur who finds meaning in building a new company are no less delusional than their medieval counterparts who found meaning in reading scriptures, going on a crusade or building a new cathedral.

So perhaps happiness is synchronising one’s personal delusions of meaning with the prevailing collective delusions. As long as my personal narrative is in line with the narratives of the people around me, I can convince myself that my life is meaningful, and find happiness in that conviction.

This is quite a depressing conclusion. Does happiness really depend on self-delusion?

Cesur Kadın Sahabe


Abbâd anlatıyor: “Safiyye (radıyallahu anhâ), Peygamberimizin şâiri Hassan b. Sâbit’in kalesine sığındıkları anda başlarından geçen bir hadiseyi şöyle nakletmiştir:

“Hassan, biz kadınların ve çocukların yanındaydı. Yahudilerden biri, kalenin çevresinde dolaşmaya başlamıştı. O sırada Kureyzaoğulları Yahudileri de, Allah Resûlü’ne karşı harp açmış, Resûlullah ile olan irtibatlarını kesmişlerdi. Bu nedenle bize saldırdıkları takdirde, bizleri savunacak kimse yoktu. Resûlü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) ile Müslümanlar da düşmanlarıyla göğüs göğüse çarpışmakta idiler ve onları bırakıp da yanımıza gelmeleri, o an için mümkün değildi. Derken, birisi yanımıza çıkageldi. Dedim ki: “Bak Hassân, gördüğün gibi, şu Yahudi kalenin çevresinde dolaşıyor. Vallahi o, bizim durumumuzu öğrendiğinde gidip Yahudilere söylemeyeceğinden emin değilim. Resûlullah ile ashâbı düşmanla meşguller, haydi aşağı iniver de onu öldür.” dedim. Hassan: “Allah iyiliğini versin Abdulmuttalib kızı! Vallahi sen bu işi benden daha iyi becerirsin, benim elimden gelmez.” dedi.

O böyle söyleyince hemen belimi bağladım, elime de bir mertek aldım, kaleden aşağı indim, merteği adama vurup adamı öldürdüm; işimi bitirince de kaleye döndüm. Hassân’a: “Hassân, aşağıya iniver de adamın eşyalarını al. Erkek olduğu için ben almadım.” dedim. Hassân: “Abdulmuttalib kızı, benim onun elbiselerine ihtiyacım yoktur ki!” cevabını verdi.

Sen Bir Ermeni Ben Bir Ermeni


Image result for Rostov saroyan
Gece geç vakit Rostov’da bir birahanenin önünden geçiyordum. İçeride beyaz üniformalı bir garson gördüm. Ermeni’ ydi besbelli. Kapıdan daldım, Nasılsın dedim, evi başına yıkılasıca, nasılsın? Ortak dilimizi kullanarak tabii. Garsonun Ermeni olduğunu nasıl anlamıştım bilemem, ama anlamıştım işte. Hayır, esmerdi diye değil. Burnun kıvrımı da yetmez. Gür, keçe gibi saçlar, dipdiri gözler, bunların hiçbiri belirleyici değil. Bugün dünyada aynı esmerlikte olup aynı burnu ortalıkta gezdiren, saçı, gözleri tastamam böyle bir sürü insan var... ama bunların hiçbiri Ermeni değil. Eşi benzeri yok bizim kabilemizin; işte ben de onların yurduna doğru yol almaktaydım, gecenin bir vakti.

Ama işin aslını sorarsanız, yok öyle bir yer. Ermenistan yok, bu da beni müthiş bir kedere boğuyor.

Evet, Küçük Asya’nın minik bir köşesinde insanların Ermenistan diye bildiği bir yer var, ama doğru değil bu. Ermenistan değil orası, öylesine bir yer. Ovaları, dağları, nehirleri, gölleri, kentleri var bu yerin, ve hepsi çok güzel (dünyanın herhangi bir yerinden daha az güzel değil), ama Ermenistan değil. Sonuçta Ermenistan yok ama Ermeniler var. Bu insanlar dünyada yaşıyorlar, ve saygıdeğer baylar, bu dünyada Ermenistan yoksa Amerika da yok, İngiltere de yok, ne bileyim Fransa yok, İtalya yok, hiçbiri yok; sadece dünya var. Baylar.

Ve ben o güdük Rus birahanesine girdim, sıladaşıma merhaba demek için.

Vay, dedi, dilimizi, konuşmamızı komediye çeviren o abartılı şaşkıyla. N’edersin burada?

Ecnebiliğim okunuyor tabii: Üst baş, şapka, pabuçlar, hatta belki yüzüme sinmiş bir Amerikalılık.

Nasıl buldun burayı?

Çapulcu seni, dedim sevecen bir edayla, yürüyüşe çıktıydım. Memleket neresi? Nerede doğurdular seni? (Şöyle dedim Ermenice: Dünyaya nereden girdin?)

Muşluyum, dedi. Yolculuk nereye? Buraya hangi rüzgâr attı seni? Amerikalısın, belli esvabından.

Muş. Ne severim o şehri. Görmüşlüğüm yok (zaten artık öyle bir yer de yok), şehrin sakinlerini sorarsanız sizlere ömür, insan eliyle... ama severim işte. Babam gençken ara sıra ziyaret edermiş
**

Hadi bakalım, silin bu halkı yeryüzünden. Yine 1915 olsun yıl. Savaş sarsın dünyayı. Mahvedin Ermenistan’ı. Bakalım becerebilecek misiniz? Atın evlerinden, çöllere sürün. Ne ekmek verin ne de su. Yakın evlerini, kiliselerini. Görün bakalım yeniden yaşama dönmeyecekler mi. Görün bakalım bir gün yine kahkahalarla gülmeyecekler mi. Görün bakalım bir halk yeniden canlanmayacak mı, yirmi yıl sonra iki tanesi birahanede karşı karşıya gelip kendi dillerinde gülüşüp sohbete dalmayacaklar mı. Hadi elinizden geliyorsa önleyin. Bakalım dünyanın o pek ulu düşüncelerini tiye almalarına engel olabilecek misiniz, sizi gidi köp’oğulları, işte alın size hoşbeş eden iki Ermeni, hadi onları da yok etmeyi deneyin bakalım.

Soğuk Bir Günde Yazarlık



Geçen sene bir kış günü güneş çıkmış, ışığı odama girip masamın üzerine vurarak masamı, odamı ve beni ısıtmıştı. Birkaç egzersizden sonra oturmuş, kısa bir öykü yazmaya başlamıştım. Fakat nihayetinde bir kış günüydü, daha öykünün birinci paragrafını bile yazmadan güneş bulutların arkasında kalmıştı, bense soğuk odamda oturmuş öykü yazmaya devam ediyordum. O kadar iyi bir öyküydü ki hiçbir zaman basılmayacağını bildiğim halde yazmaya devam etmeliydim; nihayet öyküyü yazmayı bitirdiğimde donmuş bir ceset gibiydim. Yüzüm maviydi, soğuktan kaskatı kesilen dudaklarımı güçlükle oynatabiliyordum. Odam bir paket Chesterfield sigarasının dumanıyla doluydu, ama duman bile donmuştu. Dumandan bulutlarına rağmen oda hâlâ çok soğuktu. Bir keresinde yazarken, gidip bir teneke leğen alıp içinde ateş yakmayı düşündüm. Niyetim, kitaplarımın yarım düzinesini yakıp ısınmaktı, böylece yazmaya devam edebilecektim. Eski bir leğen buldum ve odama getirdim, fakat yakmak için kitap bulamadım. Bütün kitaplarım eski ve ucuzdu. Beş yüz kadar kitabım vardı ve çoğunu beş sente almıştım, ama aralarında yakmaya uygun olanları arayınca bulamadım. Çok güzel ateş verecek, ağır, kocaman bir Almanca anatomi kitabı vardı, ama açıp da o güzel dilden bir satır okuyunca, sie bestehen aus zwei Hüftgelenkbeugemuskeln des Oberschenkels, von denen der eine breitere, yapamadım. Elim gitmiyordu. Dili bilmiyordum, okuduklarımdan tek kelime bile anlamıyordum ama nedense yakmak için kullanılamayacak kadar güzel gözüküyordu. Kitap bana beş sente mal olmuştu ve yaklaşık üç kilo ağırlığındaydı; görüyorsunuz ki yakacak odun olarak düşünüldüğünde bile iyi bir alışverişmiş. Sayfalarını yırtıp ateş yakabilmeliydim.

Ama yapamadım. Kitap bin sayfadan fazlaydı, her defasında bir sayfa yakıp, çıkardığı ateşe bakmayı düşünmüştüm, fakat ateşle birlikte yok olacak bütün o yazıları ve kütüphanemden silinecek o ince dili düşününce kitabı yakamadım. Hâlâ da o kitabı saklarım. Büyük yazarları okumaktan yorulunca bu kitabı açar, anlamadığım o dili okurum, während der Kindheit ist sie von birnförmiger Gestalt und liegt vorzugsweise in der Bauchhöle. Böyle bir dilde yazılmış bin sayfayı yakmayı düşünmek düpedüz küstahlık. Üstelik harika resimlerden bahsetmedim bile.
**

Daha sonra, ucuz roman bulur muyum diye etrafa bakınmaya başladım.

Siz de bilirsiniz ki dünya böyle ucuz romanlarla dolu. Her on kitaptan dokuzu değersiz, ucuz ve yapmacık hikâyelerdir. Bu tür kitaplardan benim kütüphanemde de en azından bir düzine olacağını, onları yakıp ısınarak kendi hikâyemi yazabileceğimi düşünmüştüm. Altı kitap seçtim. Altısı birlikte aşağı yukarı Almanca anatomi kitabı kadar ağırdı.
**
“O kadar kötü yazılmıştı ki, bu özelliği onu çekici hale getiriyordu. İlk fırsatta bütün kitabı okumaya karar verdim. Genç bir yazarın kötü yazarlarımızdan öğreneceği çok şey var. Kötü kitapları yakmak çok yıkıcı bir iş, hani neredeyse iyi kitapları yakmaktan daha zararlı.”

**
“Neyse, herhangi bir kitabın tek bir sayfasını bile yakamadım, donarak yazmaya devam ettim. Sadece, bir ateşin neye benzediğini kendime hatırlatmak ve sıcaklık kavramıyla bağlantımı kaybetmemek için arada sırada bir kibrit yakıyordum. Sigara içmek istediğimde üfleyip kibriti söndürmüyor, parmaklarıma gelene kadar yanmasına izin veriyordum.

Olan basitçe şundan ibaret: Kitabın hayattaki yerine, sadece kitap fikrine dahi saygınız, kâğıda ve matbaaya inancınız varsa, herhangi bir kitabın bir sayfasını bile yakamazsınız. Donsanız, kendiniz bir parça yazı yazmaya çalışıyor olsanız bile. Yapamazsınız. Çok zordur.”



Thursday, September 13, 2018

Dogs are wolf at heart



It’s in the Neolithic, when humans start to farm, that dogs also start to spread beyond Eurasia for the first time. And they track the spread of farming. Dogs appear in sub-Saharan Africa after the beginning of the Neolithic there, 5,600 years ago, and take another 4,000 years to reach South Africa. Dogs appear in archaeological sites in Mexico around 5,000 years ago, coinciding with the first farmers there, but only reach the southernmost tip of South America 4,000 years later. Studies of mitochondrial DNA suggested that all those early American dog lineages were completely replaced, following the European colonisation of the Americas. But the latest genome-wide studies tell a different story: European dogs – arriving with colonisers in just the last 500 years – mixed with the indigenous New World dogs.

The modern breeds that we know so well take much longer to arrive. They are very recent inventions. Dog genes reflect this history. There are signs of two prominent genetic bottlenecks amongst the ancestors of dogs: one at the origin of domestication, and another when modern breeds emerged, in just the last 200 years. Breeders began to focus closely on promoting particular traits, producing dogs that were wonderfully obedient, providing invaluable help with hunting and herding. But the malleability of characteristics under selective breeding became an allure in itself, and so dogs were also bred with specific shapes, sizes, colours and textures. The morphological variety amongst modern dog breeds exceeds that in the whole of the rest of the family Canidae, which includes foxes and jackals as well as wolves and dogs.

There are nearly 400 breeds of dogs today, and most of them – in all their wonderful diversity – have really only been around since the nineteenth century. This is when the strict breeding needed to create and conserve the kinds of strains recognised by kennel clubs really got going. The breeds that appear to be most ancient, with the most deep-rooted lineages on the dog family tree, are actually found in places where dogs only arrived relatively recently. Dogs arrived in the islands of south-east Asia 3,500 years ago and in South Africa around 1,400 years ago and yet these areas are home to a number of ‘genetically ancient’ breeds: basenjis, New Guinea singing dogs and dingoes. This pattern shows that these lineages have been isolated for longer than most other breeds. The deep roots don’t mean that their lineages were the first to branch off, but rather that out on the periphery they have stayed the most genetically distinct.
**

Lots of breeds with supposedly ancient roots, however, turn out to be recent recreations. Wolfhounds were, as their name suggests, used to hunt their wild cousins – very successfully. By 1786 there were no wolves left in Ireland, and so no need for wolfhounds. By 1840, the Irish wolfhound had also gone extinct. But then a Scotsman living in Gloucestershire, Captain George Augustus Graham, resurrected the ‘Irish wolfhound’ by breeding what he thought was a wolfhound of some kind with Scottish deerhounds. Today’s population of Irish wolfhounds comes from a very small group of ancestors so that, like many breeds, they are inbred. And while this helps to maintain the characteristics of the breed, it also increases the risk of particular diseases with a strong genetic component. Around 40 per cent of Irish wolfhounds suffer from some form of heart disease, and 20 per cent from epilepsy. They’re not the only pedigree with problems. Many dog breeds plummeted to near-extinction in the twentieth century, during the world wars, and were resurrected by outbreeding with other types of dog. Very strict breeding since then has produced extremely inbred populations, with little genetic diversity within breeds and an increased risk of diseases – ranging from heart disease and epilepsy, to blindness and particular cancers. Specific breeds are predisposed to certain afflictions: Dalmatians have a high risk of deafness; Labradors often suffer from hip problems; cocker spaniels are prone to developing cataracts.
Breeds may be relatively reproductively isolated now, but their genes tell us that there was once plenty of gene flow between breeds or proto-breeds. Breeds from separate countries share characteristics and genes which show that they must have interbred in the past. The Mexican hairless dog and the Chinese crested dog share hairlessness and missing teeth and in both breeds these traits are caused by precisely the same mutation in a single gene. The odds against this gene mutating in exactly the same way in two different dog populations are infinitesimally small. Instead, these shared traits and shared genetic signature speak of common ancestry. Dachshunds, corgis and basset hounds all have very short legs. Together with sixteen other dog breeds, they all have exactly the same genetic signature associated with this form of dwarfism – the insertion of an extra gene. It’s most likely that this insertion happened just once, in early dogs, long before any of the modern short-legged breeds appeared.

Genetic research provides us with this astonishing opportunity to understand the evolutionary history of dogs, from the pleiotropic exuberance of variety produced by selecting tameness, right through to the selection of peculiar features, suited to very particular tasks, in our modern breeds. We can see how certain mutations, and the traits associated with them, popped up amongst early dogs, and were later – much later – promoted and propagated by selective breeding to create the modern breeds we know today. With inbreeding producing problems with increased risk of disease, geneticists are also working to understand the basis of particularly prevalent diseases and it may be possible to reduce that risk by even more careful selective breeding, and judicious outcrosses, underpinned by genotyping.

Some breeds have been outcrossed beyond the bounds of domestic dogs. Such extreme outcrossing was the basis of the Saarloos wolfdog, created in 1935 by breeding together a male German shepherd with a female Eur
**

Hybrid wolf-dogs have attacked and killed a number of children in the US, and are banned outright in some states. In others, wolf-dog hybrids are legal, as long as the hybridisation happened at least five generations ago. In the UK, a first- or second-generation wolf-dog hybrid is considered risky enough to be regulated by the Dangerous Wild Animals Act – the same law governing owning a lion or tiger. It seems odd that breeders would exaggerate the wolf content of their puppies – but wildness is part of the cachet of these animals. With buyers seeking ‘high-content’ and ‘wild looks’, and willing to part with £5,000 to feel more like Jon Snow, wolf-dog hybrids are big business. It’s difficult to know just how ‘wolfy’ the product of a cross is, several generations down the line. The first-generation animals will be 50:50 in their genes, but after that, the shuffling of DNA that happens as eggs and sperm are made introduces messiness – second-generation wolf-dogs could have up to 75 per cent wolf genes in their genome, or as little as 25 per cent. There’s also the possibility that some purported ‘wolf-dog hybrids’ are nothing of the sort, and are just cross-breeds of German shepherds, huskies and malamutes – which already look fairly wolf-like – to create animals which appear even more like wolves. The ‘wolfiness’ of a wolf-dog hybrid, a few generations after hybridisation, is impossible to pin down without genotyping. And even with that genetic measure of wolfiness, it’s difficult to know how this would relate to the potential behaviour of an individual animal.

There are also concerns about wolf-dog hybrids on the other side as dog genes make their way into the genomes of wild wolves. Genetic studies have shown that 25 per cent of Eurasian wolf genomes contain dog ancestry. This is problematic from a conservation perspective – could an injection of domestic dog genes into wild, grey wolves cause problems for Canis lupus? Wolf populations have declined in Europe, under pressure from both hunting and the fragmentation of habitats. But hybridisation could also supply beneficial genes and traits. North American wolves got their black coat colour by interbreeding with dogs centuries, if not millennia, ago. Most hybridisation appears to occur through free-ranging male dogs mating with female wolves, but one recent study showed up dog mitochondrial DNA in two Latvian wolf-dog hybrids. Mitochondrial DNA is exclusively inherited from the mother, so the only way that this DNA could have ended up in wolf genomes is by female dogs having mated with male wolves. Once dog genes have entered wolf populations, it’s very difficult to remove them. Some hybrids look a bit like dogs, but many look exactly like wild wolves. So experts have advised that the best way of reducing the impact of hybridisation is to reduce the number of free-ranging dogs. Once they mate with wild wolves, it’s too late.

Hybridisation raises all sorts of questions. There are biological questions about the integrity of species, and about just how much interbreeding occurs across our once sacrosanct species boundaries. If there’s plenty of interbreeding, with fertile offspring, does this mean our species boundaries are too narrow? These are widely debated questions right now. But in fact, taxonomists, the people who make it their business to name and circumscribe species, have never been quite as rigid as textbooks may have led us to believe. Species are simply snapshots of evolutionary lineages – diverging (and sometimes converging). They are defined by being diagnosably different from the nearest cousins on the tree of life. But sometimes they are defined for human convenience – especially when it comes to conferring separate species names on domesticates and their wild ancestors.
**

The potential for hybridisation also leads to ethical questions about the ‘contamination’ of wild species with genes from domesticated species. Having created domesticated species, we’re now keen to preserve any surviving, closely related wild ones. But does this invoke an idea of the purity of species that just doesn’t really exist in the real world? That’s a challenging question, and one that will only become more pressing as our own population grows, and the species we’ve become allied with burgeon alongside us. It’s such a conundrum. The species that have become our allies have secured their future, by becoming companionable, useful, even indispensable to us. But together, we represent a threat to whatever wildness remains.

It seems that the safest way for humans and wolves to co-exist on the planet is to avoid each other. Our ancestors once tolerated wild wolves – long enough to domesticate them. Wolves may be naturally much more shy around humans now than they were in the past. Wolves were changed by becoming domesticated dogs, in so many ways, but the wild wolves may have changed as well. Persecution and hunting of wild wolves probably exerted a selection pressure of its own – the most successful wolves are likely to have been the ones that stayed away from humans. Wolves that are more fearful, and that avoid us, may be products of human-mediated selection – as much as dogs are.

The genetics of grey wolves and dogs suggests that the wolf lineage which gave rise to dogs is now extinct. Times were tough around the last glacial maximum, so that’s certainly possible. But there’s another way of looking at the family tree – that particular lineage of wolves is not extinct at all; in fact, it’s the most populous branch of the wolf family tree: dogs. Genetically speaking, dogs are grey wolves. Most researchers simply subsume them within the grey wolf species, Canis lupus – not a separate species, the previously recognised Canis familiaris, but a subspecies: Canis lupus familiaris.


So that terrier, that spaniel, that retriever that you know so well … it’s a wolf at heart. But a much friendlier one – even more tail-wagging, hand-licking, and altogether less dangerous – than its wild cousins. 


Wednesday, September 12, 2018

William Saroyan: Ünlü olmak gibi bir isteğim yok



Ünlü olmak gibi bir isteğim yok. Ne Pulitzer ne Nobel ne de başka bir ödülün peşindeyim. Burada, uzak Batı’da, San Francisco’nun Carl Caddesi’nde küçük bir odadayım, sıradan insanlara mektup yazıyorum, basit bir dille onlara zaten bildikleri şeyleri anlatıyorum. Sadece kayda geçiriyorum, konudan biraz saptıysam, acelem olmadığından ve kuralları bilmediğimdendir. Tek bir arzum varsa, o da insanların kardeşliğini göstermektir. Bu çok büyük bir laf ve kulağa biraz yapmacık geliyor. İnsan genellikle böyle hamasi bir söz söylemeye çekinir. Kültürlü, bilgiç insanların kendine güleceğinden korkar. Ama ben aldırmıyorum. Kültürlü insanların gülmesini istiyorum. Kültürlü olmak, gülmeye yarar zaten. Irklara inanmam. Hükümetlere inanmam. Hayatı, dünyadaki milyonların aynı anda yaşadığı tek bir hayat olarak görürüm. Henüz herhangi bir dilde konuşmayı öğrenmemiş bebekler dünya üzerindeki tek ulustur, insan ulusu; gerisi sahte gösteriş, bizim medeniyet dediğimiz nefret, korku ve güçlü olma arzusu... Ama bebek bebektir. Ve bebeklerin ağlamalarında insanlığın kardeşliğini bulabilirsiniz. Büyürüz ve bir dilin kelimelerini öğreniriz. Kâinatı, bütün dillerin değil, bildiğimiz dilin vasıtasıyla görürüz. Kâinata bakarken herhangi bir dil kullanmamak da mümkün değildir, örneğin sessizlik yoluyla kâinatı göremeyiz. Ve kendimizi bildiğimiz dile hapsederiz. Biz burada kendimizi İngilizceye ya da Mencken’in deyişiyle Amerikancaya hapsediyoruz. Bütün sonsuzluk, kelimelerimizde. Bir şey başarmak istiyorsam daha evrensel bir dil konuşmalıyım. İnsan kalbi, insanın yazılmamış tarafı, bütün halkların değişmez ortak noktası işte budur.

Ermenistan’ın Evladı Antranik



Ermenice konuşmayı ninem bizim evde kalmaya başlayınca öğrendim ben. Her sabah Antranik adında bir askerin şerefine bestelenmiş şarkılar söylerdi; nihayet bu adamın dağ köylüsü bir Ermeni olduğunu, bir gün yağız atı ve emrindeki bir avuç adamla düşmanla savaşa tutuştuğunu öğrendim. Bu dediğim 1915 yılında oluyor –ülkemin halkı (ve dünyanın insanları) için fiziksel ve ruhsal acının, çözülmenin yılı yani. Bense yedi yaşındaydım ve böyle şeylerden bihaberdim elbette. İçimde çöreklenmiş, anlam veremediğim kederden hareketle dünyada bir şeylerin ters gittiğini seziyordum, ama tam olarak ne oluyordu bilemiyordum. Ninemin türküleri olanı biteni anlamak için önümde yol açtı. Bir yandan ev işine koşturur, bir yandan söylerdi, sesi gür, matem ve öfke dolu. Dili çok geçmeden kavradım, çünkü zaten içimde hatırlanmayı bekliyordu, kelimeleri oturtmak yetti. Biliverdim: Ermeniydim ben. Maraza çıkaran namussuzlara Tanrı’nın lanetini okudum içimden. (Evet, insan Ermeni olunca böyledir bu, ve bunda hatalıyız. Onu bunu namussuz diye diğerlerinden soyutlamak hakça değil. Ermeni nasıl acı çekerse Türk de acı çeker. Saçma işte, ama bunu bilemezdim o zaman. Bilemezdim şu Türk dediğimiz insanın zorlandığı yola sapan, kendi halinde, dünya tatlısı bir biçare olduğunu. Ondan nefret etmenin, aynı hamurdan çıkma Ermeni’den nefret etmeye eşdeğer olduğunu. Ninem de bilmezdi, hâlâ da bilmiyor. Artık bunun bilincindeyim ben, ama kaç para eder? Ben ne dersem diyeyim dünyayı geri zekâlılar sarmış durumda. Geri zekâlılık deyince bunu her şeyi berbat eden cehalet, ve daha da kötüsü, kasti körlük anlamında kullanıyorum. Bugün dünyada milliyet denen şeyin hükmünün kalmadığını herkes görüyor, ama bir bakın hallerine. Bakın Almanya’ya, İtalya’ya, Fransa’ya, İngiltere’ye. Rusya’ya bakın hatta. Polonya’ya bakın. Bakın şu kafayı üşütmüş delilere. Gözlerini açıp salaklıklarını kavramalarına engel olan şey nedir, bilmiyorum. Bilmiyorum nedendir güçlerini hayatın değil ölümün emrine vermeleri. Görülen o ki tuttukları rota değişmeyecek. Hadi benim ninem yaşlı, artık değişemez, ama otuzun altında onca insana ne demeli? Onlara da çok genç mi diyeceğiz? Yoksa ölüm için çalışmak kabul edilebilir tek yol mu artık?)

1915 yılında General Antranik dünyayı kuşatan belanın sebeplerinden biriydi, ama buna kendi hatası diye bakmamak gerek. Önünde başka seçenek kalmamıştı; yapması gerekeni yapıyordu o kadar. Türkler Ermenileri öldürürken bir yandan General Antranik ve askerleri de Türkleri öldürüyordu. Az önce andığım hoş, kendi halinde, zararsız Türkleri –asıl suçlular cephe gerisinde, savaşın yakıp yıktığı yerlerden uzaktaydı çünkü. Böyle işte, göze göz, ama hep yanlış göz. Bunlar olup biterken ninem de General Antranik’in bu işten sağ salim ve muzaffer çıkması için dua ediyordu, Türklerin iyi insanlar olduğunu bildiği halde, bunu bizzat kendisi söylerdi.

Lawrence’ın Arabistan’da görevi neydiyse General Antranik’in Ermenistan ve Türkiye’de görevi oydu: Türk ordusunun başına tebelleş olup, İtalyan, Fransız, ve İngiliz orduları için tehdit oluşturmasını önlemek. General Antranik basit bir Ermeni köylüsü olduğundan İngiliz, Fransız, İtalyan hükümetlerinin sözüne inanmıştı, hizmetleri karşılığında halkı özgürlüğünü elde edecekti. Maceraperest, delidolu bir İngiliz yazar gibi dünyanın gerçekleriyle yüzleşme eğiliminde değildi. Ve Arabistanlı Lawrence’in aksine, bu aptalca çabanın sonunun hüsranla biteceğini, onu başta destekleyen hükümetlerin ihanetiyle yüz yüze geleceğini kestirememişti. Güçlü hükümetlerin benzer hükümetlerle ortak çıkarlar doğrultusunda dostluk kurmaya muhtaç olduğunu, isteklerinin bu yöne kayacağını, savaş sonrasında bu denklemde ne kendisine ne de Ermenistan halkına yer kaldığını kavrayamamıştı. O pek güçlü devletler Ermenistan için bir şeyler yapmaktan bahsettiler bir ara, ama kıllarını kıpırdatmadılar. Savaş sona erdiğinde General Antranik asker olarak kaldı, asker-diplomat-yazar gibi bir şey olamadı. Alt tarafı bir Ermeniydi. Türk ordusuyla sonradan yazacağı makalelere konu çıksın diye savaşmamıştı ki. Savaş hakkında iki satır olsun kâğıda dökmedi zaten. Savaşa Ermeni olduğu için girmişti. Sıra diplomatların kıvırttığı müzakerelere gelince General Antranik sudan çıkmış balığa dönüverdi. Türk hükümetinin gözünde haydutun tekiydi, bu nedenle başına yüklü bir ödül kondu, ölü ya da diri. Bulgaristan’a kaçtı General Antranik; Türk vatanseverler peşinden gelince de, Amerika’ya.

Benim oturduğum kasabaya düştü yolu bir gün. Kaliforniya’da ne kadar Ermeni varsa Southern Pacific Demiryolları’nın istasyonuna doluşmuştu sanki. Trenden inişini görebilmek için, bir telefon direğini gözüme kestirip tırmandım. Elli yaşlarında gösteriyordu, üzerinde Amerikan tarzı bir takım elbise. Bir seksen boyundaydı, pehlivan gibi sağlam yapılı. Yüzünde ata yadigarı koca bir Ermeni bıyığı, bembeyaz. Yüz ifadesine gelince hem yamandı, hem ince ruhlu. İnsan seli çevresini sardı, derken Antranik karşılama komitesiyle birlikte koca bir Cadillac’a binip gözden kayboldu.

**

1915 belasında bize düşen küçük rolün çıkıp geldiği nokta işte buydu. Haşmetli olsun minik olsun, dünyanın diğer ulusları da aynı yoldan geçecekler yıllarca, seçilebilecek yolların en kötüsü, en çıkmazı bu olduğu için. Bir millet savaşı kazanacak kudrete sahip olsa bile, şöyle ya da böyle ölüm –ölüm, yaşam değil– tek sonuç, tek sondur çünkü, ve aslına bakarsanız uluslar filan demeyi bırakıp insanlar dememiz gerek, çünkü hepimiz tek bir ulusun üyesiyiz. Neden, neden bırakmıyorlar tuttukları bu yolu o halde? Neden kendilerini kandırmaya devam etmek istiyorlar? Pek iyi biliyorlar ki baskın olmaktan, savaşa tutuşmaktan daha tercih edilir seçenekler var, neden bu yolda üsteliyorlar? Dünyanın, dünyadaki her ulusun iyi, kendi halinde yaşayan insanlarından ne istiyorlar? Türk, Ermeni’nin kardeşidir, biliyorlar bunu. Almanla Fransız, Rusla Polonyalı, Japonla Çinli, bunların hepsi kardeş değil mi? Sonuçta, ölümlülük trajedisinin parçacıkları hepsi. Ne diye birbirlerini boğazlasınlar diye ısrar ediliyor? Kime çıkar sağlıyor ki bu?

Tepesine dikilen bir güce karşı mücadele etmenin insana nasıl tatlı bir duygu verdiğini biliyorum elbet, ama bu güç neden illa kardeşlerimiz olmalı? Ölümlü olmanın acılarından etkilenmeyen bir varlık neden yok? Şu Allah’ın belası savaş neden daha onurlu bir kavga olamıyor? İnsanlığın bütün problemlerini çözdük de sıra birbirimizi öldürmeye mi geldi? Yapacak daha önemli işler olduğunda hemfikiriz, o halde neden kestirip atamıyoruz bu şaklabanlığı?

**
Savaşta karşımızda yer alan taraf Türklerdi elbette. Başka düşmanlar da vardı, ama bunlar Türkler kadar etkin değildi; yine de gözleri üzerimizdeydi. Ve bir gün geldi, bunlardan biri Türklerin yüzyıllar boyunca yapamadığını bir anda gerçekleştiriverdi. Sorarsanız, bu nefretle körüklenen değil, sevgiyle kotarılan bir hamleydi. (Türkler hiç olmazsa nefretlerini saklamayacak kadar dürüsttüler.) Ruslardan bahsediyorum tabii. Yeni Ruslardı bunlar. Aslına bakarsanız eskiler urba değiştirip yeni oluvermişti; ellerinde yeni bir kuram vardı, dünyayı kardeşlik yönetecekti. Ermenistan’ı silah zoruyla kardeş yaptılar. Amaçları gerçekten kardeşlikse, hadi buna da peki. Ermeni askerlerin arasında ne kadar lider varsa idam ettiler, ama bunu da kimsenin Rusların yüzüne vurmasını bekleyemeyiz. Bu yeni Ruslarla kardeş olmak isteyen çok az sayıda Ermeni vardı, ama aç ve bitkin haldeydiler, bu nedenle ufukta beliren taze düşmana karşı başlayan isyanın sonu hayli hızlı ve trajik oldu. Hatta alevlenmesiyle sönüşü bir oldu denebilir. Görülen oydu ki dünya Ermenilerin kendilerine ait bir ülkeye sahip olmasına izin vermeyecekti, her ne kadar bunu binlerce yıldır beklemiş, Anadolu’da yarı yarıya kırılmış olsalar da. İstemiyordu işte dünya. Ermeni askerlerin liderlerinin adi suçlular olduğuna karar verildi ve kurşuna dizildiler. O kadar. Rus kardeşler, vuruverdiler hepsini. Sonra da Ermenilere korkmayın dediler, Türkler artık sizi rahatsız edemez. Kardeş Rus askerleri Ermenistan’ın kentlerini bir bir gezdiler, uygun adım, ve halka korkacak bir şey olmadığını söylediler. Hepsinin omzunda tüfek. Kardeşlik duygularıyla doldu taştı Ermenistan sizin anlayacağınız.

**
Ta uzaklarda, Kaliforniya’da dayımın bürosunda oturuyordum işte ben de yine. Lanet olsun, dedim kendi kendime. Bitti her şey. Unutalım gitsin Ermenistan’ı. Antranik öldü, ulusumuz yok oldu. Büyük devletlerin başında daha önemli dertler var şimdi. Cehennemin dibine kadar yolu var bu meselenin. Ermeni değilim zaten ben, Amerikalıyım.

Fakat doğrusunu isterseniz, hem ikisi birdenim, hem hiçbiri değilim. Ermenistan’ı da Amerika’yı da çok seviyorum ve kendimi ikisine birden ait hissediyorum, ama sonuçta şuyum ben: bu dünyada ikamet eden bir insan. Siz de öylesiniz ha, nerede olursanız olun.

Ermenistan’ı unutmaya çabaladım, ama beceremedim. Kaliforniya doğumluydum ama Ermenistan’ı aklımdan çıkaramıyordum, bu da beni düşünmeye itti: İnsanın ülkesi denilen şey neresidir o halde? Dünyanın belli bir parçası mıdır, yeri, adı sanı belli? Irmakları var mıdır? Gölleri? Ya gökyüzü? Ayın doğuşunda mıdır bir ülkeyi diğerinden ayıran şey? Ya güneşin? İnsanın ülkesi ağaçlar, bağlar, çayırlar, kuşlar, taşlar, tepeler, dağlar, vadiler midir? Vatan bir yerin baharında, yazında, kışında mıdır? Canlıların kurduğu düzen midir? Kulübeler, evler, kentlerin sokakları, masalar, sandalyeler, oturup çay içmek, sohbet etmek midir? Yazın sıcağında dalda olgunlaşan şeftali midir? Toprağına gömdüğümüz ölüler midir? Sevgi tohumunun ana karnında filizlenmeye başlaması mıdır? Semanın bir uçtan diğerine kol kanat gerdiği ülkede kulağa çalınan ana dilin ezgisi midir? Ya o dilin yazısını taşıyan sayfalar? O ülkede yapılmış bir resim? O insanların gırtlağından, yüreğinden doğan şarkılar? Danslar? İnsanın vatanı hava, su, toprak, ateş ve hayatın kendisi için sunulan şükran dualarından mı ibarettir? İnsanların gözleridir belki, ya da dudakları, kederi...”


Tuesday, September 11, 2018

Ödlekler Cesurdur


“En iyi insanlar ödleklerdir. En ilginç, en kibar, en has ve suç işleme ihtimali en az olanlar gene onlardır.

Asla bir banka soymayı düşünmezler. Akıllarından bir başkana suikast düzenlemek gibi bir şey geçmez. Yolda yürürken, çukur kazan bir amelenin gözüne kazara kum sıçratsalar, amele de onlara küfretse, ödlekler onurlarının lekelendiğini düşünmezler ve onun için de ameleyle kavga edip bir araba dayak yemelerine gerek kalmaz. Onun yerine, “Özür dilerim, isteyerek olmadı” der, yollarına devam ederler.

Ödlekler terbiyeli insanlardır ve bir o kadar da düşünceli.”

**
“Ödlekler iyidirler, ilginçtirler, kibardırlar; bir kuleden insanların üzerine ateş etmeyi asla düşünmezler. Yaşamayı arzularlar, böylece de çocuk sahibi olacak kadar uzun yaşayabilirler. Ödlekler cesurdur.”


Saturday, September 8, 2018

Karın ve iki oğlun Bitlis’teydiler


“1917 yılıydı, tam elli yıl önce, gene bu aydı belki, temmuz. Sen bağda yalnız kalıyordun. Karın ve iki oğlun Bitlis’teydiler, belki de yakınında ya da çok uzağında, birçoklarının kat ettiği ve üstünde öldüğü Bitlis’ten çöle uzanan uzun yolda, açlıktan ve susuzluktan ölmemiş, öldürülmemişlerse. Hayattalarsa bile, ne onlardan ne de onları gören birinden hiçbir haber alamamıştın. Belki de çocukların yaşıyor ama kim olduklarını bilmiyorlardı; hatırlayamayacak kadar küçüktüler. Muhtemelen bir yetimhaneye götürülmüş ve orada yeni isimler verilmişti onlara…”

“Olanları öğrenmeden önce bile senin yalnız olduğunu biliyordum, annem birine söylerken duymuştum.

Amerika’ya çalışmaya gelmiştin. Karına para gönderecektin ki o ve oğulların da yanına gelebilsin; ama işler umduğun gibi gitmedi. Mektup ve para gönderdin, ilk başlarda karın da cevap yazdı ve sonra, derken, cevap gelmemeye başladı. Böyle böyle bir yıl geçti, sonra bir yıl daha… Ne olup bittiğini bilmiyordun, bir fikrin vardı ama emin değildin. Seni gördüğüm her yerde yalnızdın, iskambil oynayanlarla dolu Aras Kahvehanesi’nde bile. Seni ilk gördüğümde de yalnızdın. Bizim evin oturma odasında kahveni yudumluyordun. “Eve yalnız gitmek istemiyorum.” demiştin. Neden bahsettiğini biliyordum; nasıl küçük bir çocuk bu tür konuları anlar ama asla konuşamazsa, öyle.”

**
“Annemin babasının Bitlis’te öldüğünü biliyordum, son nefesinde anneanneme, “Götür bu aileyi buradan, terk et burayı, başka bir yere git, artık burada kalmayın, becerebilirsen Amerika’ya gidin.” demişti.

Tabii ki becermişti, kolay olmamıştı ama. Kâğıtları ve mühürleri kontrol eden adamlara tek tek altınla rüşvet vermek gerekmişti. Ulaşım masrafları da ödenmeliydi tabii, ilk önce eşeklerle yüksek dağların tepelerindeki dar yollar boyunca Bitlis’ten Erzurum’a –abim Henry 1905’te Erzurum’da doğmuştu– sonra da Erzurum’dan Trabzon’a. Bir gemi onları Trabzon’dan İstanbul’a, oradan da Marsilya’ya taşımıştı. Burada herkes çalışmak zorundaydı, Fransa boyunca Havre’a dek yapılacak tren yolculuğunun parasını biriktirebilmek için. Havre’da da herkes çalışmak zorundaydı, ta ki her birinin New York’a giden gemiye binebilmesi için gerekli para kazanılana dek. Yüzlerce ailenin kendi yemeğini pişirdiği, yerlerde uyuduğu izbe bir salonda yapılan, en sonunda Ellis Adası’nın korku ve dehşetiyle nihayetlenen uzun bir yolculuktu bu. Herkes “bono”ydu, anneannem Lusi dışında herkes, elinde mührü olan birileri onun Bitlis’e geri dönmesi gerektiğini söylemişlerdi. Bütün aile çılgına dönmüştü. Bu inanılmaz durum saatler boyu sürmüştü, herkesin yüreği ağzındaydı. O zamanlar kırk yaşlarında olan yaşlı kadın “Ümitsizliğe kapılmayın. Allah iradesini gösterecektir.” diyordu. Ertesi gün gözleri yeniden muayene edilmişti; bu sefer, sanki anlamsız bir şeymiş gibi, elinde mühür olan başka biri anneannemin kâğıtlarına mührü basmış, “Bono.” demişti. Böylece ailemiz gücünden, otoritesinden, zekâsından, bilgeliğinden ve inancından yoksun kalmamış oluyordu.”


Zavallı Bağrı Yanık Arap


“Eve döndüğümde dayımla Arap gitmişlerdi. Doğruca oturma odasına koştum, kimse yoktu. Geride bıraktıkları tek şey vücutlarının ve içtikleri tütünün kokusuydu.

“Ne konuştular?” diye sordum anneme.

“Dinlemedim.”

“Hiç konuştular mı peki?”

“Bilmem.”

“Konuşmadılar yani.”

“Bazı insanlar bir şey anlatmak istediklerinde konuşurlar, bazılarının bir şey anlatmak için konuşmaya ihtiyaçları yoktur.” dedi annem.

“Hiçbir şey söylemezsen nasıl konuşursun ki?” diye merakla sordum.

“Sözsüz konuşursun. Biz daima sözsüz konuşuyoruz.”

“Öyleyse kelimeler ne işe yarıyor?”

“Çoğu zaman hiçbir şeye. Çoğu zaman da asıl söylemek istediklerini gizlemeye ya da bilinmesini istemediklerini saklamaya yararlar.”

“Peki onlar da konuşuyor mu?”

“Sanırım konuşuyorlar. Oturup kahve ve sigara içiyorlar. Ağızlarını hiç açmıyorlar, yine de devamlı konuşuyorlar. Birbirlerini anlıyorlar, bunun için ağızlarını açmaya ihtiyaçları yok, çünkü saklayacak bir şeyleri yok.”

“Gerçekten ne konuştuklarını biliyorlar mı?”

“Tabii ki.”

“Ne konuşuyorlar peki?”

“Bunu ben bilemem.” dedi annem, “Çünkü kelimelerle konuşmuyorlar. Ama onlar biliyorlar.”

Bir yıl kadar bu böyle sürüp gitti. Hosrov dayım ve Arap, bize gelip oturma odasında oturmaya devam ettiler. Bazen bir, bazen iki saat öylece oturuyorlardı.

Bir keresinde dayım Arap’a birdenbire, “Boşver gitsin. Bak, sana söylüyorum!” diye bağırdı. Ama o hiçbir cevap vermedi.”