Saturday, September 8, 2018

Karın ve iki oğlun Bitlis’teydiler


“1917 yılıydı, tam elli yıl önce, gene bu aydı belki, temmuz. Sen bağda yalnız kalıyordun. Karın ve iki oğlun Bitlis’teydiler, belki de yakınında ya da çok uzağında, birçoklarının kat ettiği ve üstünde öldüğü Bitlis’ten çöle uzanan uzun yolda, açlıktan ve susuzluktan ölmemiş, öldürülmemişlerse. Hayattalarsa bile, ne onlardan ne de onları gören birinden hiçbir haber alamamıştın. Belki de çocukların yaşıyor ama kim olduklarını bilmiyorlardı; hatırlayamayacak kadar küçüktüler. Muhtemelen bir yetimhaneye götürülmüş ve orada yeni isimler verilmişti onlara…”

“Olanları öğrenmeden önce bile senin yalnız olduğunu biliyordum, annem birine söylerken duymuştum.

Amerika’ya çalışmaya gelmiştin. Karına para gönderecektin ki o ve oğulların da yanına gelebilsin; ama işler umduğun gibi gitmedi. Mektup ve para gönderdin, ilk başlarda karın da cevap yazdı ve sonra, derken, cevap gelmemeye başladı. Böyle böyle bir yıl geçti, sonra bir yıl daha… Ne olup bittiğini bilmiyordun, bir fikrin vardı ama emin değildin. Seni gördüğüm her yerde yalnızdın, iskambil oynayanlarla dolu Aras Kahvehanesi’nde bile. Seni ilk gördüğümde de yalnızdın. Bizim evin oturma odasında kahveni yudumluyordun. “Eve yalnız gitmek istemiyorum.” demiştin. Neden bahsettiğini biliyordum; nasıl küçük bir çocuk bu tür konuları anlar ama asla konuşamazsa, öyle.”

**
“Annemin babasının Bitlis’te öldüğünü biliyordum, son nefesinde anneanneme, “Götür bu aileyi buradan, terk et burayı, başka bir yere git, artık burada kalmayın, becerebilirsen Amerika’ya gidin.” demişti.

Tabii ki becermişti, kolay olmamıştı ama. Kâğıtları ve mühürleri kontrol eden adamlara tek tek altınla rüşvet vermek gerekmişti. Ulaşım masrafları da ödenmeliydi tabii, ilk önce eşeklerle yüksek dağların tepelerindeki dar yollar boyunca Bitlis’ten Erzurum’a –abim Henry 1905’te Erzurum’da doğmuştu– sonra da Erzurum’dan Trabzon’a. Bir gemi onları Trabzon’dan İstanbul’a, oradan da Marsilya’ya taşımıştı. Burada herkes çalışmak zorundaydı, Fransa boyunca Havre’a dek yapılacak tren yolculuğunun parasını biriktirebilmek için. Havre’da da herkes çalışmak zorundaydı, ta ki her birinin New York’a giden gemiye binebilmesi için gerekli para kazanılana dek. Yüzlerce ailenin kendi yemeğini pişirdiği, yerlerde uyuduğu izbe bir salonda yapılan, en sonunda Ellis Adası’nın korku ve dehşetiyle nihayetlenen uzun bir yolculuktu bu. Herkes “bono”ydu, anneannem Lusi dışında herkes, elinde mührü olan birileri onun Bitlis’e geri dönmesi gerektiğini söylemişlerdi. Bütün aile çılgına dönmüştü. Bu inanılmaz durum saatler boyu sürmüştü, herkesin yüreği ağzındaydı. O zamanlar kırk yaşlarında olan yaşlı kadın “Ümitsizliğe kapılmayın. Allah iradesini gösterecektir.” diyordu. Ertesi gün gözleri yeniden muayene edilmişti; bu sefer, sanki anlamsız bir şeymiş gibi, elinde mühür olan başka biri anneannemin kâğıtlarına mührü basmış, “Bono.” demişti. Böylece ailemiz gücünden, otoritesinden, zekâsından, bilgeliğinden ve inancından yoksun kalmamış oluyordu.”