Friday, July 31, 2015

Öfke

Yapılan araştırmalar ve pratik tecrübeler gösteriyor ki tacize uğrayan çocukların tacizcinin elinden kurtulamamasının en önemli nedenlerinden biri, “Çocuğun öfke duygusunu kullanamaması”dır.

Ne yazık ki anne babalar, bilerek veya bilmeyerek çocuklarını terbiye ederken onların doğal koruyucu kalkanı olan “öfke”yi bastırmakta, yok etmekte veya kullanılamaz hale getirmektedirler. Öfkenin faydaları düşünülmeden, sadece zararları göz önünde tutularak uygulanan terbiye yöntemleri, çocukları kötü niyetli kişilerin tuzaklarına düşmeye fırsat vermektedir.

Tacize uğrayan çocuklarla yapılan röportajlarda, “Neden karşı koymadın?” sorusuna çocukların büyük çoğunluğunun, “Karşı koyarsam bana kızacağından korktum” diye cevap verdikleri görülmektedir. Hâlbuki işte öfke, tam bu noktada devreye girmeliydi. Çocukların taciz anında yaşadıkları korku ve endişeyle öfke duygusunu kullanmaları, bağırıp çağırmaları, ortalığı birbirine katmaları gerekirdi. Ne yazık ki bu çocuklar öfke reflekslerini harekete geçiremedikleri için bir kuş gibi çaresizce tacizcilerin ellerinde kalmışlardır.

Tacize uğrayan çocukların aile yapıları incelendiğinde, aile içinde psikolojik ve duygusal baskı altında tutuldukları dikkat çekmektedir. Bu tür ailelerin, çocuklarının aile içinde öfke refleksini kullanmalarına müsaade etmedikleri görülmektedir. Hâlbuki aile ortamı bir jimnastik salonudur. Çocuk orada kendini geliştirecek, kendini o ortamda hayata hazırlayacaktır.



Kendine Güvenen Çocuk Yetiştirmeyin

Anne babalar çocuk terbiyesinde hedef olarak otonomiyi ve bağımsızlığı değil, vicdan kültürünü ve bağlılığı seçmelidirler.

Kendine güvenen çocuk yetiştirmeyin.

Güçlünün her zaman kazanacağı düşüncesiyle hayata alıştırılan çocuklar, genellikle kendilerinden güçlü kişilerin gücü altında ezilmeye de mahkûm olmaktadırlar. Her şeyi güç ve kendi başarısı ile elde ettiğini düşünen çocuklar, bunun böyle olmadığını ve olamayacağını anladıkları an, büyük bir ruhî çöküntüyle karşılaşmaktadırlar.

Hayat zordur. İnsan ise zayıf. Bu zayıf insanın ihtiyacı sınırsızdır. Sınırsız ihtiyaç sahibi insanın imkânları ise sınırlıdır. Tüm bu zafiyet içindeki insanın kendi sınırlı güç ve kuvvetine güvenerek değil, Allah’a güvenerek yaşaması onu ruhen daha da mutlu edecektir.

Bırakın Kırsınlar

Çocuk, ne orijinal dede yadigârı vazonun kaç para olduğunu bilir ne de biraz sonra gelecek misafirlere karşı evin dağınık bulunmasının ne anlama geldiğini! Onun için etraftaki her ilginç şey, bu garip gezegeni tanımak için el atılması gereken “deney tahtası”dır.

Düzen içinde hazırladığınız bu köşe ve üzerindeki vazo, çocuğunuzun kafasında birçok soru işaretinin oluşmasına neden olabilir:
Bu vazo havada nasıl duruyor?

Acaba havada durma özelliği vazonun kendisinden mi yoksa masa örtüsünden mi kaynaklanıyor?

Bu ve benzeri sorulara cevap bulmak için masa örtüsünü ucundan çekebilir. (Masa örtüsünü çeken çocukların birçoğu, masa üzerindeki vazonun hâlâ havada duracağını zanneder. Aşağıya düşüp kırılacağını hesap edemez; bu yüzden de masa örtüsünü çeker.)

Anormal davranış girdabına henüz girmemiş hiçbir çocuğun niyeti, ortalığı dağıtmak ve kaos oluşturmak değildir. “Hayatı tecrübe” ederek tanımaya çalışırken vazoyu masadan düşürebilir.

Böylece çocuk, vazonun altında masa olmadığında vazonun havada durmadığını öğrenmiş olur. Bu tarz bir tecrübeyi kazanan çocuğa kızmak, bağırmak ve ceza vermek, çocuğun hayatı “tadarak” tanımasına engel olacaktır. Bir anne babanın yapması gereken şey, “Bırak kırsın”ı kabullenebilmektir.

Bunun aksini düşünelim. “Bırak kırsın” anlayışını taşımayan bir anne baba, “Kırılacağını ben anlatırım; bu şekilde öğrenir” diye düşünüyorsa çocuklarında sadece bilgi birikimi oluşmasını sağlar.

Peki, tecrübe ne olacak?

Bu tarz hareket eden anne babaların çocukları, hayatlarında tecrübe eksikliği olduğu için her zaman birilerinden duydukları bilgilere dayanarak hareket edecekler. Yani merdivenleri tecrübeyle çıkmayacak, işittikleri bilgilere göre çıkacaklar.

Bunun ne zararı olabilir?

Bu, çocuğun “kişilik gelişimini” ve “irade gücünü” tehlikeye atmak demektir. “Bilgiyle hayatı tanıyan” çocuklar, “hayatı tadarak tanıyan” çocuklara nazaran daha “bilgisiz” ve daha “istikametsiz” olabilmektedirler…

Hayatı bilgi ile öğrenen çocukların, “birilerine kanmaları” ve “kandırılmaları” daha kolaydır. O yüzden “Feleğin çarkından geçme” deyimi, çocuk terbiyesinde de büyük önem taşımaktadır.

Evli bir çift, çocuk sahibi olduğunda, yani yeni bir “Dünyalı”yı evlerine “buyur” ettiklerinde, artık tüm yaşantılarını bu dünyalıya göre ayarlamalıdırlar. Eski alışkanlıklar, ev düzeni ve dekorasyonlar değişmelidir.

Çocuk ne kadar “dokunma yasak”lı bir evde büyürse o oranda, kendinden ve yapacağı işten tereddüt duyabilir. Eşyayı tanımada başarısız olabilir.

Tüm bunlar, tecrübesi sıfır olan çocuğun temel bilgi ihtiyacıdır. Tatmak ve tanımak… Anne babanın görevi ise öğrenme ve hayatı tatma konusunda merak dolu olan bu yeni dünyalıya, kontrollü tecrübe akışını sağlamak olmalıdır.

Yeni ve dünyalar tatlısı bir misafiri “buyur” etmiş bir anne-baba, evlerinin içindeki her şeyi çocuğa göre yeniden gözden geçirmelidir. Kırılması ve kırılmaması gerekli olan eşyaları bu yeni dünyalıya göre seçmelidir. Boyanması ve karalanması gereken duvarın hangisi olduğuna karar vermeli çocuk. Videonun düğmesine bastığında ekrana görüntü geldiğini sevinerek öğrenmeli. Müzik setinin düğmesini açtığında evin içinin gürültüye boğulduğunu duymasına anne baba müsaade etmelidir. Tüm bu tecrübeleri geciktirmek, hem çocuk hem de anne baba için bir gün hayatın zorlaşmasına neden olabilir. Nasıl mı?

Örneğin, nezaket ve hürmetle kabul edildiğiniz bir aile dostunuzun evinde misafirlikte olduğunuzu düşünün. Çocuğunuzun dikkatini, müzik seti çekiyor. Yanına gidip sesini bir açıp bir kapatarak kendisine göre “akustik keşfe” çıkıyor. Ancak bu ses, misafirlikte bulunduğunuz ortamı rahatsız ediyor. Eğer çocuğunuzun, bu tecrübeyi kendi evinizde yaşamasına izin vermemişseniz, onu tatmin olma noktasına kadar özgür bırakmamışsanız o anda, misafirlikte ne deseniz fayda etmez. “Dur”, “çek elini”, “bozarsın yapma” deseniz de çocuğunuz için bu uyarılar pek bir şey ifade etmeyecektir.

Şimdi de masa olmadan, vazoların havada duramayacağı tecrübesini kendi evinde yaşamamış olan bir çocuk hayal edin. Bu çocuk annesiyle komşu ziyaretine gitmiş olsun. Komşunun, fiskos masası üzerinde duran “dede yadigârı” vazo, çocuğun dikkatini çekecektir. Zaten evde annesi, sürekli engellemiştir onu. Kimsenin fark etmediği bir anda o güzelim vazonun altındaki masa örtüsünü çekince şangır şungur bir sesle irkiliverir anne ve komşu. Oysa ne de güzel sohbet ediyorlardı! Artık yapacak bir şey yoktur. O çocuk; masa örtüsü çekildiğinde artık vazonun yere düşüp kırılacağı gerçeğini öğrenmiştir. Ama olan komşunun vazosuna olmuştur.

Hem anne mahcup olmuştur bu durumdan hem de manevî değere sahip olan vazonun kırılması komşuyu üzmüştür.

O yüzden, çocuk terbiyesinde anne-babalara tavsiyemiz:
Bırakın ilk tecrübeyi sizinle iken yaşasınlar…
Bırakın kırsınlar…
Bırakın tatsınlar…

Çocuk Hata yaptıkça Tecrübe Kazanır

Çocuklar genel ahlak kurallarını çiğnemedikçe hata yapmalarına göz yummak gerekir. Çünkü çocuklar hata yaptıkça tecrübe kazanırlar. Tecrübe, başarıya yürüyen bir insanın en güçlü hafızasıdır. Çocuk pratikte bir şeyler yaptıkça yapabileceği şeyleri keşfeder.

Eğer anne baba, “Aman oğlum sen yapma, ben hallederim” diyorsa “Aman kızım, sen yapamazsın…” diye çocuklarının pratik tecrübe kazanmalarına izin vermiyorlarsa bu tür çocuklar, hayatlarının geri kalan kısmını, birilerine muhtaç olarak geçirme temayülü içerisine girebilirler.
Aşırı korumacı ve “evlatkolik” bir aile içindeki çocuk, kendini ve kendi kabiliyetlerini tanıyamaz, hata yapmaktan korkar, hata yapmadıkça ve risk almadıkça da atacağı her adımda, tereddüt ve kararsızlık içinde kalabilir.

Davranışları bu yönde olan, sosyal hayata hazırlanamamış çocuklar için “anne baba bağımlısı çocuk” demeyi tercih etmiyoruz. Çünkü bu haldeki bir çocuk, çocukluk döneminde anne babasına bağımlı olsa da yetişkinlik döneminde, okuldaki grup liderine, evlendiğinde de eşine bağımlı olma meyli taşır. Farklı kişilere olan yapışma ihtiyacı bir “davranış sapması”dır.


Çalışan Anneleri Bekleyen Risk


İlgisiz Çocuk Sendromu; insan yaşamında gelişimin en hızlı olduğu ilk dört yaş döneminde, çocuk ile sosyal çevre arasında sözel ve duygusal iletişimin sağlıklı yürümemesi sonucunda oluşan bir sendromdur. Bilhassa çalışan annelerin, çocuk gelişimi konusunda yeterli donanıma sahip olmayan bakıcı kadınlara emanet ettikleri çocuklarda sıklıkla bu sendrom görülür.

Bu sendromu taşıyan çocuklar hırçın, içe dönük, konuşmayı çok sevmeyen, muhatabı ile göz teması kuramayan özellikleriyle dikkat çekerler. Ancak burada hemen belirtmekte fayda var ki ilgisiz çocuk sendromu, sadece bakıcılara emanet edilen çocuklarda değil, annesi bizzat yanında olduğu halde çocuk ile duygusal ve sözel iletişim kurmayan (veya kuramayan) çocuklarda da görülmektedir.
Böylesi bir sendroma yakalanan çocukların ortak özelliği aşırı derecede televizyon izleyicisi olmalarıdır. Yapılan araştırmalarda, bu tür çocukların gelişim sürecinin adım adım takip edilmediği, gelişimi destekleyici faaliyetlerin yapılmadığı, aksine çocuğun tıpkı bir zihin ölümüne terk edilmesi gibi gündelik yaşantıda oyalanması için televizyonla baş başa bırakıldığı görülmektedir.
Dil gelişiminin taklitle gelişen bir beceri olduğu ve ilk iki yaş içinde çocukların konuşmaya başlayabilecek kabiliyetleri olduğu dikkate alınırsa bu dönemin televizyon karşısında geçirilmiş olması çocuktaki dil gelişimi geriliği olarak ortaya çıkmaktadır. Çocuklar ilk iki yaşta doğal bir süreç içinde konuşmayı öğrenebilecekken vaktinde kazanılamayan bu yetenek çocuğun diğer gelişim süreçlerini de etkileyebilmektedir.

Örneğin sözel iletişim kurma becerisi elde edemeyen çocuk, muhatabıyla göz teması kurabilme yeteneğinde de eksik kalmaktadır. Göz teması ise duygusal iletişimin en önemli unsurudur. Duygusal iletişimde de gelişme sağlayamayan çocuk genelde içe kapanmayı tercih etmekte, “asosyal” bir yaşantıya yönelme eğilimine girmektedir.

Anne Sevgisi Yokluğu

Çocukluk yıllarında anne sevgisinden mahrum kalan gençler, üniversite yıllarında çok çabuk âşık oluyor, kendilerine ilgi gösteren bir arkadaşlarının peşinden çok çabuk gidiyorlar. Gençler, çok defa içlerinde duydukları “anlık” mutluluğun gerçek sevgi olup olmadığından habersiz, ilgi ve sevgi gördüğü kişilerin peşinden, pembe hayallerle yola çıkıyorlar. Hâlbuki çocukluk yıllarında doyurulmamış anne sevgisi, kişinin bir ömür boyu sevgiye muhtaç yaşamasına neden oluyor.

Kız ya da erkek fark etmiyor, anne sevgisi çocukluğun ilk yıllarında hayatî önem taşıyor. Çocuk; özellikle ilk yedi yılda “doya doya” anne “sevgisini” ve “ilgisini” aldıysa hayatının geri kalan kısmını emin adımlarla ilerleyebiliyor, neyi, neden istediğini iyi değerlendirebiliyor. Ancak çocukluk yıllarında yeterince alınamayan anne sevgisi, kişide bir ömür boyu kendi yokluğunu hissettiriyor.

***
Annesinden yeterince sevgi alamamış kişiler, kendileri anne ya da baba olduklarında kendi çocuklarıyla aralarındaki sevgi bağında da sorunlar yaşama ihtimalini taşımaktadırlar.



Anne Sevgisi

*Meşhur Psikiyatr Alice Miller, Yetenekli Çocuğun Dramı isimli eserinde, çocukluk yıllarında anne babalarından yeterli sevgiyi alamamış kişilerin, bir ömür boyu o doyamadıkları sevgiyi başkalarında arayacağından bahseder; ama bu sevgi arayışı boşunadır. Çünkü çocukluk yıllarında anne babalarından bir türlü doyasıya sevgi alamayan bu kişilerin karşılarına asla o sevgi ihtiyacını karşılayabilecek birileri çıkmayacaktır. Çünkü o sevgi özeldir. O sevgi, “zaman” itibarıyla özeldir. Karşılıksız verilmiş olması itibarıyla özeldir. İhtiyaç duyulduğu an verilebilmesi itibarıyla özeldir...

*Çocukluk yıllarında yemeden, içmeden daha önemli olan şey, çocuğun sevgiye doymasıdır. Bir çocuk için anne sevgisi farklıdır. Doyurucu ve özeldir. Başkalarının sevgisine benzemez. Bir çocuk, herkesten yeterince sevgi alsa da yine de anne sevgisine muhtaçtır. Ve anne sevgisine doyamadan büyümüş bir çocuk, bu ihtiyacını bir ömür boyu sırtında bir yük gibi taşıyacak, kendisini delice sevenler olsa da sevgi ihtiyacını bir türlü doyuramayacaktır.

*Çocuklar, özellikle ilk dört yaş döneminde, anneye “muhtaç”tır. Bu öylesine bir muhtaçlıktır ki çocuğun gözünü her açtığında annesini görebilmesi, korku ile ürktüğü her an annesinin sesini duyabilmesi ve teselli alabilmesi, acıktığında, susadığında annesini karşısında bulabilmesi hayatî önem taşımaktadır. Çocuk bu “güven” içinde, bu sevgi zenginliği içinde hayata adım atmalıdır.

*Çocukların annesine muhtaç olduğu bu döneme “bağımlılık dönemi” diyoruz. Çocuk bu dönemi ne kadar rahat atlatırsa sevgiye muhtaçlığı o kadar az olacaktır.
İhtiyaç duyduğunda annesini karşısında göremeyen çocuk, ilerleyen yıllarda anne sevgisini başkalarından temin etmeye çalışacaktır ki bu sevgi onu hiçbir zaman anne sevgisi gibi doyurmayacaktır.

*Annesinden kopuk olarak büyümüş çocuklar hayata güven duymakta zorlanmakta, etrafına yeterince güven duyamamaktadır. Bu öylesine bir güvensizliktir ki evlendiğinde eşine karşı güveni zayıf, iş yerinde arkadaşına karşı güvensizdir.

Ayrıca böylesi çocuklar yetişkinlik döneminde bir yandan annelerinden tamamlayamadıkları sevgiyi etraflarından devamlı aramakta, öte yandan kendilerinden sevgi bekleyen kişilere karşı da yeterince sevgi verememektedirler. Sanki sevgi kanalları kapanmış gibi hem sevgiye aç hem de sevgi cimrisi olmaktalar.

*Genel itibarıyla çocukların sosyal gelişimi için tabii ki kreşlerin oynadığı rol büyüktür; ama unutulmamalıdır; her ne kadar çocuklar kreşte arkadaşlarıyla oynuyor olsa da evlerinde oynayacak kardeşleri yoksa yine “asosyal” olma riski taşımaktadırlar. Bu itibarla bakıldığında, her çocuğun mutlaka en az bir kardeşi olmalıdır. Sosyalleşme kreşteki çocuklarla değil, ilk etapta kardeşle, daha sonra akraba, konu komşu ile olmalıdır. Bununla birlikte, kreşlerin düzenli bir program takip etmelerinin çocuğun gelişimine katkısı vardır. Düzenli yaşama alıştırma açısından kreşlerin oynadığı rol büyüktür.




Anne Sütü

Sindirim sistemi henüz tam faaliyet sergileyemeyen çocuk, protein miktarı düşük besinler almalıdır. Protein açısından yüksek değer taşıyan besinler, çocuğun mide ve sindirim sistemini aşırı derecede yorar. Anne sütünde çocuğun bu ihtiyacına uygun şekilde hazırlanmış düşük miktarda protein bulunur. Böylece çocuğun sindirim sisteminin aşırı çalışmasının önüne geçilmekte ve ilerleyen yıllarda aşırı kilolardan ve vücudun aşırı çalışmasından kaynaklanan hastalıklardan da korunması sağlanmaktadır.

Anne sütü üzerinde titiz araştırma yapan vicdan sahibi uzmanlar, böyle bir formülün Allah tarafından bebeklere özgü bir ikram olduğu konusunda hemfikirdirler. Eğer bu özel formül insanlar tarafından taklit edilebilseydi yeryüzünün miligram cinsinden en pahalı besini, herhâlde anne sütü olurdu.

Düşünün lütfen, çocuğun ihtiyaç duyduğu ve zekâsını doğrudan etkileyen, “Omega-3 yağ asidi”ni bulabilmek için Kuzey Denizi’ndeki somon balıklarının peşine düşmek gerekirdi. Zira somon balığı Omega-3 yağ asidi açısından zengin bir yiyecektir. Oysaki hiçbir annenin kendi çocuğunun zekâsına doğrudan tesir edecek olan bu besin maddesini bulmak için Kuzey Denizi’ne gitmesine gerek yoktur; çünkü anne sütü Omega-3 yağ asidi açısından çocuğun ihtiyaç duyduğu oranda, İlahî bir mucize ile anne göğsünden bebeğe ikram edilmektedir.

***
Anne sütüyle beslenen çocukların diş yapılarının anne sütü emmeyenlere göre daha düzgün olduğu görülmektedir.

Bebek, annesini emerken damağı ve diş etleri, anne göğsü tarafından bir çeşit masaja tabi tutulmakta ve dişlerin en düzgün şekilde oluşmasına zemin hazırlanmaktadır.



Embriyo Psikolojisi Nedir?

Embriyo psikolojisi, anne karnındaki embriyonun anne vasıtası ile yaşadığı psikolojiye verilen addır. Kısaca diyebiliriz ki hamilelik süresince bir anne, ne ile meşgul oluyorsa, duygu dünyası ne ile şekilleniyorsa karnındaki embriyonun da duygu dünyası aynı olaylarla şekillenmektedir.

Yukarıdaki örnekte olduğu gibi, eğer anne korku nöbetleriyle hamileliğini geçirmişse muhtemel ki doğacak çocukta da bu korku nöbetlerinin izleri bir ömür boyu devam edip gidecektir. Veya çok karşılaşılan başka bir durum da istenmeyen bir hamileliği mecburi olarak yaşayan bir annenin ruh halidir. Böyle bir annenin bebeği, dokuz ay boyunca kendisini istemeyen bir annenin psikolojik baskısı altında eziklik hissedecektir. Bu ezilmeler, çocuğun bir ömür boyu taşıyacağı “psikolojik karakterin” en belirgin özelliği olarak bir gölge gibi onu takip edecektir.

O halde bebek bekleyen bir anne, bir baykuş gibi ciddi ve dikkatli olmalıdır. Karnındaki yavrusuna fizyolojik olarak bağlı olduğu gibi psikolojik olarak da bağlı bulunduğunu asla hatırından çıkartmamalıdır.

Bir anne, okuduğu kitapları sadece kendisine değil, karnında taşıdığı yavrusuna da okuduğunu bilmeli. Hissettiği huzur ve sakinliğin, sadece kendisine değil, minik yavrusuna da tesir ettiğini asla unutmamalı. Annenin yaşayacağı, korku, öfke, hırs, günah, yapacağı gıybet, söyleyeceği yalan, kısacası vicdanını sızlatan her bir durum, çocuğuna da inceden inceye zehir gibi sızar. Anne bunu bilerek hareket etmelidir. Bu itibarla bakıldığında, çocuk terbiyesinin daha anne karnında başladığına şahit oluyoruz. Özetlersek bir anne, çocuğunun nasıl bir karaktere sahip olmasını istiyorsa kendisi de hamilelik döneminde o karakterin izlerini taşımalıdır.

Sadece hamilelik döneminde değil tabii ki bebeğin dünyaya geldiği ilk dakikalar, anne ile bebek arasındaki ilk iletişim de hayatî önem taşımaktadır.

***
Anne karnında, dokuz ay geçiren bir çocuk, sadece bu süreyi tamamlamak için beklemez, aksine annenin yaşadığı her acıyı, her sevinci ve her duygusal değişimi bire bir yaşayarak bir ömür boyu ana hatları ile kullanacağı karakter alfabesinin ilk harflerini de dizmeye başlar. Genetik karakterin oluşumunda her ne kadar, anne ve baba söz sahibi olmasa da psikolojik karakterin oluşumunda, özellikle anne doğrudan tesir sahibidir. Yani anne, eğer isterse karnındaki çocuğun “pısırık, korkak” yahut “sakin ve huzurlu” olabilmesi adına ciddi bir rol oynayabilir.