Ey akıl ve idrak sahipleri, gözlerinizi açın ve ibret alın. Dış görünüşe takılıp kalmadan işin özüne ininiz. Hakikat sizi bekliyor. Fakat hakikati gördüğünüzde onu incitmeyiniz. İşin en sağlamı ve yapılması gerekeni budur.
Mâzide asırlarca cehalet veya inat sebebiyle cahil yığınları “İsa düşmanları, Meryem düşmanları” diye diye Müslümanların üstüne kışkırtmışlar, hatta Anadolu’nun dağlarında ve ovalarında yağların, bağların aktığını söyleyerek kitlelerin bilgisizliğinden istifadeyle Haçlı seferleri tertip etmişlerdir. Hâlbuki Müslümanlar asla Hazreti İsa’yı (aleyhisselâm) ve Hazreti Meryem’in düşmanı olamazlar. Zaten öyle olsalar Müslüman olamazlar. Kur’ân, Hazreti İsa’yı (aleyhisselâm) hem de ülü’l-azm –Hazreti Nuh, Hazreti İbrahim, Hazreti Musa, Hazreti İsa ve Hazreti Muhammed (aleyhimüsselam ecmaîn)– beş peygamberden birisi olarak saymaktadır. Ona nasıl düşman olabilirler? Ayrıca Kur’ân-ı Kerîm’de geçen tek kadın ismi “Meryem” dir ve yine Kur’ân’da Sûre-i Meryem isminde bir sûre vardır.
Oryantalistler de asırlarca, dünyadaki birçok insanın ve kendi insanlarının bilgisizliğinden istifade ederek İslâmiyet hakkında çok yanlış şeyler uydurmuşlardır ama artık, insaf ve insaniyet duygularının gelişmesiyle dürüst akademisyenler artık bu çeşit iftiralara değer vermiyorlar. Hatta kendilerinden olan bazı oryantalistlerin yanlışlarını yüzlerine vurmaktan çekinmiyorlar.
2006 Eylül’ünde Papa 16. Benedikt’in talihsiz beyanatına karşı, Hıristiyanlardan pek çok kişi itirazda bulunmuş, hatta Katolik insanlardan da Papa’yı suçlayıcı itirazlar çıkmıştır.... Hıristiyan dünya mâziden gelen bir düşmanlık ve hınçla bu noktada bazı yanlışlar yapıp sınıfta kalsa da fen ve teknoloji yönünden çok ilerledi. Devletlerini ilim üzerine kurdular. Kendi içlerinde bir noktaya kadar demokrasi ile insan haklarına bir çeki düzen verebildiler.
İslâm dünyası mâzinin seyyiatından sıyrılamadı. Benim çocukluğumda hâlâ İsrâiliyat hikâyeleri, Hazreti Ali’nin Kan Kalesi Cengi, Kesikbaşın İntikamı gibi akıl almaz savaş hikâyelerini anlatan kitaplar okunurdu. Hazreti Ali için tayy-ı mekân, bast-ı zaman gibi kerametleri kabul edebiliriz ama bunların hiçbir sağlam kaynak ve belgesi yok. Hele hele kuyuya girip orada yani yer altında kuşluk vakti güneş altında toplanmış insanlardan bahsedilmesi, jeolojik gerçekler açısından tam bir facia ve fecaat... Hangi akıl ve mantık bunları kabullenebilir?. Ama bunlar inanılarak bazen gözyaşları ile köy odalarında ve evlerinde okunup dinleniyordu.
Çağını okuyamayanlar, çağı ile hesaplaşacak duruma gelemeyenler silinmeye mahkûmdurlar. Kızılderililerin ve Aborjinlerin hâli meydanda... Onlara zulmedilmiştir ayrı mesele... Ama işte durumları. İşte bütün bunlara karşı 1900 senelerinin başından itibaren Bediüzzaman Hazretleri içtimâî hayata hep bir medeniyet projesi ile girmeye çalıştı.
Doğuda valilere, ağalara ve şeyhlere teklif etti... Sonra da 1908’de Osmanlı insanının saadet kapısı olarak gördüğü (Dersaadet) İstanbul’a gelip Padişah’a takdim etmeye çalıştı... Ama bir türlü ona ulaşamadı ve ulaştıramadı... O “ Vicdanın ziyası ulûm-ı diniye; aklın nuru fünun-ı medeniyedir.” diyor dinî ve fennî ilimlerle talebenin himmetinin kanatlanacağını söylüyor ve bu anlayıştaki okulların açılmasını istiyordu. Medreselerin programlarının çağa göre gözden geçirilmesini arzu ediyordu. Ayrıca mürşid-i umumî dediği vâizlerin hakîm (hikmetli söz söylemelerini) ve muhakemeli olmalarını, sözlerini aklın ve mantığın terazisinde tartmalarını istiyordu. İslâm’ın ruhuna, akla, mantığa ve çağa uymayan hurafe ve safsatalardan sıyrılmalarını istiyordu. Şeyhlerin ve ağaların, yani halk üzerinde maddî ve mânevî ağırlığı olanların da ihtilâftan uzak durmalarını, insanların önlerini açmalarını, uhuvvet ve muhabbet duygularını geliştirmelerini istiyordu. Çünkü onun tespit ve teşhislerine göre bizim hastalıklarımız fakr u zaruret, ihtilâf ve cehaletti. Bu illetlerin çaresi de, çalışma, ittifak, ilim ve mârifetti...
Bu düşüncelerini Güney Doğu’da aşiretlere, valilere, maddî-mânevî reislere anlattığı gibi, İstanbul’da da Padişaha, İttihad-ı Terakki’nin ileri gelenlerine anlatmaya çalıştı. Sonra da Avam Reçetesi dediği Münazarat Risalesi’nde anlattığı gibi, seviyelerine göre de Ulema Reçetesi dediği bu Muhâkemât isimli eserinde anlattı...
Mâzide asırlarca cehalet veya inat sebebiyle cahil yığınları “İsa düşmanları, Meryem düşmanları” diye diye Müslümanların üstüne kışkırtmışlar, hatta Anadolu’nun dağlarında ve ovalarında yağların, bağların aktığını söyleyerek kitlelerin bilgisizliğinden istifadeyle Haçlı seferleri tertip etmişlerdir. Hâlbuki Müslümanlar asla Hazreti İsa’yı (aleyhisselâm) ve Hazreti Meryem’in düşmanı olamazlar. Zaten öyle olsalar Müslüman olamazlar. Kur’ân, Hazreti İsa’yı (aleyhisselâm) hem de ülü’l-azm –Hazreti Nuh, Hazreti İbrahim, Hazreti Musa, Hazreti İsa ve Hazreti Muhammed (aleyhimüsselam ecmaîn)– beş peygamberden birisi olarak saymaktadır. Ona nasıl düşman olabilirler? Ayrıca Kur’ân-ı Kerîm’de geçen tek kadın ismi “Meryem” dir ve yine Kur’ân’da Sûre-i Meryem isminde bir sûre vardır.
Oryantalistler de asırlarca, dünyadaki birçok insanın ve kendi insanlarının bilgisizliğinden istifade ederek İslâmiyet hakkında çok yanlış şeyler uydurmuşlardır ama artık, insaf ve insaniyet duygularının gelişmesiyle dürüst akademisyenler artık bu çeşit iftiralara değer vermiyorlar. Hatta kendilerinden olan bazı oryantalistlerin yanlışlarını yüzlerine vurmaktan çekinmiyorlar.
2006 Eylül’ünde Papa 16. Benedikt’in talihsiz beyanatına karşı, Hıristiyanlardan pek çok kişi itirazda bulunmuş, hatta Katolik insanlardan da Papa’yı suçlayıcı itirazlar çıkmıştır.... Hıristiyan dünya mâziden gelen bir düşmanlık ve hınçla bu noktada bazı yanlışlar yapıp sınıfta kalsa da fen ve teknoloji yönünden çok ilerledi. Devletlerini ilim üzerine kurdular. Kendi içlerinde bir noktaya kadar demokrasi ile insan haklarına bir çeki düzen verebildiler.
İslâm dünyası mâzinin seyyiatından sıyrılamadı. Benim çocukluğumda hâlâ İsrâiliyat hikâyeleri, Hazreti Ali’nin Kan Kalesi Cengi, Kesikbaşın İntikamı gibi akıl almaz savaş hikâyelerini anlatan kitaplar okunurdu. Hazreti Ali için tayy-ı mekân, bast-ı zaman gibi kerametleri kabul edebiliriz ama bunların hiçbir sağlam kaynak ve belgesi yok. Hele hele kuyuya girip orada yani yer altında kuşluk vakti güneş altında toplanmış insanlardan bahsedilmesi, jeolojik gerçekler açısından tam bir facia ve fecaat... Hangi akıl ve mantık bunları kabullenebilir?. Ama bunlar inanılarak bazen gözyaşları ile köy odalarında ve evlerinde okunup dinleniyordu.
Çağını okuyamayanlar, çağı ile hesaplaşacak duruma gelemeyenler silinmeye mahkûmdurlar. Kızılderililerin ve Aborjinlerin hâli meydanda... Onlara zulmedilmiştir ayrı mesele... Ama işte durumları. İşte bütün bunlara karşı 1900 senelerinin başından itibaren Bediüzzaman Hazretleri içtimâî hayata hep bir medeniyet projesi ile girmeye çalıştı.
Doğuda valilere, ağalara ve şeyhlere teklif etti... Sonra da 1908’de Osmanlı insanının saadet kapısı olarak gördüğü (Dersaadet) İstanbul’a gelip Padişah’a takdim etmeye çalıştı... Ama bir türlü ona ulaşamadı ve ulaştıramadı... O “ Vicdanın ziyası ulûm-ı diniye; aklın nuru fünun-ı medeniyedir.” diyor dinî ve fennî ilimlerle talebenin himmetinin kanatlanacağını söylüyor ve bu anlayıştaki okulların açılmasını istiyordu. Medreselerin programlarının çağa göre gözden geçirilmesini arzu ediyordu. Ayrıca mürşid-i umumî dediği vâizlerin hakîm (hikmetli söz söylemelerini) ve muhakemeli olmalarını, sözlerini aklın ve mantığın terazisinde tartmalarını istiyordu. İslâm’ın ruhuna, akla, mantığa ve çağa uymayan hurafe ve safsatalardan sıyrılmalarını istiyordu. Şeyhlerin ve ağaların, yani halk üzerinde maddî ve mânevî ağırlığı olanların da ihtilâftan uzak durmalarını, insanların önlerini açmalarını, uhuvvet ve muhabbet duygularını geliştirmelerini istiyordu. Çünkü onun tespit ve teşhislerine göre bizim hastalıklarımız fakr u zaruret, ihtilâf ve cehaletti. Bu illetlerin çaresi de, çalışma, ittifak, ilim ve mârifetti...
Bu düşüncelerini Güney Doğu’da aşiretlere, valilere, maddî-mânevî reislere anlattığı gibi, İstanbul’da da Padişaha, İttihad-ı Terakki’nin ileri gelenlerine anlatmaya çalıştı. Sonra da Avam Reçetesi dediği Münazarat Risalesi’nde anlattığı gibi, seviyelerine göre de Ulema Reçetesi dediği bu Muhâkemât isimli eserinde anlattı...