Sunday, November 30, 2014

Kisra

622 yılında Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Mekke’den Medine’ye hicret ettikten sonra Site İslâm Devletini kurdu. Müslümanlar Bedir, Uhud, Hendek savaşları gibi mücadelelerden sonra Mekke Fethi derken çok kısa zaman sonra dünyanın büyük devletlerinden Bizans’la karşı karşıya geldiler. Daha sonra ikinci büyük devlet İran’la karşı karşıya gelen Müslümanlara hayret eden İran Kisra’sı
  “Bu Araplar her zaman olduğgibi yine aç kalmışlardır, onlara biraz buğday verin, dönüp gitsinler.”
demiştir. Kâdisiye zaferini anlatan kitaplarda teferruatıyla görülebileceği gibi bu boy ölçüşmeyi aklına sığdıramamıştır.

Kisra

622 yılında Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Mekke’den Medine’ye hicret ettikten sonra Site İslâm Devletini kurdu. Müslümanlar Bedir, Uhud, Hendek savaşları gibi mücadelelerden sonra Mekke Fethi derken çok kısa zaman sonra dünyanın büyük devletlerinden Bizans’la karşı karşıya geldiler. Daha sonra ikinci büyük devlet İran’la karşı karşıya gelen Müslümanlara hayret eden İran Kisra’sı
  “Bu Araplar her zaman olduğgibi yine aç kalmışlardır, onlara                         biraz buğday verin, dönüp gitsinler.”
demiştir. Kâdisiye zaferini anlatan kitaplarda teferruatıyla görülebileceği gibi bu boy ölçüşmeyi aklına sığdıramamıştır.

Adalet Üzerine Tefekkür

Adalet, her hak sahibine kabiliyeti nispetinde hakkını, muhtaç olduğu organ
ve duyguları vermek, ölçü ve denge ile iş görmek, bir de mazlumun hakkını
zalimden alıvermek demektir.

Gerçekten Allah, adaletinin ve Adl isminin tecellisi ile kâinatta her şeyi ölçülü
ve dengeli yaratmış, mahlûkatın muhtaç olduğu organ ve cihazları
vermiştir. Su içinde yaşayan balıklara oksijen ayrıştıracak cihazlar, karanlık
deniz diplerindeki bazı yaratıklarına da projektörler ihsan etmiştir.

Dünyanın dönme hareketi, Dünya üzerinde yaşayanlara göre dengelidir.
Ekseni etrafında saatte 1600 km hızla dönmektedir. Bu hız on misli fazla
olsa gündüzler on misli uzun olur, Güneş’in harareti bütün bitkileri yakardı.
On misli yavaş olsa bu sefer her şey soğuk ve uzun gecelerde donardı. Veya
Güneş Dünya’ya şu andaki mesafeden daha uzak ve veya daha yakın olsaydı
yine benzer problemler olurdu.

Sinekler devamlı üreme imkânı bulsalardı hâlimiz nice olurdu? Çünkü bir
çift kara sinek Nisan’dan Ağustos ayına kadar 191.000.000.000.000.000.
000 adet çoğalıyor. Eğer Cenab-ı Hak, vücut ağırlığının yedi katı her gün
sinek yiyerek beslenen örümcek gibi hayvanlar yaratmasaydı, bir çift kara
sinek bu hızla bir senede Dünya’nın etrafını iki metre kalınlıkta kaplayabilirdi.
Ama onları iklim şartları ve onları yiyen canlılarla dengeye getiriyor.
Yoksa yeryüzünde nefes bile alamazdık...


Bundan seneler önce, Avustralya kıtasına bir başka ülkeden kaktüs bitkisi
getirilmişti. Kaktüsten tarlalar ve bahçeler arasında çit olarak istifade edilecekti.
Ama Avustralya’da yaşayan böcekler arasında bu kaktüslerin hiç
düşmanı yoktu. Onun için kaktüsler hiçbir engel görmeden kısa bir zamanda
İngiltere kadar bir alanı kapladılar ve çiftlikleri mahvettiler. Köyleri
ve şehirleri hicrete zorladılar. Sonunda böcekleri inceleyen araştırmacı
bilginler sadece kaktüs ile karın doyuran bir cins böceği keşfettiler. Ayrıca
bu küçük böceği hiçbir Avustralya böceği de yemiyordu. İşte böyle bir
denge unsuru ile kaktüsler hizaya geldi. Kaktüsler yok olunca, gıdasız
kalan böcekler de azaldı. Şimdi hem kaktüs, hem de böcek dengeli biçimde
varlıklarını sürdürüyorlar.

İşte bu gerçekler, her an, kâinatı nazar-ı teftişinden geçirip, her şeyi dengeleyip
düzenleyen bir Yaradan’ın varlığını gözler önüne sermektedir.
Hâlbuki, en büyük ölçü ve dengenin, yaratılanlar içinde en güzel ve üstün
varlık olan insanlar arasında olması gerekirken, zalim izzet içinde mazlum
ve mağdurlar zillet içinde yaşayıp haklarını almadan bu dünyadan ayrılıyorlar.
Böyle bir şeyin, bütün fenlerin ispat ettiği adalet hakikatine karşı âhiretsiz
tahakkuk etmesi mümkün değildir. Yani öyle mahşer bir günü gelecek
ki, mazlum, zalimden hakkını alacak; ömrü boyunca iyilik yapmış ama hep
mağdur ve zor şartlar içinde yaşamış olanlar karşılıklarını bulacaklardır.

Kur'an'da İçki Yasağı

Günümüzde kan davaları, kumar, tefecilik, içki ve uyuşturucu gibi
toplum hastalığı olarak devam edenlerden sadece alkolizmi inceleyelim.
Gerçekten dünya tarihinde bu meseleye ilk defa Kur’ân’ın âyetleriyle
Hazreti Muhammed (aleyhissalatü vesselâm) el atmış ve kesin bir şekilde
halletmiştir.

Evet Kur’ân’daki bu yasağın konuş şekli ve psikolojik tekniği, insanın psikolojik
ve sosyolojik yapısına çok uygundur. Çünkü âyetlerle, önce içkinin
zararı anlatılmış, sonra sarhoşken namaza yaklaşmamak emredilmiş ve
daha sonra da iman yönünden iyice kuvvetlenen ve ilâhî direktifi yapmaya

hazır olan bu topluma içkinin, şeytanın amelinden bir pislik olduğu ifade
edilerek kesinlikle yasaklanmış olduğu açıklanmıştır. Birinci devrede akıl
ve vicdanlar hazırlanmış, ikinci devrede ibadet programı noktasından
zaman imkânsızlığı bir engel olarak gösterilmiştir. İşte bu arada Müslümanlar
içki ile ilgili yasaklanma yoluna girildiğini fark edip, bilhassa geçimini
bu yönden temin edenler iktisadi yönden tedbirlerini almaya başlamışlardır.
Çünkü âni gelen bir yasaklama emri geçimini bu yolla temin
edenlerin ekonomik krize girmelerine sebep olur. Ama yavaş yavaş yasak
mesajlarının verilmesi, onları, ticari yönden içki ve onunla ilgili şeylerden
sıyrılma ve yeni geçim kaynağı bulma yönünden imkânları değerlendirmeye
sevk eder. Üçüncü devrede ise, her şey halledilmiştir. Yasaklayan
âyetin haberini alan hiçbir Müslüman son kadehini bir daha yudumlamak
için ağzına götürmemiştir. Hâlbuki İslâmiyet’ten önce, cahiliyet devrinde
yaşayan meşhur Arap şairi İmruu’l-Kays, şarap içerken babasının öldürüldüğünü
haber almış ama kendisini içkiden alamamış ve “Bugün içmek
lâzım, yarın intikamı düşünürüz!” deyivermiştir.

1919 tarihinde Amerika’daki içki yasağını ele alacak olursak: Bu tarihte
içki yasaklandıktan sonra şu tedbirlerin alınmasına karar verildi:

1-) Bütün donanma kıyıları kontrol edecek. 2-) Uçaklar havadan kontrol
edecek. 3-) Bütün polisler, seferber edilecek...

Bütün bu tedbirler alındı ama tamamen bir başarısızlık yaşadılar ve Aralık
1933’te bu yasağı kaldırdılar.

Wednesday, November 19, 2014

Amerika’yı keşfeden Müslümanlar demokrasiyi neden keşfedemiyor?

Tartışmalara göre Amerika’yı ilk Müslümanlar keşfetmiş.

Aslında nesilden nesile aktarılan bir Anadolu amentüsü var.

Yüzlerce yıldır ciddi bir yenilik yapamamış “Anadolu’nun arayış içindeki neslinin” amentüsü: “Bütün coğrafi keşifleri Müslümanlar yapmıştır. İlk robotu Müslümanlar yapmıştır. Anadolu’nun altı şu kadar trilyon dolar edecek madenlerle doludur. İlk mahkemeyi Müslümanlar kurmuştur. Fizik, kimya, biyoloji ne varsa bunları Müslümanlar bulmuştur...”

Yani “insanlığın iftihar ettiği ne varsa altında bir Müslüman vardır” diye söylenir.
Böyle uzayıp giden Anadolu amentüsü onlarca yıldır nice insanı motive ettiği için faydalı olmuş sayılabilir.

Şimdiki zaman insana tatmin edici başarı örneği sunmayınca geçmişle övünmekten başka yol kalmaz!

Lakin bu dünyayı doğru okuyamama gibi ciddi bir sorun da doğurmuştur.

Önce Türkler’e bakalım

Şimdi hikayenin bizimle ilgili kısmına bir bakalım. Türkler ilk defa yazılı kültüre Orhun kitabeleri ile MS. 8. yüzyılda giriyor.

Hâlbuki yaklaşık 200 yıl önce Arapça, Kur’an-ı Kerim nazil oluyor. Yani Türkler heceleme yaparken Arap dili neredeyse “post-doc yapıyordu.”

Bugün bile bazı üniversitelerde okutulan Peloponnesian Savaşları adlı kitabı Thucyidides ise MÖ. 400’lerde -yani Türkler yazılı kültüre geçmeden 1200 sene önce- yazmış.

Altın bir Müslüman çağı yok muydu?

Elbette vardı. Kabaca 8. Yüzyıldan 12. yüzyıla kadar olan dönem İslam’ın altın çağıydı.

Müslümanlar olarak bu altın çağ ile övünmek elbette hakkımız ancak bu Arap yoğun bir dönemdi.

Nitekim “çok istisnai durumlar ve kişiler hariç” Arap yoğun Müslüman altın çağından sonra başka bir Müslüman toplum aynı kalibrede bilim adamları yetiştiremedi.

12. yüzyıldan sonra ise Müslümanlar –Osmanlılar devrinde olduğu gibi- politik başarılar elde etti ancak hiçbir zaman yeniden bilimsel ve ticari olarak büyük bir altın çağ kuramadılar!

Politik ve başka alanlarda çok parlak numuneler sunmuş olan Osmanlılar’ın, bilimsel ve diğer alanlarda mesela 11. yüzyılda olduğu gibi bir Müslüman altın çağı kurabildikleri iddia edilemez.

Devlet hastalığı

İslami altın çağın bittiği 12. yüzyıldan itibaren “devlet hastalığı” Müslümanlar’ın önünde her türlü bilimsel ve teknolojik engeli meydana çıkardı.

Nedir “devlet hastalığı?”

Devlet o kadar merkezi bir hal aldı ki, devletin dışında özgür bir alan ne bireyler için ne bilim adamı için ne de tüccar için bırakıldı.

Selçuklular’ın icat ettiği “devlet hastalığını” genel olarak Osmanlılar da devraldı. Atatürk Türkiyesi de bununla mutlu oldu. AKP Türkiyesi de “devlet hastalığını” devam ettiriyor.

Devlet o kadar kutsandı büyüdü ki ne birey kaldı ne özgür teşebbüs ne de eleştirel düşünce...

“Devlet her şeydir” anlayışında ne icat oluyor ne demokrasi!

Fiilen bir tür memura dönüşmüş Müslümanlar ise az bir özgürlük ve az bir zenginlik ile kanaat toplumu olarak ömürlerini sürdürüp ölmeden de imkanlar el verirse hacca giderek hayatlarını devam ettiriyorlar.

İnsanların devletten korktuğu “aman bir şey dersem tepki çeker” dediği bir düzenden ne mucit çıkar ne Twitter gibi bir marka.

Şuna dikkat edelim: Özgür olmayan ülkelerden bir tane bile marka çıkmıyor! 
Neredeyse bütün buluşlar özgür ülkelerde ortaya çıkıyor.

O zaman?

Devlet hastalığı devam ettiği sürece Müslümanlar daha bir süre “geçmişteki atalarının yaptığı başarılar” ile övünmeye devam edecek.

Ölçü kaçmazsa geçmişle övünmek insanları motive edebilir ancak bu arada Kur’an’ın şu ayetini de unutmamak gerekiyor:


“Şimdi o toplumlar geçip gittiler, onların kazandıkları kendilerine yazılacak, sizin kazandıklarınız ise size.”

Gökhan Bacık

Sunday, November 16, 2014

İslam'da Savaş Bitmiştir

Sıradan bir müslüman olarak vicdani içtihadım şudur: İslamda savaş bitti. Peki, ne zaman bitti İslamda savaş? Ne zamanki savaşlar cephe savaşı olmaktan çıkıp kitlesel savaş haline geldi, işte o zamansavaş müslümana haram oldu. Ne zaman ki şehirlerin üstüne bombalar yağmaya başladı, işte o zaman savaş müslüman için yapılamaz bir şey haline geldi. Çünkübomba bir evin veya bir şehrin üstüne düştüğünde orada asker olmayan her insan (çocuk, yaşlı, kadın, erkek) ve kimseye bir zarar vermemiş her hayvan, börtü böcek ve herkese sadece faydası dokunmuş her bitki, ağaç bir katliama maruz kalıyor. Müslümanların Birinci Dünya Savaşı’nda kaybetseler de cephe savaşlarıyla savaşın tarihinden çekilmeleri ve insanlığın belki de en vahşi savaşı olan İkinci Dünya Savaşı’nın ise dışında kalmaları kaderin bir işareti olsa gerektir.

Geçen gün sosyal medyada dolaşan bir video dikkat çekiciydi. Suriye’de bombalanıp çökmüş bir binanın yıkıntılarının altından iki yaşlarında bir çocuğu, yardıma gelenler çaresiz elleriyle çürük beton molozunu kazıyarak çıkartıyorlar. Çok şükür bu minik insan yavrusu yıkıntıların arasından sağ çıkıyor, sanki yeniden doğuyor. Allah o çocuğa barış ve huzur içinde geçecek bir ömür nasip eder inşallah.

Ancak insan düşünmeden edemiyor: davanız ne olursa olsun değer mi çocukları öldürmeye, canlı iken beton yığınları altında bırakmaya? Eğer bir masum bile nahak yere ölecekse bu yaptığınız savaşa cihad demek mümkün mü? Kurunun yanında yaşın da yakıldığı, askerin yanında sivilin de vurulduğu, bir gemideki suçlunun yanında masumun da batırıldığı hiçbir savaş İslami olamaz. İslami başlasa da İslami kalamaz. Onun için İslamda savaş bitmiştir.

Şöyle bir mazeret var: “Başkaları da yapıyor, biz istemeden yapıyoruz. Mecburuz!” Bu da meşru bir savunma değil. Çünkü “su-i misal emsal olmaz”. Bir müslüman için başarılı olma zorunluluğu yoktur fakat zulmetmeme zorunluluğu vardır. İslamın ruhuna uygun hakiki bir savaşta kaybetmek yoktur. Çünkü kazanman gereken hakiki zaferini Allah’a nispetle kazanabilirsin, düşmanına nispetle değil. Demek ki kazanmak için masumları da öldürendüşmanının seviyesinedüşemezsin. Zulme maruz kalsan da zalim olmana izin yok.Mazlum olmamaya çalış, şerri defet, kötülüğü meşruluk içinde önlemeye çalış. AmaGandi’nin dediği gibi dişe diş, göze göz bir savaşta herkes kör kalır. Zulme zulümle karşılık verdiğin an savaşı kaybetmişsin. Galebe çalman seni muzaffer kılmaz. Kazansan dadüşmanının seviyesine düşmüş olmakla kaybetmiş olursun. Bediüzzaman’ın tabiriyle “mukabele-i bilmisil” yani misilleme bir “kaide-i zalimane”dir. Demek ki zulme karşı misilleme yapmaya mezun değiliz. Sana zulmedenin zulmünden sakın ama ona zulme tenezzül etme.

Çoğu insan Suriye’nin kıymetli âlimlerinden biri olan Said Ramazan El Buti’nin Suriye’de halk ayaklanması başladığında neredeyse rejimin devamından yana görünen asayişçi tutumunu vaktiyle eleştirdi. Bu zatın savaş karşıtlığı Esad taraftarlığı gibi algılandı. Zaten El Buti gelişini hissettiği musibetin dalgalarından birinin altında kaldı. Kıymetli bir İslam âlimi olan El Buti 2013 yılında katledildi. Bugün, aradan çok geçmeden herkes bu zatın içtihadında haklı olduğunu net olarak görüyor. Muhtemelen dinî hiçbir gerekçe Suriye’nin bugün aldığı hali meşrulaştıramaz. Suriye’yi ve orada ortaya çıkan (İslam ve insanlık açısından) feci ve zehirli tabloyu meşru kılabilecek hiçbir gerekçe ileri sürülemez. Müsbet hareket ve alttan sivil dönüşüm yerine şiddet ve silahla bünyede yara açarsanız, o yaranın barutlu atmosferde mikrop kapmaması ve kangrene dönüşmemesi mümkün değil.

Evet, İslamda savaş çoktan bitti. Peki, bu savaşanlar ne yapıyor? Maalesef bu sorunun basit bir cevabı var: Cinayet işliyorlar.

Mücahit Bilici

Taraf-15 Kasım 2014

Vehim ve Tembih

İnsanın zihni, dili, işitmesi; cüz’î ve sıra ile oldukları gibi, fikri ve himmeti de cüz’îdir. Sıra ile iş görenler yalnız bir şeye taalluk eder ve tek bir şeyle meşgul olurlar. Hem de insanın kıymet ve mahiyeti, himmeti nispetindedir. Himmetin derecesi ise, maksadına ve meşgul olduğşeye göredir. Hem de insan, yöneldiği ve kastettiği şeyde güya “fenâ fi’l-maksat” oluyor. İşte bu noktaya binaen, hasis ve değersiz bir şey veya pek cüz’î bir şey, büyük bir adama isnat olunmaz. Zira tenezzül etmez. Himmetini o küçük şeye sığıştırmaz. Himmeti ağır ve o küçük şey gayet hafif olduğundan güya denge bozulur.

Hem de insan hangi şeyi temaşa etse, elbette ölçülerini ve esaslarını kendi nefsinde arayacaktır. Eğer bulmazsa, etrafında ve diğer insanlarda arayacaktır. Hatta hiçbir cihette yaratılmışlara benzemeyen Allah’ı düşünürse, yine vehim gücü şu kötü vehmi, düstur ve dürbün yapmak istiyor. Hâlbuki Cenab-ı Hak, şu nokta-yı nazarda temaşa edilmez. Kudretine bir sınırlama yoktur. Güneşin ziyası gibi, kudret ilim ve iradesi her şeyi kuşatmaktadır ve umumîdir, sınırlandırılamaz ve mukayese gelmez. En büyük şeye taalluk ettiği gibi en küçük, en değersiz şeye de taalluk eder. Azametine ölçü, kemâline mizan ise eserlerinin hepsidir. Her bir cüzü, ölçü olamaz. İşte varlığı zaruri olan Cenab-ı Hakk’ı,
yaratılmışlara kıyas etmek kıyas-ı maa’l-fârıktır. Yani birbirine benzemeyen şeyler arasında yapılan, doğru olmayan ve hakikate uymayan bir mukayesedir. Anlattığımız bâtıl vehim ile muhakeme etmek tamamen hatadır. İşte kulluk edebine uymaz bir tarzda ve şu bâtıl vehmin kötü neticesindendir ki: Tabiatçılar, sebeplerin hakikî tesir sahibi olduklarına; Mutezile mezhebinden olanlar, insanla ve hayvanların iradî fiillerini kendileri yarattıklarına; filozoflar, cüz’î şeylere Allah’ın ilminin taalluk etmediğine; Mecusîler, şerri yaratmanın Allah’tan başkasına ait olduğuna yani şer ilâhı kabul ettikleri şeytan tarafından şerlerin yaratıldığına itikat ettiler. Güya onlara göre Yaradan, o kadar azametiyle beraber,
nasıl böyle değersiz, küçük şeylere tenezzül edip meşgul olsun? Yuh onların akıllarına ki, şöyle bâtıl bir vehmin hükmüne esir oldular. Ey birader!.. Şu vehim, itikat yoluyla olmasa da, vesvese cihetiyle bazen müminlere musallat oluyor.

Maddenin Ezeliyeti Tevehhümü Hakkında

Maddenin ezeliyeti ve zerre hareketlerinden canlı türlerin meydana gelmesi gibi bâtıl şeylere ihtimal vermek, sırf başka şeyle nefsini ikna etmek sadedinde olduğu için o işlerin fâsit esaslarını tebeî nazarla yandan bakmakla idrak edememekten ileri gelir. Evet, bir kişi kendisini ikna etmek için ciddi bir araştırma ve derin bir bakışla meseleye yönelirse, bunların imkânsız olduklarına asla makul bir taraflarının bulunmadığına hükmedecektir. Faraza kabul etse de Yaradan’dan gafleti sebebiyle ortaya çıkan bir zorlanma ile kabul edebilir.

Ahsen-i takvim üzere yaratılmış mükerrem bir fıtrata sahip olan insan, insaniyetin cevheri itibarıyla daima hakkı elde etmek istiyor ve hakikati arıyor. Daima en büyük maksadı da saadettir. Fakat bâtıl ve dalâlet ise, hakkı arıyorken haberi olmadan eline düşer. Hakikatin madenini kazarken iradesi dışında bâtıl onun başına düşer. Veyahut hakikati
bulmakta zorlandığında hakkı elde edemeyip hüsrana uğradığında, asıl fıtratı, vicdanı ve fikri; imkânsız ve gayr-ı makul bildiği bir şeyi, sathî ve tebeî nazarla kabul etmeye mecbur oluyor. İşte bu hakikati göz önünde bulundur. Göreceksin ki, kâinattaki bütün nizamdan gaflet eseri olarak, tevehhüm ettikleri maddenin ezeliyetini ve hareketi, hem şu akılları hayrette bırakan bediî nakış ve sanatla tahayyül ettikleri kör tesadüfü ve bütün hikmetlerin şehadetlerine rağmen, cansız câmit sebeplerde var olduğuna inandıkları hakikî tesiri ve nefisleriyle mugalataya (demogojiye) girip kâinat olaylarındaki devamlılık sebebiyle vehmin yanıltmasıyla hayallerinde tecessüm ettirdikleri mevhum tabiatı bütün bu işlere merci yapmakla kendilerini teselliye çalışmalarını, elbette fıtratları reddeder. Fakat yalnız hakkı bulmak için ona yöneldikleri ve kasten hakikate ulaşma gayretine girdikleri için şu bâtıl vehimler, davetsiz olarak yolunun bir tarafından o mükerrem insana kendilerini arz ederler. Elbette asıl ana maksadının hedefine gözünü dikmiş olan bu kişi, o vehimlere ve tebeî ve sathî bir nazarla bakıyor. Böyle sathî ve tebeî bir nazarla üstünkörü baktığı için onların, bunların bozuk ve aldatıcı olan içlerine tam nüfuz edemiyor. Ama ne zaman rağbet gösterip bizzat ve satın almak nazarı ile baksa, almaya değil, belki iltifat etmeye ve bakmaya bile tenezzül etmez.

Evet, bâtılın durumu şöyledir: Ne vakit tebeî bir nazar ile bakılırsa, doğru olduğuna bir ihtimal verilir. Fakat, derinliğine bir nazarla bakıldığında doğruluk ihtimali bertaraf olur.

Üstadın Üslubu

Ey birader! Vakta ki, sırları keşfetme merakı bizi şu makama kadar getirdi; biz de seni beraber çektik, seni taciz ettik. Hem senin çok yorgun olduğunu da biliriz. Şimdi Unsuru’l-Belâgat ve mucizeliğin anahtarı olan “İkinci Makale”nin içerisinde seni gezdirmek istiyorum. Sakın o Makale’nin üslubunun muğlak, kapalı ve anlaşılmaz olması ve içinde görünen meselelerin elbiselerinin perişaniyeti seni temaşasından nefret vermesin. Zira kapalı ve anlaşılmaz hâle getiren, manasındaki dikkat, incelik ve kıymettir. Ve perişan eden ve zahirî ziynetinden müstağni eden, manasındaki zâtî ve aslî cemâl ve güzelliktir. 

Evet, nazlanan ve istiğna gösteren nâzeninlerin mehirleri dikkattir. Menzilleri de kalbin süveydası yani basiret noktasıdır. Bunlara giydirdiğim elbise, zamanın modasına muhaliftir. Zira Doğu Anadolu mektebi denilen yüksek dağlarda büyümüş olduğumdan, alaturka terziliğe alışamadım. Hem de şahsın ifade tarzı, şahsın şahsiyetinin timsalidir. Ben ise, gördüğünüz veya işittiğiniz gibi, çözülüp anlaşılması zor bir muammayım.

***
Ey kardeş! Bu makaledeki latîf kanunlar, kullandığım şu perişan üsl.plardan uzak durup nefret etmesi senin kafanı karıştırmasın. Yani, “Eğer bu ebedî, kaide ve kanunlar iyi olmuş olsaydı, onları ortaya koyana bir belâgat vereceklerdi. Hem de güzel bir üslubu giymiş olacaklardı. Hâlbuki onları koyan ümm.dir. Üslûpları da perişandır.” gibi bir vehme kapılma. Böyle bir düşünceye önem verme. Zira bir fende, her bir ilim sahibi, onda sanatkâr olmak lâzım gelmez. Hem de ile’l-merkeziye (merkezçek) olan çekim gücü, ani’l-merkeziye (merkezkaç) olan itme kuvvetine galiptir. Çünkü kulağın, beyne yakınlığı
ve akıl ile de akrabalığı vardır. Hâlbuki, kelâmın kaynağı olan kalb ise, dilden uzak, yabancı ve ecnebidir. Hem de çok defa kalbin dilini tamamen anlamıyor. Bilhassa kalb bazen meselenin derin yerlerinden (kuyu dibinden gibi) bir tıntın ederse de dil işitemez, nasıl tercümanlık edecektir?!.

İslam Medeniyetinin İncelikleri

Gerçek medeniyet güzellikleri açısından İslâmiyet’in esaslarına ve meselelerine bakacak olursak, en başta erkek-kadın insanın ahsen-i takvim üzere yaratılmış üstün ve şerefli bir varlık olduğunun tesbitini görürüz. Ayrıca haksız olarak masum bir insanı öldürmek bütün insanları öldürmek gibi bir zulüm ve günah sayılmıştır. Anne–babalara, yaşlı ve hastalara yapılacak iyilikler övülmüş... Dullara, yetimlere, fakirlere verilecek, zekât sadaka vs. hayır ve hasenat belirtilmiştir. Gayr-i müslimlerin hak ve hukukları tespit edilmiştir. Hayvanların hakları da belirlendiği gibi, susuz bir köpeğe kuyudan su çıkarıp veren günahların bağışlandığı; bir kediyi de acından öldürenin Cehennem’e gittiği ifade edilmiştir. Vakıflar teşvik edilmiş; okul, hastane, yol, köprü, çeşme imarı yanında uçamayan göçmen kuşlara kadar her canlıya yardım müesseselerinin önü açılmış; bunlardan meydana gelen sevapların da insan öldükten sonra bile amel defterine yazılmaya devam edeceği bildirilmiştir. Abdest, gusülden diş fırçalamaya, oradan koltuk altı ve etek tıraşlarına kadar temizliğin her çeşidi için prensipler konulmuştur. Sulh ve barışın mutlaka hayırlı olduğu, suçların şahsîliği, hiç kimsenin yakın akraba bile olsa başkasının suçundan dolayı ceza görmeyeceği belirtilmiştir. İnanç ve din tercihi konusunda zorlama yasaklanmıştır... İnsanın bizzat kendisinin bulunmadığı yerlerde bile mânevî şahsiyeti koruma altına alınarak gıybeti ve ardından hoşlanmadığı şeylerin konuşulması men edilmiştir. Ayrıca kişinin arkasından çekiştirme ve küçük düşüren kaş göz hareketleri, kalb incitici ve gönül yaralıyıcı jest ve mimikler kalblere kadar işleyen bir ateş azabı ile tehdit edilmiştir. Bu incelikleri İslâmiyet’ten başka hiçbir medeniyetin prensiplerinde bulmak mümkün değildir...

Avrupa Neden İlerledi?

Avrupa’nın terakki edip ilerlemesinin sebebi, her şeyi geç almak ve geç de bırakmak ve dayanmak özelliğinde olan memleketin soğukluğu; mekân ve meskenin darlığı ve yaşayanlarının nüfus çokluğundan kaynaklanan, mârifet, bilgi ve hüner düşüncesi, ve sanat arzusu; deniz, maden ve diğer vasıtalarının müsaadesiyle hâsıl olan karşılıklı yardımlaşma ve fikir alışverişi idi. Fakat şimdi nakil vasıtalarının gelişmesiyle dünya, tek bir şehir hükmüne geçtiği gibi, medya, telefon telgraf gibi haberleşme ve alışveriş vasıtaları ile dünya insanları, bir meclisin ehli hükmüne geldi. Hâsılı, onların yükleri ağır, bizimki, hafif olduğundan yetişip geçeceğiz; eğer Allah’ın yardımı yoldaşımız olursa...

Saturday, November 8, 2014

Arap Lisanı

Nasıl ki, İslâmiyet’in dünyaya yayılmasıyla pek çok inanışlar, felsefeler ve kültürler İslâm bünyesi içine girdi ve onların tesiriyle yetmiş iki mezhebin bir nevi temelleri atılmış oldu. Hint’ten Yemen’den, Acem’den Çin’den, Yunan’dan Turan’dan yeni anlayışlar, Mutezile, Cebriye, Mürcie, Müşebbihe gibi mezheplerle İslâmiyet’in temel akîdesine uymayan düşünceleri doğurdu. Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat olarak büyük ana gövdenin korunması için âyet ve hadis temelli ana esaslar tespit edilip tahkim edildi... Aynı şekilde Mudar lehçeli en güzel en orijinal Arapça üzerine nâzil olan Kur’ân, bu dili korudu. Ama İslâmiyet’in bu kadar milletler içinde yayılması, o millet mensuplarının iman ettikleri yeni dinin diline olan hayranlıkları veya hakim idarî gücün dilini öğrenme istek ve merakı, Arap lisanının içine aslî melekeyi bozacak unsurların girmesine sebep oldu. Onun için Arapçanın dilbilgisi kaideleri, bedî, beyan, meânî gibi ilimler yazıldı. Bununla beraber lafızperestlik hastalığı birçok yerde kendisini göstermeye devam etti.

Üstad!

Ey akıl ve idrak sahipleri, gözlerinizi açın ve ibret alın. Dış görünüşe takılıp kalmadan işin özüne ininiz. Hakikat sizi bekliyor. Fakat hakikati gördüğünüzde onu incitmeyiniz. İşin en sağlamı ve yapılması gerekeni budur.
 

Mâzide asırlarca cehalet veya inat sebebiyle cahil yığınları “İsa düşmanları, Meryem düşmanları” diye diye Müslümanların üstüne kışkırtmışlar, hatta Anadolu’nun dağlarında ve ovalarında yağların, bağların aktığını söyleyerek kitlelerin bilgisizliğinden istifadeyle Haçlı seferleri tertip etmişlerdir. Hâlbuki Müslümanlar asla Hazreti İsa’yı (aleyhisselâm) ve Hazreti Meryem’in düşmanı olamazlar. Zaten öyle olsalar Müslüman olamazlar. Kur’ân, Hazreti İsa’yı (aleyhisselâm) hem de ülü’l-azm –Hazreti Nuh, Hazreti İbrahim, Hazreti Musa, Hazreti İsa ve Hazreti Muhammed (aleyhimüsselam ecmaîn)– beş peygamberden birisi olarak saymaktadır. Ona nasıl düşman olabilirler? Ayrıca Kur’ân-ı Kerîm’de geçen tek kadın ismi “Meryem” dir ve yine Kur’ân’da Sûre-i Meryem isminde bir sûre vardır.
 

Oryantalistler de asırlarca, dünyadaki birçok insanın ve kendi insanlarının bilgisizliğinden istifade ederek İslâmiyet hakkında çok yanlış şeyler uydurmuşlardır ama artık, insaf ve insaniyet duygularının gelişmesiyle dürüst akademisyenler artık bu çeşit iftiralara değer vermiyorlar. Hatta kendilerinden olan bazı oryantalistlerin yanlışlarını yüzlerine vurmaktan çekinmiyorlar.

2006 Eylül’ünde Papa 16. Benedikt’in talihsiz beyanatına karşı, Hıristiyanlardan pek çok kişi itirazda bulunmuş, hatta Katolik insanlardan da Papa’yı suçlayıcı itirazlar çıkmıştır.... Hıristiyan dünya mâziden gelen bir düşmanlık ve hınçla bu noktada bazı yanlışlar yapıp sınıfta kalsa da fen ve teknoloji yönünden çok ilerledi. Devletlerini ilim üzerine kurdular. Kendi içlerinde bir noktaya kadar demokrasi ile insan haklarına bir çeki düzen verebildiler.
 

İslâm dünyası mâzinin seyyiatından sıyrılamadı. Benim çocukluğumda hâlâ İsrâiliyat hikâyeleri, Hazreti Ali’nin Kan Kalesi Cengi, Kesikbaşın İntikamı gibi akıl almaz savaş hikâyelerini anlatan kitaplar okunurdu. Hazreti Ali için tayy-ı mekân, bast-ı zaman gibi kerametleri kabul edebiliriz ama bunların hiçbir sağlam kaynak ve belgesi yok. Hele hele kuyuya girip orada yani yer altında kuşluk vakti güneş altında toplanmış insanlardan bahsedilmesi, jeolojik gerçekler açısından tam bir facia ve fecaat... Hangi akıl ve mantık bunları kabullenebilir?. Ama bunlar inanılarak bazen gözyaşları ile köy odalarında ve evlerinde okunup dinleniyordu.

Çağını okuyamayanlar, çağı ile hesaplaşacak duruma gelemeyenler silinmeye mahkûmdurlar. Kızılderililerin ve Aborjinlerin hâli meydanda... Onlara zulmedilmiştir ayrı mesele... Ama işte durumları. İşte bütün bunlara karşı 1900 senelerinin başından itibaren Bediüzzaman Hazretleri içtimâî hayata hep bir medeniyet projesi ile girmeye çalıştı.
 

Doğuda valilere, ağalara ve şeyhlere teklif etti... Sonra da 1908’de Osmanlı insanının saadet kapısı olarak gördüğü (Dersaadet) İstanbul’a gelip Padişah’a takdim etmeye çalıştı... Ama bir türlü ona ulaşamadı ve ulaştıramadı... O “ Vicdanın ziyası ulûm-ı diniye; aklın nuru fünun-ı medeniyedir.” diyor dinî ve fennî ilimlerle talebenin himmetinin kanatlanacağını söylüyor ve bu anlayıştaki okulların açılmasını istiyordu. Medreselerin programlarının çağa göre gözden geçirilmesini arzu ediyordu. Ayrıca mürşid-i umumî dediği vâizlerin hakîm (hikmetli söz söylemelerini) ve muhakemeli olmalarını, sözlerini aklın ve mantığın terazisinde tartmalarını istiyordu. İslâm’ın ruhuna, akla, mantığa ve çağa uymayan hurafe ve safsatalardan sıyrılmalarını istiyordu. Şeyhlerin ve ağaların, yani halk üzerinde maddî ve mânevî ağırlığı olanların da ihtilâftan uzak durmalarını, insanların önlerini açmalarını, uhuvvet ve muhabbet duygularını geliştirmelerini istiyordu. Çünkü onun tespit ve teşhislerine göre bizim hastalıklarımız fakr u zaruret, ihtilâf ve cehaletti. Bu illetlerin çaresi de, çalışma, ittifak, ilim ve mârifetti...

Bu düşüncelerini Güney Doğu’da aşiretlere, valilere, maddî-mânevî reislere anlattığı gibi, İstanbul’da da Padişaha, İttihad-ı Terakki’nin ileri gelenlerine anlatmaya çalıştı. Sonra da Avam Reçetesi dediği Münazarat Risalesi’nde anlattığı gibi, seviyelerine göre de Ulema Reçetesi dediği bu Muhâkemât isimli eserinde anlattı...