Friday, November 29, 2013

The Turkey’s Turkey Connection

Thanksgiving is the all-American holiday. Turkey is the all-American bird. It was here long before Columbus or the Pilgrims. Early explorers reported vast flocks of turkeys nesting in the magnolia forest. Turkeys are a lot more American than apple pie. But they’re named after a country 4,429 miles away.
It’s not a coincidence. It’s not that the two words just sound alike. Turkeys are named after Turkey. But there is a connection. You just have to go to Madagascar to find it. Let me explain.
Once upon a time, English mealtimes were miserable things. There were no potatoes, no cigars and definitely no turkey. Then people began to import a strange, exotic bird. Its scientific name was Numida meleagris; its normal name now is the helmeted guinea fowl, because it’s got this weird bony protuberance on its forehead that looks a bit like a helmet. It came all the way from Madagascar, off the southeast coast of Africa, but the English didn’t know that. All the English knew was that it was delicious, and that it was imported to Europe by merchants from Turkey. They were the Turkey merchants, and so, soon enough, the bird just got called the turkey.
But that’s not the turkey you’ll be serving with cranberry sauce and pumpkin pie. As I said, that’s an American bird. When the Spanish arrived in the New World they found a bird whose scientific name is Meleagris gallopavo. But the Spaniards didn’t care about science. All they cared about was that this bird was really, really delicious. It tasted well, it tasted just like turkey, only better.
They started exporting the birds to Europe, and soon enough they arrived on English dinner tables at just about the same time that the English were setting up their first colonies in America. The Pilgrims didn’t care about any subtle distinctions. They just tasted this great bird and thought, turkey. That’s the way the English language goes.
That’s why the bird you’re going to eat is named for a country on the Black Sea. Other languages don’t make the same mistake. They make different ones. In France it’s called dinde, because they thought it was from India, or, in French, d’Inde. And in Turkey a lot of people thought that, too, so it’s called Hindi.
There was a 19th-century American joke about two hunters — an American and a Native American — who go hunting all day but only get an owl and a turkey. So the American turns to his companion and says: “Let’s divide up. You get the owl and I get the turkey.” The Native American says: “No. Let’s do it the other way round.” So the American says, “O.K., I’ll get the turkey and you get the owl.” And the Native American replies, “You don’t talk turkey at all.”
That’s where the phrase let’s talk turkey comes from. Let’s do real business. Then, in the early 20th century, people got even tougher and started saying “Let’s talk cold turkey.” And then when people tried the toughest way of giving up drugs they went cold turkey.
It’s got nothing to do with the leftovers you’ll be eating for weeks and weeks and weeks. Happy Thanksgiving.
Mark Forsyth is the author of “The Horologicon: A Day’s Jaunt Through the Lost Words of the English Language.”

Çocuğun Eğitimi


Eğer evlâtlarımızın cesur, yürekli olmasını istiyorsak, onları vampirlerle, devlerle, cinlerle, perilerle korkutmamalıyız. Onları bütün olumsuzluklara karşı koyabilecek bir iç mukavemetle güçlü yetiştirmeliyiz. Eğer çocuklarımızın imanlı olmasını arzu ediyorsak, bütün hareket ve davranışlarımızdan belli konulardaki duyarlılığımıza, tebessümlerimizden yatış-kalkışlarımıza, secdede, rükuda, kıvrım kıvrım kıvranışlarımızdan başka insanlar içinde şefkatle tir tir titrememize kadar her hâlimizde Allah’a iman nümâyân olmalı ve çocuklarımızın gönülleri bunlarla dolmalıdır. Evet hep onların bizi görmek istediği gibi olmalı ve bizi küçük görebilecekleri davranışlardan da içtinap etmeliyiz.

***

“Hz. Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) camide safların tanzimi mevzuunda, erkeklerin önde, onların arkasında varsa hünsâlar, daha sonra çocuklar ve beşerî bir mülâhazaya binaen onların arkasında da kadınların bulunmasını tavsiye etmektedir.”


***

Çocuğun Görebileceği Bir Ortamda İbadet ve Dua Etme

Evin içinde ibadet ü taate ayrılmış hem bir yer hem de bir zaman olmalıdır. Beş vakit namaz, imkân varsa evde cemaatle kılınmalı veya çocuğun elinden tutulup camiye götürülmelidir. Bu son durum, daha ziyade annenin namaz kılamadığı dönemlerde çok yararlı olabilir.. evet anne, belli dönemlerde namaz kılamayınca, çocuk “namaz kılınmasa, dua edilmese de olabiliyor” fikrine kapılmasın diye bilhassa o günlerde mâbede gitme, meselenin ciddiyeti adına iyi bir rehabilitasyon sayılabilir. Tabiî şöyle yaparak da bu boşluk kapatılabilir: “Kadın özel hâllerinde dahi abdest alıp, seccadesine oturur; ellerini Mevlâ’ya açıp dua eder; o, namaz kılmış gibi sevap alırken çocuk nazarında da bu boşluk kapatılmış olur.” Fıkıh kitaplarında böyle bir yaklaşım da var. Terbiye açısından bunun önemi çok büyüktür. Bir kere bu vesile ile çocuk, hiçbir zaman evde secde etmeyen baş, ağlamayan göz, duaya kalkmayan el görmeyecektir. Bilakis o, her zaman evde hassasiyet, titizlik ve derin bir kulluk şuuru müşahede edecektir. Dolayısıyla kadının husûsî durumlarından ötürü ibadet yapamadığı dönemlerle ilgili olarak çocuk, bu meselenin ruhunu anlayacağı, siz de bu konuların dindeki yerini ona anlatacağınız ana kadar, zaman zaman elinden tutarak onu camiye götürmeniz uygun olacaktır.

Gün gelecek, ezan okunduğu zaman çocuk, tıpkı çalan saat gibi, sizi “Baba namaz!” diye uyaracak, siz işinizle meşgul olup da “Allahu ekber” sesini duymuyorsanız, o bunu duyduğunda, “Namaz!” diye size seslenecektir ki, belli bir dönemde ona hatırlattığınız her şeyi dönüp o size hatırlatacaktır.

Bundan başka günün bir saatinde Allah’a dua edeceğiniz özel bir saatiniz olmalıdır. Önceden belirlemiş olduğunuz bir saatte Mevlâ’nın karşısında duygularınızı dile getirip dertlerinizi O’na açmalısınız ve Yüce Yaratıcı’nın her zaman sığınılacak bir kapı olduğunu fiilen göstermelisiniz. Bu dualarınızı açıktan, sesli olarak yapmanız yararlı olur. Rasûlü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem)’den mervî olan duaları sahabe ondan duymuştu. Bunların birçoğunu, Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ) nakletmektedir. Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (radıyallâhu anhüm) efendilerimizden de bu konuda nakiller vardır.

Öyleyse sizler de çevrenizdekilere dualarınızı duyurabilir ve onun öğrenebileceğini hedefleyerek dua edebilirsiniz. Eğer çocuğunuzun, duygulu olmasını, Allah (celle celâluhu) anıldığı zaman titremesini arzu ediyorsanız başta sizin öyle olmanız icap eder.”

***



Hangi şartlar altında olursa olsun anne-baba dinî vazifelerinde kusurda bulunmamalıdırlar ve çocuk, kullukla alâkalı hususlarda hiçbir eksiklik müşahede etmemelidir.

***

“Allah” (celle celâluhu) mefhumu bizim için çok mukaddestir ve imanın bir rüknüdür. Allah'a (celle celâluhu) inanmayan birinin İslâmî ve imânî hayatı yoktur. Bu yüce ve yüceliği nispetinde de olabildiğine mukaddes mefhumun belli bir yaştan itibaren -ki bu devrenin başlangıcı genelde 7-9 yaş olarak düşünülür- dimağlarda yerleşmesini, gönüllerde oturmasını ve çocuğun bütün hayal âlemini işgal etmesini temin etmekle mükellef bulunduğumuz kat’iyen unutulmamalıdır. Çocuğun, Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in hayaliyle yaşamasını temin etmek, o evde sürekli ondan bahisler açılmasına bağlıdır. Şayet bir evde sadece, televizyon-sinema artistlerinden bahsediliyorsa ve çocuğun temâşâ ufkunda her zaman televizyonlar, sinemalar bulunuyorsa onun hayaline hakim olan da bir kısım artistler olacaktır. Sorduğunuz anda size pek çok sporcu, müzisyen ve artist ismi sayılabilecek; ama belki de dört sahabi ismi söyleyemeyecektir. Hafıza ve şuuraltı, bütün kapasitesiyle, çok faydası olmamakla beraber, “hayalin fıskı”na sebebiyet veren bu gereksiz şeylerle mâlemâl dolacaktır.

***

Müezzinin lâhûtî sesinin minarelerden, “Allahu ekber” şeklinde yükselmesi, çocuğun nazarında büyümeli ve “Allahu ekber” dendiği zaman o da kelimeleri tekrar etmeli ve ezan bitince ellerini kaldırarak; “Allahumme rabbe hâzihi’d-da’veti’t-tâmmeti ve’s-salâti’l-kâimeti, âti seyyidenâ Muhammedeni’l-vesîlete ve’l-fazilete ve’b’ashu makâmen mahmûdeni’llezî ve’adtehu inneke lâ tuhliful-mîâd; Ey bu kamil davetin ve kılınacak namazın Rabbi olan Allah’ım! Muhammed’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) Hakk’a yaklaşma, cennete ve ötesine ulaşmayı lütfet ve O’nu kendisine vadettiğin Makam-ı Mahmud’a ulaştır. Muhakkak ki Sen vaadini yerine getirensin.” diyerek boşalmalıdır.

***

Usûlü bulunabildiği nispette bu sevme ve sevdirme işi zor olmasa gerek. Çocuklarımıza, birtakım lüzumsuz neşriyat yerine, Rasûlü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in siyerini okutabilsek ve onların eline, hiç olmazsa Muhammed Yusuf Kandehlevî’nin“Hayâtu’s-Sahabe”si gibi her an müracaat edebilecekleri bir kitap versek, zannediyorum Rasûlü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem)’i ve onun ashabını ve onların çocuklarını tanıma fırsatı bulacak ve bunlardan her birerleri onların gözünde hayatlarının kahramanları olarak büyüyecek; onlara uymaya, onlara benzemeye, Hz. Hamza gibi şecaatli, Hz. Ali gibi şâh-ı merdan, Hz. Ebu Bekir gibi sâdık, Hz. Fâruk-ı A’zam gibi kılı kırk yaran âdil olmaya çalışacaklardır. Allah’ın (celle celâluhu) binlerce rızâ ve rıdvanı bunların üzerine olsun..! Evet her zaman evimizin baş köşesinde Kur’ân-ı Kerim, sonra Rasûlü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in siyeri ve ashab-ı kiramın hayatına ait megâzi kitaplarını bulundurmak ve çocuklarımızın gönüllerinin onlarla beslenmesini sağlamak, tarihî kahramanlarımızla onların gönüllerini, gözlerini açmak ve atalarını onlara sevdirmek çok önemlidir.




Çocuk Terbiyesi



Haram Lokma Yedirmeme

Çocuğun, anne karnındaki teşekkülünün ilk döneminden başlayarak onun helâl ve meşrû rızıkla beslenmesi de fevkalâde önemlidir. Kat’iyen bilmeliyiz ki, çocuğun gelişme sürecinde, Allah’a bağlama mecburiyetinde olduğumuz herhangi bir hadisedeki kopukluk, negatif bir “olgu” olarak -muvakkaten dahi olsa- çocuğa da aksettiği çok görülen vak’alardandır. Damarlarınızdaki bir parça haram ya da şu veya bu şekilde elde ettiğiniz şüpheli bir nesne -aynı şeyler hanımınız için de söz konusudur- o çocuğun muvakkat veya müebbet kayma sebeplerinden biri olabilir.

***

Çocuklara Kadirşinaslık Hissi ve Allah Sevgisi Kazandırma

Bilindiği üzere çocuk, ilköğretim devresine, bazen onu da aşacak daha ileri bir seviyeye kadar ibadet ü taatle mükellef değildir. Binaenaleyh, o, bu dönemde namazında, orucunda ve sair dinî vecibelerinde yaptığı kusurlardan ötürü tedip edilmez; edilmemeli ve hele asla itap görmemelidir.

Ancak, şu da bilinmelidir ki, henüz mükellef olmadığı bu devrede, ona anlattığımız şeylerin hiçbirisi, ömür boyu onun hatırından, kafasından, kalbinden çıkmayacaktır. Onlara karşı kadirşinaslığımız da bu ölçüde pekiştirilmesi gereken bir husustur. Evet, çocuklarımızın kadirşinas olmalarına dikkat etmemiz çok önemlidir. Onlar, kendilerine gelen ihsanları bilmeli, nimet karşısında Allah’a (celle celâluhu) da, insanlara da mutlaka teşekkür etmelidirler. Kadirşinaslık hissi, sonraları daha da derinleşerek Allah’ın (celle celâluhu) nimetleri karşısında onu, hep hamd ü sena eden biri ve insanlardan gördüğü iyilikler karşısında da müteşekkir biri hâline getirecektir. Evet, çocuklarımızda iyilik etme ve iyilik bilme duygularını geliştirerek onları birer sarraf gibi cevâhir kadrini bilir hâle getirip Mabud-u Mutlak’ı bütün cemâlî ve celâlî tecellileriyle kafalarına yerleştirme mecburiyetindeyiz. Nihayet o, yer yer Allah (celle celâluhu) büyüktür dediği gibi, insanların ihsanları karşısında da kadirşinas davranacaktır. Hatta zamanla kadirşinaslık, onun karakteri hâline gelecektir ve böylece her nimet karşısında içinden gelerek “teşekkür ederim” diyebilecektir.

“Bu konuyla alâkalı diğer bir husus da, çocuğumuza, nimetleriyle bizi perverde eden Allah (celle celâluhu) şefkatinin, Rahmâniyetinin ve Rahîmiyetinin anlatılmasıdır. Allah’ın (celle celâluhu) bizi nasıl beslediğini, baktığını, büyüttüğünü, bize nasıl sevgi verdiğini anlatacak ve “O (celle celâluhu) çok şefkatlidir, bizi korur, bütün belâlardan muhafaza, himaye ve vikaye eder.” diyerek çocuklarda O’na karşı güven, itimat ve sevgi hissini coşturmalıyız. Hatta en küçük yavruların, dahası haşaratın, Allah’ın şefkatiyle, re’fetiyle, rahmetiyle beslendiğini uygun bir dille ona anlatarak Rabbiyle münasebetini sağlama bağlamalıyız.

“Böylece, o çocuğun zihninde, bütünüyle kâinat Rahmân ve Râhim isimlerini tilavet eden bir varlık hâlinde tecessüm etmeye başlayacaktır ki, o evin içindeki bütün nimetlerin bir sahibi olduğu duyulup hissedilecek, o nimetlere karşı onların o inkişaf etme sürecindeki vicdanları şükür hissiyle dolup taşacak ve o hâne âdeta bir şükür tezgahı gibi işleyecektir.
Ancak, bütün hu hususlarda ona, yaşına göre hitap edilmelidir, meselâ:

“O vermezse nar ağacı nar vermez.
O sahip olmasa hayvanların memelerinden süt akmaz.
O’nun rahmeti olmasa gökten bir damla yağmur düşmez.
O merhamet etmezse yerde bir ot bitmez,
O istemezse biz konuşamayız,
O gördürmezse biz göremeyiz,
O duyurmazsa biz duyamayız,
O çalıştırmazsa ağzımız ıslanmaz,
Midemiz çalışmaz, böbrekler iş görmez..
Evet bütün bunların sahibi O’dur evlâdım..
Biz yapmadık bunları, her şey O’ndandır
Ve O’nun gözetimindedir.
Öyleyse evlâdım, bu nimetleri bize veren,
Bunları böyle hazırlayan
Allah'a (celle celâluhu) karşı içimiz sevgiyle dolup taşarsa,
O da bunları artıracaktır.
Ama eğer nankörlük edersek,
O da nimetlerini ya kesecek,
Ya da onlardan istifade etme imkânını
“Elimizden alacaktır.”

Evet, bütün bunları hem davranışlarımızla, hem sözlerimizle, hem bakışlarımızla, hem de bütün heyecanlarımızla, bir hatip gibi ona duyurmaya çalışacağız.


***

Çocuğun cimri, halk diliyle eli sıkı, dünyaperest, maddeye bağlı yetişmesi, bazı şartlara bağlı olarak onun bencil, çıkarcı, hırslı, mütecaviz ve âsi bir hâl alması yolunda ilk sebepler sayılırlar. Böyle bir çocuk, eğer ilâhî ahlâka bağlı yetiştirilmiyorsa, bu durum o çocuğun hem dünyası hem de ahiretteki sonsuz hayatı adına da bir tâlihsizliktir. 

Evet, merhamet ve şefkat çok önemlidir. Cömertlik ve civanmertlik bu ruh hâlinin bir tezahürüdür. Şefkat kahramanları hep kazançta, merhametsizler de hüsrandadırlar. Cömert, fasık olsa dahi cennete gidebilir. Cimri, mümin dahi olsa cenneti kazanma ihtimali düşüktür. Bu sebeple, çocuklarda şefkat ve acıma hissi geliştirilmeli, verme ve ihsanda bulunma duygusu artırılmalıdır ki, hırsa kapılıp dünyaya dalmasınlar ve dünyaya daldıklarından ötürü de Allah’ı ve insanları unutmasınlar. Evet çocuğa vermesini öğreteceksin ki maddeci olmasın; rûhî, kalbî, sırrî hayatı itibarıyla Allah’a bağlı olsun. Ancak bir kere daha hatırlamalıyız ki, verme, fiilen gösterilmez, sözlerle desteklenmezse müessir olmaz. Davranışlarımızla anlattığımız zaman sözlerimiz onların nazarında meleklerin solukları gibi tesirli olacaktır.


***

Mükâfât 

Diğer bir husus da, çocuklarımızı muvaffakiyetleri nispetinde mükâfatlandırmamız konusudur. “Nispet” kelimesini özellikle kullanıyorum. Çünkü, büyük bir muvaffakiyette o muvaffakiyet ölçüsünde, küçük bir başarıda da o başarı nispetinde ödül, adaletli olma müessiriyetinin yanında “sa’y ölçüsünde semere” esprisine de uygun düşer. Evet ister dinî hayat, ister dünyaya ait meselelerinde -tabiî meşrû olanlarına- her muvaffakiyetin behemehâl mükâfatlandırılması ilâhî ahlâkın gereğidir. 

Bu zaviyeden “anne-baba” biraz da mütefekkir, bilge ve terbiyeci demektir. Bilecek, düşünecek, bakacak, kollayacak ve üzerlerine titreyecektir.


***
Şefkat

Çocuk, sopadan, tehditten, azaptan değil, eğer bir şeyden korkacaksa, ebeveyninin şefkatini kaybedeceğinden korkmalıdır. Babasının yüzünü ekşitmesi, annesinin sımsıcak yüzünün buğulandığını müşahede etmesi veya sezmesi onu dengeye getirecek en büyük bir müeyyide gibi algılanabiliyorsa, yeter ve artar zannediyorum. Ancak çocuğun size güvenmesi, acılarını, elemlerini paylaştığınıza inanması çok ehemmiyetlidir. Öyle ise, o ağladığı zaman yapabiliyorsanız oturup içten ağlayınız, hiç olmazsa üzüntüsünü paylaşınız. Ölüp giden bazı insanlar için semanın size ağladığı, arşın titrediği gibi  çocuklar müteessir oldukları zaman siz de teessür izhar edip, onların üzüntülerini paylaşınız. Böylece onların nazarında daha bir ulvîleşirsiniz ve söylediğiniz, anlattığınız sözler onlarda tesir icra eder ve onların gönüllerine öyle bir girersiniz ki, artık hiçbir güç oradan sizi söküp atamaz. Daha sonra söyleyeceğiniz her söz de onların, gönüllerinde hep makes bulur.

***

Hz. Ali (kerremallahu vecheh): “Çocuklarınıza, içinde bulunduğunuz zamanın bilgi ve kültürünü değil, daha sonraki devrin âdâb ve erkanını öğretiniz; zira onlar, sizin içinde yaşadığınız zamandan başka bir zaman için yaratıldılar.” buyurmaktadır. Bu prensip, umumî bilgi ve kültür açısından ele alınacak olursa, “Şu andaki malumat ve kültürle iktifa etmek dûnhimmetliktir.” demek olur ki, zamanla başkaları gelir sizi geçer ve siz de çok gerilerde kalırsınız. Bu prensibin talim ve terbiye açısından ele alınması, çocuğun içinde yaşadığı zamanı aşıp daha sonraki dönemleri nazara alarak, ona göre bir çizgi takip etmesini kolaylaştırır. Evet, çocuk, altı yaşında iken yedi yaşına ait terbiye verilmeli ve yedi yaşına varınca da sekizinci yaşın programı uygulanmalıdır.

***

Terbiye ve terbiye adına rehberliği yaşla-başla atbaşı veya bir iki kadem önde götürme adına din, şu tavsiyelerde bulunur:Çocuğa şayet on beş yaşında namaz kılması farz ise, siz onu on yaşında namaza alıştırın demektedir. Bu, onu oruç tutmaya da, mükellef olduğu dönemde birkaç sene evvel alıştırın mânâsına gelir. Diğer bütün hususları da aynı şekilde düşünebiliriz ki, bu da çocuğun erken dönemden ele alınarak yaşına göre şekillenmesi demektir.

***

“Burada İmâm Cafer’in, mealen bize verdiği bazı yaş ölçülerinden de bahsetmek isterim:

“Yedi yaşa kadar çocukluk devresidir ki, o gördüğü şeyleri taklit eder ve daha çok değişik oyunlara bağlı yaşar. Hatta siz onunla oynar ve eğlenirseniz, o da sizinle eğlenir. Sizden ne görürse onu öğrenir ve taklit eder. Onun hayatı o devreye kadar âdeta bir taklit ve bir oyundur. Ondan sonra yaşına-başına, idrak seviyesine göre telkin dönemi gelir. Bu dönemde, idrak ufku ve anlayış seviyesine göre sık sık rehabilitasyondan geçirilerek millî ve manevî değerlerimize motivasyonu sağlanmaya çalışılır. İşte bu devre Kitabullah’ı talim devresidir; bu da bir o kadar zaman ister. Ondan sonra aklıyla, mantığıyla, muhakemesiyle haram ve helâli öğrenme devresi gelir ki, bu dönemin de o kadar sürdüğünü ilâve edebiliriz.

İmâm Cafer’in usûlüne göre çocuğun yirmi bir yaşında bütün içtimâî ve dinî formasyonunu ikmal etmiş olması gerekiyor. Demek bu yaştan sonra çocuğa bir şey verseniz de oldukça zor kabul edecektir. Öyle ise yirmi bir yaşına kadar reddedemeyeceği şekilde dinî, millî her şeyin çok iyi hazmettirilmesi gerekmektedir. Bu yaşa kadar, pratiği, nazarîsi, aklîsi ve mantıklısıyla dinî hayatı bir bütün olarak benimsemeli ki, esen değişik muhalif rüzgârlarla sarsılmasın. Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) de, Tirmizi’nin rivayet ettiği bir hadis-i şerifte şöyle buyurur:

“Çocuklarınıza yedi yaşından itibaren namazı öğretiniz.”  Evet çocuk, o devreye kadar, kendi tecessüsleriyle yaptığınız şeyleri zaten kavramıştır. Artık bir mânâda size sadece, onun elinden tutup o güne kadar tecessüsleriyle algıladığı şeyleri açıklama, yerinde tergiple teşvik, yerinde de biraz terhiple uyarma kalıyor. Öyleyse belli bir yaşa kadar hâl ile gösterme esas iken belli bir dönemden sonra fikrî seviyesine göre ve mantığına hitap edecek şekilde her konuyu şerhetmek gerekecektir. Arz edilen bu delillerin ışığında çocuk, bazıları itibarıyla Mâbud-u Mutlak olan Hz. Allah (celle celâluhu) karşısında altı yaşında, bazıları itibarıyla sekiz yaşında, bazıları için de en geç on yaşında bir yetişken kabul edilerek onore edilmeli, izzetine ihtimam gösterilmeli ve her şey ona peygamberâne bir azimle anlatılmalıdır. İbadete alıştırma mevzuunda gösterilecek gayretler de aynı ciddiyeti ister.”

Çocuk Terbiyesi



Haram Lokma Yedirmeme

Çocuğun, anne karnındaki teşekkülünün ilk döneminden başlayarak onun helâl ve meşrû rızıkla beslenmesi de fevkalâde önemlidir. Kat’iyen bilmeliyiz ki, çocuğun gelişme sürecinde, Allah’a bağlama mecburiyetinde olduğumuz herhangi bir hadisedeki kopukluk, negatif bir “olgu” olarak -muvakkaten dahi olsa- çocuğa da aksettiği çok görülen vak’alardandır. Damarlarınızdaki bir parça haram ya da şu veya bu şekilde elde ettiğiniz şüpheli bir nesne -aynı şeyler hanımınız için de söz konusudur- o çocuğun muvakkat veya müebbet kayma sebeplerinden biri olabilir.

***

Çocuklara Kadirşinaslık Hissi ve Allah Sevgisi Kazandırma

Bilindiği üzere çocuk, ilköğretim devresine, bazen onu da aşacak daha ileri bir seviyeye kadar ibadet ü taatle mükellef değildir. Binaenaleyh, o, bu dönemde namazında, orucunda ve sair dinî vecibelerinde yaptığı kusurlardan ötürü tedip edilmez; edilmemeli ve hele asla itap görmemelidir.

Ancak, şu da bilinmelidir ki, henüz mükellef olmadığı bu devrede, ona anlattığımız şeylerin hiçbirisi, ömür boyu onun hatırından, kafasından, kalbinden çıkmayacaktır. Onlara karşı kadirşinaslığımız da bu ölçüde pekiştirilmesi gereken bir husustur. Evet, çocuklarımızın kadirşinas olmalarına dikkat etmemiz çok önemlidir. Onlar, kendilerine gelen ihsanları bilmeli, nimet karşısında Allah’a (celle celâluhu) da, insanlara da mutlaka teşekkür etmelidirler. Kadirşinaslık hissi, sonraları daha da derinleşerek Allah’ın (celle celâluhu) nimetleri karşısında onu, hep hamd ü sena eden biri ve insanlardan gördüğü iyilikler karşısında da müteşekkir biri hâline getirecektir. Evet, çocuklarımızda iyilik etme ve iyilik bilme duygularını geliştirerek onları birer sarraf gibi cevâhir kadrini bilir hâle getirip Mabud-u Mutlak’ı bütün cemâlî ve celâlî tecellileriyle kafalarına yerleştirme mecburiyetindeyiz. Nihayet o, yer yer Allah (celle celâluhu) büyüktür dediği gibi, insanların ihsanları karşısında da kadirşinas davranacaktır. Hatta zamanla kadirşinaslık, onun karakteri hâline gelecektir ve böylece her nimet karşısında içinden gelerek “teşekkür ederim” diyebilecektir.

“Bu konuyla alâkalı diğer bir husus da, çocuğumuza, nimetleriyle bizi perverde eden Allah (celle celâluhu) şefkatinin, Rahmâniyetinin ve Rahîmiyetinin anlatılmasıdır. Allah’ın (celle celâluhu) bizi nasıl beslediğini, baktığını, büyüttüğünü, bize nasıl sevgi verdiğini anlatacak ve “O (celle celâluhu) çok şefkatlidir, bizi korur, bütün belâlardan muhafaza, himaye ve vikaye eder.” diyerek çocuklarda O’na karşı güven, itimat ve sevgi hissini coşturmalıyız. Hatta en küçük yavruların, dahası haşaratın, Allah’ın şefkatiyle, re’fetiyle, rahmetiyle beslendiğini uygun bir dille ona anlatarak Rabbiyle münasebetini sağlama bağlamalıyız.

“Böylece, o çocuğun zihninde, bütünüyle kâinat Rahmân ve Râhim isimlerini tilavet eden bir varlık hâlinde tecessüm etmeye başlayacaktır ki, o evin içindeki bütün nimetlerin bir sahibi olduğu duyulup hissedilecek, o nimetlere karşı onların o inkişaf etme sürecindeki vicdanları şükür hissiyle dolup taşacak ve o hâne âdeta bir şükür tezgahı gibi işleyecektir.
Ancak, bütün hu hususlarda ona, yaşına göre hitap edilmelidir, meselâ:

“O vermezse nar ağacı nar vermez.
O sahip olmasa hayvanların memelerinden süt akmaz.
O’nun rahmeti olmasa gökten bir damla yağmur düşmez.
O merhamet etmezse yerde bir ot bitmez,
O istemezse biz konuşamayız,
O gördürmezse biz göremeyiz,
O duyurmazsa biz duyamayız,
O çalıştırmazsa ağzımız ıslanmaz,
Midemiz çalışmaz, böbrekler iş görmez..
Evet bütün bunların sahibi O’dur evlâdım..
Biz yapmadık bunları, her şey O’ndandır
Ve O’nun gözetimindedir.
Öyleyse evlâdım, bu nimetleri bize veren,
Bunları böyle hazırlayan
Allah'a (celle celâluhu) karşı içimiz sevgiyle dolup taşarsa,
O da bunları artıracaktır.
Ama eğer nankörlük edersek,
O da nimetlerini ya kesecek,
Ya da onlardan istifade etme imkânını
“Elimizden alacaktır.”

Evet, bütün bunları hem davranışlarımızla, hem sözlerimizle, hem bakışlarımızla, hem de bütün heyecanlarımızla, bir hatip gibi ona duyurmaya çalışacağız.


***

Çocuğun cimri, halk diliyle eli sıkı, dünyaperest, maddeye bağlı yetişmesi, bazı şartlara bağlı olarak onun bencil, çıkarcı, hırslı, mütecaviz ve âsi bir hâl alması yolunda ilk sebepler sayılırlar. Böyle bir çocuk, eğer ilâhî ahlâka bağlı yetiştirilmiyorsa, bu durum o çocuğun hem dünyası hem de ahiretteki sonsuz hayatı adına da bir tâlihsizliktir. 

Evet, merhamet ve şefkat çok önemlidir. Cömertlik ve civanmertlik bu ruh hâlinin bir tezahürüdür. Şefkat kahramanları hep kazançta, merhametsizler de hüsrandadırlar. Cömert, fasık olsa dahi cennete gidebilir. Cimri, mümin dahi olsa cenneti kazanma ihtimali düşüktür. Bu sebeple, çocuklarda şefkat ve acıma hissi geliştirilmeli, verme ve ihsanda bulunma duygusu artırılmalıdır ki, hırsa kapılıp dünyaya dalmasınlar ve dünyaya daldıklarından ötürü de Allah’ı ve insanları unutmasınlar. Evet çocuğa vermesini öğreteceksin ki maddeci olmasın; rûhî, kalbî, sırrî hayatı itibarıyla Allah’a bağlı olsun. Ancak bir kere daha hatırlamalıyız ki, verme, fiilen gösterilmez, sözlerle desteklenmezse müessir olmaz. Davranışlarımızla anlattığımız zaman sözlerimiz onların nazarında meleklerin solukları gibi tesirli olacaktır.


***

Mükâfât 

Diğer bir husus da, çocuklarımızı muvaffakiyetleri nispetinde mükâfatlandırmamız konusudur. “Nispet” kelimesini özellikle kullanıyorum. Çünkü, büyük bir muvaffakiyette o muvaffakiyet ölçüsünde, küçük bir başarıda da o başarı nispetinde ödül, adaletli olma müessiriyetinin yanında “sa’y ölçüsünde semere” esprisine de uygun düşer. Evet ister dinî hayat, ister dünyaya ait meselelerinde -tabiî meşrû olanlarına- her muvaffakiyetin behemehâl mükâfatlandırılması ilâhî ahlâkın gereğidir. 

Bu zaviyeden “anne-baba” biraz da mütefekkir, bilge ve terbiyeci demektir. Bilecek, düşünecek, bakacak, kollayacak ve üzerlerine titreyecektir.


***
Şefkat

Çocuk, sopadan, tehditten, azaptan değil, eğer bir şeyden korkacaksa, ebeveyninin şefkatini kaybedeceğinden korkmalıdır. Babasının yüzünü ekşitmesi, annesinin sımsıcak yüzünün buğulandığını müşahede etmesi veya sezmesi onu dengeye getirecek en büyük bir müeyyide gibi algılanabiliyorsa, yeter ve artar zannediyorum. Ancak çocuğun size güvenmesi, acılarını, elemlerini paylaştığınıza inanması çok ehemmiyetlidir. Öyle ise, o ağladığı zaman yapabiliyorsanız oturup içten ağlayınız, hiç olmazsa üzüntüsünü paylaşınız. Ölüp giden bazı insanlar için semanın size ağladığı, arşın titrediği gibi  çocuklar müteessir oldukları zaman siz de teessür izhar edip, onların üzüntülerini paylaşınız. Böylece onların nazarında daha bir ulvîleşirsiniz ve söylediğiniz, anlattığınız sözler onlarda tesir icra eder ve onların gönüllerine öyle bir girersiniz ki, artık hiçbir güç oradan sizi söküp atamaz. Daha sonra söyleyeceğiniz her söz de onların, gönüllerinde hep makes bulur.

***

Hz. Ali (kerremallahu vecheh): “Çocuklarınıza, içinde bulunduğunuz zamanın bilgi ve kültürünü değil, daha sonraki devrin âdâb ve erkanını öğretiniz; zira onlar, sizin içinde yaşadığınız zamandan başka bir zaman için yaratıldılar.” buyurmaktadır. Bu prensip, umumî bilgi ve kültür açısından ele alınacak olursa, “Şu andaki malumat ve kültürle iktifa etmek dûnhimmetliktir.” demek olur ki, zamanla başkaları gelir sizi geçer ve siz de çok gerilerde kalırsınız. Bu prensibin talim ve terbiye açısından ele alınması, çocuğun içinde yaşadığı zamanı aşıp daha sonraki dönemleri nazara alarak, ona göre bir çizgi takip etmesini kolaylaştırır. Evet, çocuk, altı yaşında iken yedi yaşına ait terbiye verilmeli ve yedi yaşına varınca da sekizinci yaşın programı uygulanmalıdır.

***

Terbiye ve terbiye adına rehberliği yaşla-başla atbaşı veya bir iki kadem önde götürme adına din, şu tavsiyelerde bulunur:Çocuğa şayet on beş yaşında namaz kılması farz ise, siz onu on yaşında namaza alıştırın demektedir. Bu, onu oruç tutmaya da, mükellef olduğu dönemde birkaç sene evvel alıştırın mânâsına gelir. Diğer bütün hususları da aynı şekilde düşünebiliriz ki, bu da çocuğun erken dönemden ele alınarak yaşına göre şekillenmesi demektir.

***

“Burada İmâm Cafer’in, mealen bize verdiği bazı yaş ölçülerinden de bahsetmek isterim:

“Yedi yaşa kadar çocukluk devresidir ki, o gördüğü şeyleri taklit eder ve daha çok değişik oyunlara bağlı yaşar. Hatta siz onunla oynar ve eğlenirseniz, o da sizinle eğlenir. Sizden ne görürse onu öğrenir ve taklit eder. Onun hayatı o devreye kadar âdeta bir taklit ve bir oyundur. Ondan sonra yaşına-başına, idrak seviyesine göre telkin dönemi gelir. Bu dönemde, idrak ufku ve anlayış seviyesine göre sık sık rehabilitasyondan geçirilerek millî ve manevî değerlerimize motivasyonu sağlanmaya çalışılır. İşte bu devre Kitabullah’ı talim devresidir; bu da bir o kadar zaman ister. Ondan sonra aklıyla, mantığıyla, muhakemesiyle haram ve helâli öğrenme devresi gelir ki, bu dönemin de o kadar sürdüğünü ilâve edebiliriz.

İmâm Cafer’in usûlüne göre çocuğun yirmi bir yaşında bütün içtimâî ve dinî formasyonunu ikmal etmiş olması gerekiyor. Demek bu yaştan sonra çocuğa bir şey verseniz de oldukça zor kabul edecektir. Öyle ise yirmi bir yaşına kadar reddedemeyeceği şekilde dinî, millî her şeyin çok iyi hazmettirilmesi gerekmektedir. Bu yaşa kadar, pratiği, nazarîsi, aklîsi ve mantıklısıyla dinî hayatı bir bütün olarak benimsemeli ki, esen değişik muhalif rüzgârlarla sarsılmasın. Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) de, Tirmizi’nin rivayet ettiği bir hadis-i şerifte şöyle buyurur:

“Çocuklarınıza yedi yaşından itibaren namazı öğretiniz.”  Evet çocuk, o devreye kadar, kendi tecessüsleriyle yaptığınız şeyleri zaten kavramıştır. Artık bir mânâda size sadece, onun elinden tutup o güne kadar tecessüsleriyle algıladığı şeyleri açıklama, yerinde tergiple teşvik, yerinde de biraz terhiple uyarma kalıyor. Öyleyse belli bir yaşa kadar hâl ile gösterme esas iken belli bir dönemden sonra fikrî seviyesine göre ve mantığına hitap edecek şekilde her konuyu şerhetmek gerekecektir. Arz edilen bu delillerin ışığında çocuk, bazıları itibarıyla Mâbud-u Mutlak olan Hz. Allah (celle celâluhu) karşısında altı yaşında, bazıları itibarıyla sekiz yaşında, bazıları için de en geç on yaşında bir yetişken kabul edilerek onore edilmeli, izzetine ihtimam gösterilmeli ve her şey ona peygamberâne bir azimle anlatılmalıdır. İbadete alıştırma mevzuunda gösterilecek gayretler de aynı ciddiyeti ister.”

Türkiye’nin Eğitim Sorunu


Liseyi okuduğum seksenli yılların sonundan beri, ortaokul ve liselerle birlikte üniversite giriş sistemi yapboz tahtasına döndü.

Gelen hükümetler, bürokratlarla birlikte sürekli değişen ve meselenin özünden uzak sistemler kurdular. Meselenin özünü anlama ihtimalleri de pek yoktu, çünkü yanlış yere bakıyorlardı. Ne demek istiyorum? Oğlum Sanat, “Andımız” tartışmasıyla ilgili noktayı koyan soruyu sordu: “Andımızı kaldırma konusunu hiç çocuklara sordular mı? Biz okuyoruz bunu, karar verdikleri bizim hayatımız.” Türkiye’de eğitim sistemiyle ilgili en son görüşleri alınan ya da hiç alınmayanlar bu işin müşterileri olan çocuklardır; öğrencilerdir.

Başbakan’ın torunlarıyla ilgili bir haber okumuştum. Torunları demiş ki: “Teneffüsler derslerden fazla olsun.” Bu ricayı iyi okuyan birisi şunu anlar. Derslerin işlenme şekli son derece sıkıcı, nefes alamıyoruz.” Diğer bir ifadeyle çocukların oyun gibi interaktif ortamlarda onları sıkmayacak şekilde ders görmeleri gerek.

Bizim Sanat’a da eş dost soruyor: “En güzel ders hangisi?” Beyefendi biraz duralayıp cevap veriyor: “Boş ders tabii ki.” Bu çocuklar bir şeyler öğrenmek istemiyor değil, daha farklı, daha interaktif planlanmış derslerin içinde yer almak istiyorlar. Ne var ki, kısa vadede bu çok mümkün görünmüyor.

Genelleme yapacağımı baştan söyleyeyim: Üniversitelerin eğitim fakültelerinde klasik tarzda profesörler var, hiyerarşik bir yapıda hoca öğrenci ilişkileri var. Kendilerinin ders işleme tarzında bir yenilik yok. Onların yetiştirdiği öğretmenlerin de yenilikçi olma ihtimali haliyle zayıflıyor. Öğretmenler kalabalık sınıflarda son derece mütevazı şartlarda ve Batı standartlarıyla kıyaslandığında fevkalade düşük maaşlarla çalışıyor. Bu koşul setine sahipken onlardan da olağanüstü yenilikçi ve farklı bir performans da beklemiyorum.

21. yüzyılın çocuklarıyla anne-babaları kendi çocukluk-öğrencilik yıllarını aynı sanmasınlar, bu çağın çocukları tamamen interaktif ve kendilerinin bizzat etken oldukları bir öğrenme süreci istiyorlar. Bizim ortaokul ve liselerde bu yok ya da çok az. Özel okullar biraz daha gayretliler, ama orda da devrimci bir fark yok.

Çocuklara sorsalardı, çocuklar ne istediklerini güzelce söylerdi: Dershane mi, yenilikçi, eğlenceli ve interaktif bir okul mu?

Kendi de dershaneye gitmiş birisi olarak söyleyeyim: Çocuklar dershaneye gitmeye bayılmıyor; ama esas kızdıkları ya da nefret ettikleri şey dershane değil, dershane gereğini doğuran üniversite sınavı. Üniversite sınavını ortadan kaldırmadan dershaneyi kaldırmak, su bardağı olmadan sürahiden su içmeye benziyor. Şunu kabul edelim ki, dershaneler sınavı kazanmayı kolaylaştırıyor.


Melih Arat, Zaman, 24.11.2013

Wednesday, November 27, 2013

Bir Serencam-ı Harp - İhsan Latif (Paşa)



“İstasyonun bir odasına hapsedildik ve başımıza altı-yedi silahlı Kazak dikildi. Üç günlük açlık tesirini göstermeye başlamıştı. Ceplerimizde nasılsa kalmış cüzi bir para ile istasyonda bulunan ve yanımıza gelen bir Moskof subayına rica ederek biraz ekmek ve biraz peynir aldırarak açlığımızı gidermeye çalıştık. İstasyonda askeri yollama işlerinden sorumlu olduğunu sonradan anladığımız bir Moskof genarali, azametli bir tavırla bize yaklaştı, "Türklerden intikam almak zamanının geldiğini ve bunun için de İslâm ve Türk adı altındaki her şahsa her tür muamelenin uygulanmasından büyük bir haz duyduğunu, ezcümle esaret felaketine uğrayan askerlerimin elbiseleri alınıp, çırılçıplak ölümün' pençesine mahkûm bıraktıklarını" anlatmaya başladı.

Karşımızda en çok dış görünüşü ile subay denilebilecek biri bulunuyordu. Bir süre daha mırıldandıktan sonra çekti gitti. Halbuki biz Türkler, esir aldığımız Rus subay ve erlerinden hasta olanları mekkâre katırlarının sırtında geriye gönderir ve hepsinden de savaş alanında yapılması mümkün olabilen yardımları esirgemez çay ve ekmek ikramı gibi insanlığa yakışan güzel davranışlarda bulunmayı tabii görürdük."

***


“Görüşme sırasında, Avusturyalı subaylardan yüzbaşı rütbesinde olanı teessürle Moskofların zulüm ve barbarlığını belirten ve şahidi olduğu bir vakayı hikâye etti. İnsan aklının kavrayamayacağı cinayet ve alçaklıkları canlandıran bu olayın, arz küresi üzerinde ancak yalnız Moskofların yapacağına hiç şüphe yoktur. Yüzbaşı, vakayı hikâye ederken hepimizin tüyleri ürperiyor ve gözlerimizden üzüntü ateşleri fışkırıyordu. Bu çok acı vaka şu idi: Rus Avrupasında bulunan "Perza" isimli şehrin istasyonuna epeyce uzak bir mesafede bulunan diğer bir askeri istasyonun ücra bir köşesinde günlerce terkedilmiş iki furgonde (yani askeri nakliyatta hayvanlara mahsus kara yük vagonu) üzerlerinde kilitlenmiş yetmiş seksen kadar esir Türk eri, aç ve susuz bırakılmış ve bu biçareler bu kilitli, pis vagonlar içerisinde günlerce devam eden feryatlarına hiçbir insanın kulak asmamış olması yüzünden inliye inliye ölmüşlerdi. İşte Moskofların Türk esirlerine karşı Dünyada örneği görülmemiş canavarlıkları....


***


“Trenimiz bu istasyonda dururken vagonda yanımızda yolculardan bir Moskof kadını vagonun bir köşesine yerleşmiş oturuyordu. Bu kadın elindeki çaydanlığı bana uzatarak, âmirane bir tavır ile "Bu çaydanlığa su doldur. İşte şurada sıcak su yeri" diyerek istasyonun yakınındaki "Kiyiyatuk" denilen sıcak su veren yeri gösterdi. Bizim hal ve tavrımızdan bizleri gerçekten fakir ve hakir gören bu kadının, bu muamelesine karşı sükût ederek sabır ve tahammülle gidip çaydanlığına sıcak su doldurdum. Kadın küçük bir teşekküre bile tenezzül etmeyerek çaydanlığı aldı. Ben de bu fena muameleyi hazmederek ses çıkarmadım. Çünkü vatan ve dinime hizmet yolunda düştüğüm girdaptan kurtulabilmek ve giriştiğim firar mücadelesinde muvaffak olabilmek için herşeye göğüs germek, her türlü zorluk ve tehlikeyi kabul etmek lazımdı. O kadın hiç bilmiyordu ki karşısında Türk Ordusunun naçiz bir parçası olan bir paşası (generali) ile bir yarbayı bulunuyor ve bunlar Kafkas büyük felaketinde, kaderin şevkiyle düştükleri bu cehennemden kurtulmak tekrar millî vazifelerini yapmak için çabalıyorlardı. Çöl eşkiyalarına av olmak ve hamiyet sahibi insanların sadakalarına muhtaç duruma girmek ve Moskof canavarlarının zalim pençelerinden kurtulmak için uğradığımız ve geçirmekte olduğumuz macera düşünülünce arkadaşımla beraber cidden acınacak halde idik. Fakat gayemiz ve imanımız Ulu Tanrı nezdinde pek makbul görülmüş olmalı ki, çıkan her türlü zorluklar, aksiliklerde bizleri elimizden tutup harika bir biçimde selamete çıkarıyordu.”


***


“Kahvehanenin içerisinde, karşılıklı yüksek sedirler üzerinde bir takım insanlar horultu ile uyuyorlardı. Bunlar da bizim gibi fakir yolculardı. Hemen hepsi anadan doğma soyunmuşlar ve üzerlerine yorgan yerine palto ve ceket gibi eşyalarını örtmüşlerdi. Çin’de yatarken bütün elbiselerini soyunmak âdettir. Oturulan ve yatılan sedirlerin altında özel olarak yapılmış tertibat ile odun yakılarak ısınma sağlanır. Sedirlerin üzeri hasır örtülür. Bu suretle bu yerlerde âdeta kaloriferli gibi rahat yatılır.”


***


“Esaretimizin başından beri en kara günlerimize, en emin desteğimizin din kardeşlerimizden geleceğine olan inancımı hiç kaybetmemiştim. Sibirya'dan Moskof memurlarının zalim pençelerinden kurtulma başarımızı İslâmiyete olan bağlılığımın eseri olarak kabul ediyorduk ki çok zamanlarda aç kaldığımız günlerde bize birer lokma ekmek veren hep Müslüman kardeşlerimiz olmuştu. En sert soğuklar, amansız yağmurlar ve rüzgârların tahrip edici tesirleriyle ve perişan elbiselerimizin içinde titreyen ve zedelenmiş vücutlarımızı korumak için bize çamaşır ve elbise verenler de bu kardeşlerimizdi.”


***


“İngilizlerin egoistliği ve dünyada İngiliz milletinden gayri insanlara pek kıymet vermemek zihniyetiyle olsa gerek, okunan isimlerin hangi milletten olduğunu bile farkedemiyen bu subayın kontrolundan doğabilecek tehlikeyi kolayca geçirmiştim.”


***


“İstanbul’a gelişimin ertesi günü, o zamanın Baş Kumandan Vekilini (Enver Paşa) makamında görmeğe gittik. Fedakârlığımıza ve firara muvaffak olmamıza ve maruz kaldığımız tehlike ve çektiğimiz zahmet ve meşakketlere karşı gösterdiğimiz mukavemetimiz hakkında metheden sözlerle bizleri tebrik ettikten sonra "Bir hafta kadar istirahat etlikten sonra yeni bir kumandanlık vazifesine tayin edileceğimiz" beyan buyruldu. Kendisine, bu defa "Kumandanlık" ile değil, sade bir er olarak bile vatan görevimizi yapmaya amade olduğum" cevabını verdim.

Bir hafta sonra idi ki, "Esir olmanın ilk ayında emekliye sevkedilmiş olduğumu" bununla beraber bir mülkî (sivil) vazife ile görevlendirileceğim" haberi bir vasıta ile tebliğ edildi. Bu anda aylardan beri beslediğim ümitlerim ve emellerim alt üst oldu. "Vatan ve vazife uğrunda seve seve katlandığım bunca fedakârlığın mükâfatı bu mu olacaktı?" düşünceleriyle varlığım baştan sona kadar zehirlenmişti. Bir taraftan emekli olduğum haberi verilirken, diğer taraftan da bana "Düşman karşısında gösterdiğim olağanüstü cesaret ve kahramanca hizmetime" mükâfat olarak "Altın Liyakat Madalyası" veriliyordu. Ne garip muamele !!!

“On iki gün fasılasız devam eden "Sarıkamış Harekâtının en ufak ayrıntısına pervasızca müdahale ve sertçe karışmayı uygun görerek, bütün safhalarını o zamanın Baş Kumandan Vekili bizzat idare etmişti. Öyle bir idare ki Kolordu’mun bütün emir ve komutasını inhilale uğratmış ve hangi derecede olursa olsun komuta kademelerinin kıymetini, emir erliği hizmeti düzeyine indirerek böylece kullanmış ve büyük bir meydan muharebesini, bir çete çarpışmasına döndürmüş idi. Harekâtın başında olduğu gibi son günlerinde de ortaya çıkan elverişsiz durum ve şekillerin tashih ve tamiri ve zararın azaltılması için kendisine sunulan fikir ve düşünceleri dinlememekte büyük bir inat gösteren ve bütün iş hareketlerinde kendisini tamamen sorumsuz Baş Kumandan, başlayıp da doğru ve açık neticeye ulaştırmaya mecbur olduğu "Sarıkamış Harekâtı"nın en vahim son safhasında kumandayı hemen arkadaşlarından birisine devrederek ve gecenin karanlığından yararlanarak ve nefsini kurtarmak için kılıçtan arta kalan (savaşta ölmeyen) askerlerini de feda ederek muharebe meydanından savuşmuş idi.

Binaenaleyh, esaret felâketimin sebep ve amillerini tamamen ve yakından bilen ve esirlikten ansızın dönmüş olmamdan hiç de memnun kalmayan O Baş Kumandan, kamuoyuna karşı yaptıklarının günahını örtmek maksadıyla olsa gerek ve hiç bir kanunî sebep göstermeksizin beni emekliye sevk etmişti.

“Zulüm ve tam istibdadın hakim olduğu böyle bir zamanda, bir ast olarak sükût ile mukabele etmeyi ve hakkın doğmasını bekleyerek sabretmeyi selamet yolu olarak buldum.”








Friday, November 22, 2013

Parazit Çeşitleri



State's Atty. Ilene Nathan: And what is your occupation? 
Omar Little: Occupation? 
State's Atty. Ilene Nathan: What exactly do you do for a living, Mr. Little? 
Omar Little: I rip and run. 
State's Atty. Ilene Nathan: You? 
Omar Little: I robs drug dealers! 


Maurice 'Maury' Levy: Why should we believe your testimony then? Why believe anything you say? 
Omar Little: That's up to y'all, really. 

Maurice 'Maury' Levy: You are feeding off the violence and the despair of the drug trade. You are stealing from those who themselves are stealing the lifeblood from our city. You are a parasite who leeches off the culture of drugs... 
Omar Little: Just like you, man. 
Maurice 'Maury' Levy: Excuse me? What? 
Omar Little: I got the shotgun. You got the briefcase. It's all in the game though, right? 

Kur'an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali [Ali Ünal] 11: Âl-i İmran Suresi'nden 3 - Hz. İsa


Hz. İsa (a.s.)’ın dünyaya gelişi gibi, dünyadan ayrılışı da olağanüstü olmuştur. O, diğer insanlar gibi vefat etmemiş, fakat “necmî” bir suret almış (astral) vücuduyla birlikte yeryüzünden çekilmiştir. Bu, bir bakıma Rasûlüllah efendimizin (aleyhissalâtü vesselâm) miracına benzetilebilir. Şu kadar ki, Hz. İsa, rasûl olarak misyonunu tamamladığı için miracıyla (semâda) kalır ve geri dönmezken, Hz. Muhammed aleyhissalâtü vesselâm, miracının arkasından tebliğine devamla misyonunu bütünüyle yerine getirmek için geri dönmüştür.

Âyette (Al-i İmran 55), Hz. İsa’ya tâbi olanların küfredenlere Kıyamet Günü’ne kadar üstün olacağı şeklinde ifade buyurulan İlâhî hükmün iki manâ ve şümulü vardır: 

a. Hz. İsa’ya, asıl misyonu çerçevesinde bir rasûl olarak iman eden ve bu çizginin gereklerini koruyan ehl-i Tevhid (Ümmet-i Muhammed dahil), Kıyamet’e kadar kâfirler karşısında umumî manâda üstün olacaktır. 

b. Şu veya bu şekilde Hz. İsa’ya inanan ve şu veya bu şekilde O’na tâbi olanlar, İsrail Oğulları’ndan O’nu inkâr edenlere Kıyamet’e kadar yine umumî manâda üstün olacaktır. 

Tarih, iki bin yıldır bu iki hükmü de tasdik etmektedir ve Kıyamet’e kadar da edecektir.

Kur'an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali [Ali Ünal] 10: Âl-i İmran Suresi'nden 2 - Tuzak

Kur’ân-ı Kerim’de, bu âyette olduğu gibi daha başka bazı âyetlerde de Allah’ın hile ve tuzağından söz edilir. Bu âyetler, bir açıdan bir mukabele ifade ettiği gibi, bundan daha da öte, mü’minlere karşı girişilen hilelerin, kurulan her tuzağın esasen Allah’ın onu kuranlara karşı kurduğu bir ‘tuzak’ olduğunu beyan içindir. Yoksa bunu sadece Allah’ın hile ve tuzaklara mukabelesi olarak anlamak, Cenab-ı Allah’ı tepkici bir konuma yerleştirme manâsı ifade edecektir. Söz gelimi, Firavun’un Hz. Musa ve yanındaki mü’- minleri yakalamak için ordularıyla onların peşine düşmesi, onun Hz. Musa ve yanındaki mü’minlere karşı bir tuzağı idi. Oysa Allah (c.c.), onu ordularıyla birlikte denizde boğmayı diliyordu ve dolayısıyla Firavun’un bu teşebbüsü, temelde Allah’ın onu kendi nihaî kaderine doğru bir sevkiydi. Bunun gibi, Mekke müşrikleri Peygamber Efendimiz’i evinde öldürmek için harekete geçtiklerinde aslında Allah, O’na İslâm’ın zaferine giden hicret yolunu açıyordu. Yine, Mekke ordusu, İslâm’ı Medine’de boğmak için harekete geçmişti. Oysa Kur’ân-ı Kerim, onlarla Bedir’de karşılaşmaları konusunda mü’minlere hitaben, Eğer onlarla bu şartlarda savaş için randevulaşmış olsaydınız, bu zemin ve şartları böyle ayarlayıp, randevuyu yerine getiremezdiniz. Fakat Allah, takdir buyurmuş olduğu bir işi icra etmek için sizi bu şekilde buluşturdu ki, her şey apaçık cereyan etsin de, helâk olan, (bâtıla uymakla helâki hak ettiğini gösteren) açık bir delile göre helak olsun; (hakka tabi olmakla) hayatta kalmayı, ebedi hayat ve kurtuluşu hak eden de açık bir delile göre hak etsin buyurmaktadır. (Enfâl Sûresi/8: 42). Şu halde, mü’minlere karşı kurulan tuzaklar, esasen, bizzat Allah’ın o tuzakları kuranlar aleyhindeki iradesini uygulamaya koyması olmaktadır.

Kur'an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali [Ali Ünal] 9: Âl-i İmran Suresi'nden



  • Muhkem, anlamı açık, ifade ettiği manâ kesin olup, izahı için başka delile ihtiyaç bulunmayan demektir. Müteşabih, birden fazla manâya ihtimali bulunduğundan, anlaşılması için başka delile ihtiyaç hissettiren âyettir.
  • Sevgi, kâinatın bağı, varlığın mayasıdır. Kemal, zatından dolayı sevilir. Allah, Zâtı, şuûnu, sıfatları ve isimleriyle mutlak kemaldedir. Vedûd olan Allah, Kemalinden dolayı Kendi Zâtına olan kudsî ve münezzeh sevgisi, yani Kendi Kendisi’ndeki kudsî sevgi tecellisi sebebiyle kâinatı yaratmıştır. Mutlak kemaldeki bu saf ve katışıksız sevgi, varlığın mayası, kâinatın bağı ve özüdür. Allah’ın, yaratıklarına olan sevgisi, O’nun kemali nisbetindedir ve her türlü tarifin üstündedir. Bu sonsuz ve sınırsız sevgi de, öncelikle ve bütün kemaliyle, kâinatın hem çekirdeği, hem meyvesi; bütün hayatında Allah’ın tecelli ettiği ve O’nu kullarına tanıtan ve sevdiren Allah Rasûlü’nde odaklanmıştır. İnsan gibi şuurlu varlıklara düşen, Allah’ın kâinata ve bilhassa insanlara olan sevgisine mukabele etmektir; Allah’ı tanımak ve O’nu sevmektir. Allah’ı sevmek, Rasûlüllah’ı sevmeyi gerektirir; çünkü gerçek Allah sevgisinin kapısı Rasûlüllah’la açılır. Rasûlüllah’ı sevmenin hem gereği, hem ölçüsü O’na uymak, O’nun getirdiği Din’i hayata hayat yapmaktır.
  • Hz. İsa’nın Kıyamet’e yakın yeryüzüne inmesiyle ilgili hadis-i şeriflerden, O’nun misyonundan hareketle, Kıyamet’e yakın tıp ilminin her zamankinden daha fazla önem ve değer kazanacağı, dolayısıyla tıp ilminde çok büyük gelişmelerin olacağı ve o zamanda İseviyet’i temsil edenlerin, bir yandan iman nuruyla kalbleri diriltirken, bir yandan da tıp ilmiyle maddî hastalıklara çare olacakları manâsı çıkarılabilir.
  • Allah’ın varlığını, birliğini ve hakimiyetini kabulden diğer iman esasları, ibadeti O’na has kılmaktan bütün türleriyle ibadet, hayatı Allah’ın dinine göre tanzimden muamelat esasları doğar. Peygamberlere itaat ise, rehberlik kurumunun esasını teşkil eder.
  • Kur’ân, her türlü inatlarına ve direnmelerine rağmen Ehl-i Kitap’la diyalogu kesmemekte ve bu diyalogun önce müşterek noktada başlaması gerektiğinin sinyalini vermektedir.
  • Esasen, insanların çoğu iman etmese de, insan vicdanı küfre, zulme ve fıska evet demez. Ancak insan, nefsine uyarak vicdanını susturmakla ebedî azabı hak edecek şekilde küfre düşer. Ayrıca, bilhassa böylesi bir küfrü ve ona sebep olan zulmü, fıskı her insan vicdanı lânetlediği gibi, bunların ferdî ve içtimaî hayatta yaptıkları tahribat da zamanla ortaya çıkar ve dolayısıyla en azından sonraki nesillerin lânetine maruz kalır. Aradan binlerce yıl da geçse peygamberler rahmetle anılırken, zalimlerin, tağutların lânetle anılması bundandır. Asıl lânet ise, bütün gerçeklerin en açık biçimde ortaya çıkacağı Âhiret’te olacaktır.
  • Sünnet’e ittiba, Kur’ân’a ve bu iki temel esasa dayanan İslâm Dini’ne ittibaın da yoludur. Sünnet, en geniş manâsıyla, Allah Rasûlü’nün fert ve toplum hayatının her bölümünde İslâm’ı uygulama yol, yöntem ve düsturlarının bütünüdür.
  • Allah’ın nimetlerini sürekli hatırlama ve dolayısıyla sürekli şükür, kişiyi imandan sonra küfre düşmekten alıkoyar. Bu şekilde insan, bütün hayatı boyunca herhangi bir konuda yanlışa sapmaktan korunur.
  • Apaçık gerçekleri gördükten ve tecrübe ettikten sonra insanın sapmasının en büyük sebebi, nefse uymaktır. Nefse uyma, insanları birbirlerine karşı bağye, haksız tecavüze iter. Bu da, toplumda farklı menfaat gruplarının oluşmasına yol açar ve neticede kendinde hiçbir çelişki ve ihtilâf olmayan Din’de de ihtilâflar baş gösterir. Bu ise, fert ve toplum hayatı adına artık ölüm hastalığı demektir.
  • O müttakîler ki, (Allah’ın kendilerine verdiği her türlü nimetten, bilhassa servetten Allah için) bollukta da darlıkta da harcamada bulunur; kızdıklarında, (intikam almaya güçleri yettiği halde) öfkelerini (zor da olsa) yutar ve insanların kusurlarını affederler. Allah, (işte böyle) ihsan sahiplerini, (Allah’ı görürcesine, en azından O’nun kendilerini gördüğünün şuuru içinde iyiliğe adanmış olanları) sever.(Al-i İmran-134)

Asıl Mesele Öğretmenleri Eğitmek

       Emre Aköz

Aile Reisinin Vazifeleri

  • İmâm Zeynü’l-Abidin, “Allah huzurunda sen, onlardan sorguya tabi tutulacaksın.” diyor, sonra da titreyerek, Cenâb-ı Hakk’a yönelerek: “Allah’ım, çocuklarımın terbiyesi, te’dibi ve onlara iyilik yapmam hususunda bana yardımcı ol!” diyor. Zira bir insanın en mühim, en ciddî meselesi, aile efradını evc-i kemâlât-ı insaniyeye yükselterek onlara ebedî var olmanın hazlarını duyurmaktır.
  • Doğru sözün yanında doğru hareket çok mühimdir. Çünkü çocuğun nazarında, davranışlarımızla sözlerimiz arasındaki tezat, onun bize olan güvenini sarsar. Hayatta, bir kez olsun yalanınızı ya da davranış ve söz çelişkinizi yakalayan çocuk, bunu zihninde taşıdığı sürece, siz onun nazarında güvenilmez biri olarak kalırsınız. İleride küçük bir hoşnutsuzluk hâsıl eden davranışınızda o husus, şuurüstüne çıkar ve siz evlâdınızın nazarında tiksinti duyulan biri gibi algılanırsınız. Dolayısıyla da sözleriniz onda hiç mi hiç makes bulmaz. Öyleyse, davranışlarımızı öyle ayarlamalıyız ki, onlar bizi evlerinin içinde baba, anne değil de birer melek farz etmeliler. Bizde ciddiyet, bizde vakar, bizde hassasiyet görmeli ve sonuna kadar bize güvenmelidirler. İşte duygu ve düşüncelerin böylesi bir yolla intikalini başaran anne ve babalar en başarılı muallim sayılırlar.
  • Yine İmamiye menşe’li bir hadis-i şeriflerinde Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem):“Sizden biriniz çocuğuna bir şey vadederse behemehal onu yerine getirsin.”buyurur ki; bu, “Çocuktur, yalan söylesem, aldatsam da bir şey olmaz” demenin ne kadar yanlış olduğunu tasrihtir.
  • Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem),“Allah (celle celâluhu), kadınların ve çocukların haklarının ihmalinden ötürü gazaplandığı kadar hiçbir şeyden gazaplanmamıştır; yani gayret-i İlâhi’ye en çok dokunan, kadınlarla çocukların durumudur.”buyurmaktadır.

Çekirdekten Çınara



  • İnsanın mutluluğu hedef alınmadan kurulan sistemlerin hiçbir kıymeti yoktur ve insanlık adına hiçbir şey vadetmeyecektir.
  • Bir hakikati, bir düşünceyi ikame etmek, yerleştirmek başkadır, devam ettirmek daha başkadır. Bin bir ihtimamla teessüs ettirilmiş nice mefkûre ve ona bağlı müessese vardır ki, kuruluş ve işleyiş şartları itibarıyla herhangi bir kusur söz konusu olmasa da, devam adına gerekli olan hassasiyet gösterilemediğinden iki adım ileriye gidilememiş; hatta bir kısım “şerrü’l-halef”ler yüzünden teessüsüyle yıkılış sürecinin başlaması bir olmuştur.
  • Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir başka hadis-i şeriflerinde ise şöyle buyururlar:“Münafıklara en ağır gelen namaz sabah ve yatsı namazlarıdır.” Şimdi biz, acaba bu namazları aşk u şevk ile kılabiliyor muyuz? Bana kalırsa, nifak duygusuna karşı gerçek tavrın adı namazda aşk u şevktir.
  • Her şeyden evvel cemiyetin salâhının, ferdin salâhına bağlı olduğu açıktır. Öncelikle fert maddeten ve mânen sağlıklı olmalıdır ki toplum da sıhhatli olabilsin. Ferdin sıhhati, onun akîdesinin sağlamlığı, amel-i sâlihe bağlılığı ve muâmelâtının şer’-i şerîfe uygunluğu ile ölçülür.
  • Geçmişte de günümüzde de durum aynıdır ve değişmemiştir.. evet Kur’ân dışı, Kitabullah dışı terbiyenin ruhlarda hâsıl ettiği şey dün ne ise bu gün de odur. Biz aydınlar diye söze başlayan, herkese tepeden bakan, kendi gibi düşünmeyenleri insanaltı varlıklar gören, güçsüz ve zayıf olduğu zaman sünepeleşen, imkân ve iktidara ulaştığı zaman kendi gibi düşünmeyenlere hakk-ı hayat tanımayan günümüzde de bir sürü firavun olabilir. Bazı şartlar ve hususi durumlar istisna edilecek olursa karakter bakımından bunlarla eskilerin bir birinden farkı yoktur.
  • Mekteplerde en az diğer dersler kadar terbiye ve millî kültür üzerinde de durulmalıdır ki, vatanı cennetlere çevirecek sağlam ruh ve sağlam karakterli nesiller yetişebilsin. Tâlim (öğretim) başka, terbiye (eğitim) başkadır. İnsanların çoğu muallim olabilir ama, mürebbî olabilen çok azdır.
  • İnsan, duygularının pes şeylerden uzak olduğu ölçüde insandır.
  • İnsanoğlu, çocuğu dünyaya getiren sensin! Gökler ötesi âlemlere yükseltmek de senin vazifendir. Onun cisminin sağlığına ehemmiyet verip üzerinde titrediğin gibi, kalbî ve ruhî hayatı için de titre, merhamet et, kurtar o bîçareyi Allah için! Ve zebil olup gitmesine fırsat verme!