Monday, March 31, 2014

Hz. Peygamber ve Kureyş


Resulullah (sav) İslâm’a daveti açıktan yapmaya başlayınca ve hakikati Allah’ın emrettiği şekilde açıkça ilân edince, Kureyş ondan uzaklaşıp onu reddetmemişti. Ne zaman ki, putlarından söz etmeye ve onları ayıplamaya başladı, işte o zaman bu onların çok ağırına gitti ve onunla mücadeleye girdiler, ona düşmanlıkta ve muhalefette birleştiler.

...

Kureyş, Resulullah’a olan bunca düşmanlığına rağmen, onun güvenilir, doğru ve mert bir insan olduğuna sonsuz güven beslerdi. Mekke’de herkes, bir zarar gelmesinden korktuğu eşyasını güvenlerinden ötürü Resulullah’a emanet ederdi. Bu tür emanetler Resûl-i Ekrem’in yanında oldukça çoktu. Bundan dolayı Hz. Ali’ye bu emanetleri sahiplerine verinceye kadar Mekke’de kalmasını emretmişti.

Yüce Allah buyuruyor:

“(Habibim) şu hakikatı çok iyi biliyoruz ki, onların söyleyegeldikleri (sözler) seni herhalde tasaya düşürüyor. Onlar hakikatte seni yalanlamıyorlar. Fakat o zalimler, bile bile Allah’ın âyetlerini inkâr ediyorlar.


Varaka bin Nevfel


Resulullah gördüğü şeyleri Varaka’ya anlattı. Bunun üzerine Varaka: “Nefsim elinde olan Allah’a yemin ederim ki, sen bu milletin peygamberisin; sana gelen melek, Hz. Mûsâ’ya gelen melek (nâmus-ı ekber)’dir. Kavmin seni yalanlayacak ve sana eziyet edecek, seni yurdundan çıkaracak ve seninle savaşacaktır” dedi.

Varaka: “Onlar seni yurdundan çıkaracaklar” deyince bu Resulullah’ın tuhafına gitti. Çünkü o kendisinin Kureyş’in nazarındaki mevkiini biliyordu. Onlar ona “es-Sâdık” ve “el-Emîn”den başka bir sözle hitab etmezdi. Hayretle “Onlar mı beni yurdumdan çıkaracak?” dedi.

Varaka cevaben: “Evet, senin yapacağın daveti yapan hiç bir insan yoktur ki, halk ona düşmanlık edip savaşmasın.Yaşlandım, eğer o güne kadar yaşarsam sana büyük yardımda bulunurum.” dedi.



Kâbe’nin yeniden inşası ve büyük bir fitnenin önlenmesi


Resulullah 35 yaşına geldiğinde Kureyş kabilesi Kâbe’yi yeniden yapmak için bir araya geldi. Kureyş Kâbe’ye bir çatı yapmak arzusundaydı. Kâbe bir insan boyundan biraz yüksek çamursuz vaziyette, üstüste dizilmiş taşlardan meydana gelmişti. Yıkıp yeniden yapmaktan başka çare yoktu. Yapı Hacer-i Esved’in bulunduğu yere gelince anlaşmazlığa düştüler. Her kabile Hacer-i Esved’i yerine koyma şerefinin kendisine ait olmasını istiyordu. Neredeyse bir savaş çıkacaktı. Çünkü Câhiliyye çağında bundan daha basit şeylerden harb çıkardı. Sonunda savaşa hazırlandılar. Bu sırada Abduddâr boyu meydana kan dolu bir kab getirdi ve ellerini bu kana bulayıp Benî Adîy ile ölünceye kadar savaşmak üzere and içtiler. Bu, ölüm ve şer alâ-metiydi.

Kureyş birkaç gün bu halde bekledi. Sonunda Mescid-i Harâm’ın kapısından ilk önce kim girerse onu aralarında hakem yapmaya karar verdiler. Kapıdan ilk giren Resûl-i Ekrem oldu. Onu görünce “İşte el-Emîn, işte Muhammed geldi, biz onun vereceği karara razıyız” dediler.

Resulullah onlardan bir sergi parçası istedi ve Hacer-i Esved’i eliyle bu sergi parçasının üzerine koydu. Sonra “Her kabileden bir kişi bu sergi parçasının bir ucundan tutup yukarı kaldırsınlar” dedi. Onlar da Hz. Peygamber’in dediği gibi yaptılar. Hacer-i Esved konacağı yerin hizasına gelince, Resûl-i Ekrem onu kendi eliyle alıp yerine yerleştirdi. Böylece Resulullah’ın müdahalesiyle bir fitne ve savaşın çıkması önlendi.

Bu, Hz. Muhammed’in peygamber olduktan sonra hikmetiyle, öğretileriyle, şefkat ve nezaketiyle insanların arasını düzelterek, ümmetleri ve milletleri kötülüklerden ve savaşlardan korumak için yapacağı çalışmaların mukaddimesi oldu.Hz. Peygamber basit ve ümmî kişilerden meydana gelen bir kavim içinde birbirleriyle savaşan ve düşmanca davrananlar için bir rahmet olduğu gibi, âlemlere de rahmet oluyordu.




Hz. Peygamber’in Soyu


Muhammed b. Abdullah b. Abdulmuttalib b. Haşim b. Abdimenaf b. Kusay b. Kilâb b. Mürre b. Kâb b. Luey b. Gâlib b. Fihr b. Huzeyme b. Müdrike b. İlyas b. Mudar b. Nizar b. Ma’d b. Adnân.

Adnân’ın soyu da Hz. İbrahim’in oğlu Hz. İsmail’e dayanır. Annesi Hz. Peygamber’i doğurduğu zaman dedesi Abdulmuttalib’e Bir torunun oldu gel, gör” diye haber gönderdi. O da geldi ve çocuğu kucağına alıp Kâbe’ye götürdü. Allah’a dua edip hamd ü senada bulundu. Abdulmuttalib torununa Muhammed adını verdi. Böyle bir ismi ilk defa duyan Araplar, bunu tuhaf karşıladılar.

İnkılapların En Büyüğü



“Felsefî bir yaklaşımla arkadaşları arasında üstün bir mevki elde eden bir tarihçi, insanlığın medeniyet tarihi üzerinde kalıcı tesirli bırakan inkılâblar arasında, beşer aklına göre tahmini en zor inkılâbın, İslâmiyetin Araplar arasında zuhuru olduğunu kabul eder. Muhakkak ki bu, hiç beklenmeyen bir inkılâbtı. Biz bu inkılâbın meydana gelmesi için lüzumlu olan illetler ve sebepler zincirini araştırmakla görevli tarih ilminin —ki şayet burada tarih ilmi diyebileceğimiz bir şey varsa— bu hususta, hayret ve şaşkınlık içinde kaldığını itiraf etmek zorundayız.”

[Smith Bosworth]

Googol and Google



Crucially, freeze-frame gags provided opportunities for the mathematical writers on The Simpsons to throw in some references that would appeal to hard-core number nerds. For example, “Colonel Homer” (1992) features the first appearance of the local movie theater, and eagle-eyed viewers would have noticed that it is called the Springfield Googolplex. In order to appreciate this reference it is necessary to go back to 1938, when the American mathematician Edward Kasner was in conversation with his nephew Milton Sirotta. Kasner casually mentioned that it would be useful to have a label to describe the number 10100 (or 10,000,000,000,000,000,000,000,000,000,000,000,000,000,000,000,000,000,000,000,000,000,000,000,000,000,000,000,000,000,000,000,000,000). The nine-year-old Milton suggested the word googol.

In his book Mathematics and the Imagination, Kasner recalled how the conversation with his nephew continued: “At the same time that he suggested ‘googol’ he gave a name for a still larger number: ‘Googolplex.’ A googolplex is much larger than a googol, but is still finite, as the inventor of the name was quick to point out. It was first suggested that a googolplex should be 1, followed by writing zeros until you get tired.

The uncle rightly felt that the googolplex would then be a somewhat arbitrary and subjective number, so he suggested that the googolplex should be redefined as 10googol. That is 1 followed by a googol zeroes, which is far more zeroes than you could fit on a piece of paper the size of the observable universe, even if you used the smallest font imaginable.

These terms—googol and googolplex—have become moderately well known today, even among members of the general public, because the term googol was adopted by Larry Page and Sergey Brin as the name of their search engine. However, they preferred a common misspelling, so the company is called Google, not Googol. The name implies that the search engine provides access to vast amounts of information. Google headquarters is, not surprisingly, called the  Googleplex.”




Googol and Google



Crucially, freeze-frame gags provided opportunities for the mathematical writers on The Simpsons to throw in some references that would appeal to hard-core number nerds. For example, “Colonel Homer” (1992) features the first appearance of the local movie theater, and eagle-eyed viewers would have noticed that it is called the Springfield Googolplex. In order to appreciate this reference it is necessary to go back to 1938, when the American mathematician Edward Kasner was in conversation with his nephew Milton Sirotta. Kasner casually mentioned that it would be useful to have a label to describe the number 10100 (or 10,000,000,000,000,000,000,000,000,000,000,000,000,000,000,000,000,000,000,000,000,000,000,000,000,000,000,000,000,000,000,000,000,000). The nine-year-old Milton suggested the word googol.

In his book Mathematics and the Imagination, Kasner recalled how the conversation with his nephew continued: “At the same time that he suggested ‘googol’ he gave a name for a still larger number: ‘Googolplex.’ A googolplex is much larger than a googol, but is still finite, as the inventor of the name was quick to point out. It was first suggested that a googolplex should be 1, followed by writing zeros until you get tired.

The uncle rightly felt that the googolplex would then be a somewhat arbitrary and subjective number, so he suggested that the googolplex should be redefined as 10googol. That is 1 followed by a googol zeroes, which is far more zeroes than you could fit on a piece of paper the size of the observable universe, even if you used the smallest font imaginable.

These terms—googol and googolplex—have become moderately well known today, even among members of the general public, because the term googol was adopted by Larry Page and Sergey Brin as the name of their search engine. However, they preferred a common misspelling, so the company is called Google, not Googol. The name implies that the search engine provides access to vast amounts of information. Google headquarters is, not surprisingly, called the  Googleplex.”




Perfect Men and Perfect Numbers


Statistics and Biologists


While heading to a conference on board a train, three statisticians meet three biologists. The biologists complain about the cost of the train fare, but the statisticians reveal a cost-saving trick. As soon as they hear the inspector’s voice, the statisticians squeeze into the toilet. The inspector knocks on the toilet door and shouts: “Tickets, please!” The statisticians pass a single ticket under the door, and the inspector stamps it and returns it. The biologists are impressed. Two days later, on the return train, the biologists showed the statisticians that they have bought only one ticket, but the statisticians reply: “Well, we have no ticket at all.” Before they can ask any questions, the inspector’s voice is heard in the distance. This time the biologists bundle into the toilet. One of the statisticians secretly follows them, knocks on the toilet door and asks: “Tickets please!” The biologists slip the ticket under the door. The statistician takes the ticket, dashes into another toilet with his colleagues, and waits for the real inspector. The moral of the story is simple: “Don’t use a statistical technique that you don’t understand.”

[ANONYMOUS]

THREE KINDS OF LIES





The Kind of Math That Has Letters





NELSON: She can do the kind of math that has letters. Watch! What’s x, Lisa?

LISA: Well, that depends.

NELSON: Sorry. She did it yesterday.




An astronomer, a physicist and a mathematician


An astronomer, a physicist, and a mathematician (it is said) were holidaying in Scotland.

Glancing from a train window, they observed a black sheep in the middle of a field. “How interesting,” observed the astronomer, “all Scottish sheep are black!” To which the physicist responded, “No, no! Some Scottish sheep are black!

The mathematician gazed heavenward in supplication, and then intoned, “In Scotland there exists at least one field, containing at least one sheep, at least one side of which is black.

[Ian Stewart, Concepts of Modern Mathematics]

The Simpsons and Mathematics



Although the writers have offered various explanations of why mathematical minds lend themselves to writing comedy, one important question remains: Why have all these mathematicians ended up working on The Simpsons rather than 30 Rock or Modern Family?

Al Jean has one possible explanation, which emerged as he recalled his teenage years and his relationship with laboratories: “I hated experimental science because I was terrible in the lab and I could never get the results correct. Doing mathematics was very different.” In other words, scientists have to cope with reality and all its imperfections and demands, whereas mathematicians practice their craft in an ideal abstract world. To a large extent, mathematicians, like Jean, have a deep desire to be in control, whereas scientists enjoy battling against reality.

According to Jean, the difference between mathematics and science is paralleled by the difference between writing for a live-action sitcom versus writing for an animated series:

I think live-action TV is like experimental science, because actors do it the way they want to do it and you have to stick within those takes. By contrast, animation is more like pure mathematics, because you have real control over exactly the nuance of the line, how the lines are delivered, and so on. We can really control everything. Animation is a mathematician’s universe.”



Rubik’s Cube which I will never solve!



As proprietor and bartender of Moe’s Tavern, Moe regularly receives prank calls from Bart asking to speak with particular people with fictitious and embarrassing names. This prompts Moe to call out to everyone in the bar with lines such as “Has anyone seen Maya Normousbutt?” and “Amanda Hugginkiss? Hey, I’m looking for Amanda Hugginkiss.” The “Donnie Fatso” episode is notable because Moe receives a phone call that is not a prank and not from Bart. Instead, Marion Anthony D’Amico, head of Springfield’s notorious D’Amico crime family, is calling. Fat Tony, as he is known to his friends (and enemies), simply wants Moe to find out if his Russian friend Yuri Nator is in the bar. Assuming that this is another prank by Bart, Moe makes the mistake of threatening the caller: I’m gonna chop you into little pieces and make you into a Rubik’s Cube which I will never solve!



A Mysterious Number : 142857


The Stone on the Grave of Diophantus




The gods granted him childhood for a sixth of his life, and a twelfth for his adolescence. A barren marriage took up a seventh of his life. Five years passed, and then a child was born to him. No sooner had this child reached half the age of its father than it died. Diophantus lived for four more years, drowning his pain in the study of numbers, and then gave up his life.




NOSTALGIA

Nostalgia can be calculated
also using numbers.
It is distance multiplied by
a factor of love. 

Googol


Saturday, March 15, 2014

Matematikçi

Hem gerçek dünyanın hem de matematiğin kaynağı; evreni ve insan aklını yaratan Tanrı’nın Hikmet’ine dayanmaktadır.  Bu yüzden Tanrısal hikmetin bir yansıması olan insan aklından çıkmış matematiksel teorilerin, aynı yaratıcı Hikmet tarafından tasarlanmış olan evrende hazır uygulama alanı bulması şaşırtıcı değildir.


Keith Ward bu görüşü gönülden destekleyerek şöyle yazar: ‘Fiziksel partiküllerin kesin matematiksel kurallara süreli bir uyum göstermesi, bu karşılıklı ilişkiyi ancak zorunlu yolla sağlayan kozmik bir matematikçi var ise mümkün olabilir. Fizik kanunlarının varlığı... bu tarz kanunları formüle eden ve fizik alemini o kanunlara boyun eğdiren bir Tanrı’nın olduğuna kuvvetle işaret eder.

Dawkins vs. Newton

Burada temel mesele Atkins ve Dawkins gibilerinin mekanizma ve failini birbirinden ayırt etmede başarısız olmalarıdır. Felsefî terimlerle konuşacak olursak, onların, 'bir fenomeni izah eden bir mekanizmayı anladığımız için o mekanizmayı kuran bir fail yoktur.' diyerek çok basit bir kategori hatası yaptıklarını söyleyebiliriz. 

Isaac Newton evrensel kütle çekim kanunu keşfettiğinde: 'Gezegenlerin hareketlerine dair mekanizmayı keşfettim, bu yüzden o mekanizmayı tasarlayan fail bir Tanrı yoktur.' demedi. Tam aksine o mekanizmanın nasıl işlediğini anladığı için onu tasarlayan Tanrı'ya hayranlığı daha da artmıştı.

Bilimin Unutulan Kökeni

Bu şaşırtıcı gerçeğe, seçkin bilim tarihi uzmanı ve matematikçi Sir Alfred North Whitehead, Melvin Calvin’den çok daha once dikkat çekmişti. Bilgi seviyesi, M.Ö. 3. yüzyılda yaşamış Ar şimet’ten bile daha düşük olan 1500’lerin Ortaçağ Avrupası’nın, 1700’lerde birden Newton’un ustalık eseri olan Principia Mathematica’sını yazacak seviyeye çıkmasını inceleyen Whitehead haklı olarak şu soruyu soracaktı: ‘Nispeten bu kadar kısa zaman zarfında böylesine bir gelişme nasıl gerçekleşti?’ Sonrasında ise bu soruya cevap verecekti? ‘Modern bilim ortaçağda Tanrı’nın rasyonelliği konusundaki ısrarın neticesinde ortaya çıkmıştır... Benim açıklamama göre, modern bilimsel teorinin gelişiminden once var olan şey, bilimin olabilirliğine dair olan inançtır ki bu inanç esasen, ortaçağ teolojisinin yan ürünüdür.


C. S. Lewis’in, Whitehead’in bu görişine getirdiği veciz formül alıntılanmayı hak ediyor: ‘İnsan bir kanun koyucunun varlığına inandığı için doğada kanun olduğunu varsaydı ve doğada kanunun varlığına olan inancı onu bilim yapmaya sevketti.’ Bundan dolayı, pekçok kimse tarafından modern bilimin babası olarak addedilen Francis Bacon (1561-1626), kendinden emin bir şekilde şunu öğretiyordu: ‘Tanrı bize kendini tanıtmak için iki kitap sunmuştur; kainat kitabı ve Kutsal Kitap. Kim tam anlamıyla yetişmiş olmak istiyorsa bu iki kitaba birlikte çalışmalıdır.

Tuesday, March 11, 2014

Hz. Muhammed (sas) İslâmiyeti Niçin Arap Yarımadasında Tebliğe Başladı?



Allah Teâlâ’nın hikmeti, karanlığı dağıtan, dünyayı hidayet ve nurla dolduran bu güneşin, dünyanın en karanlık ve nûr-u ilâhîye en çok muhtaç olan bir bölgesinden, Arap yanmadısının ufkundan doğmasını gerektirdi.


Cenab-ı Hak bu daveti, önce kendilerinin kabul etmeleri, sonra da dünyanın en uzak noktalarına kadar yaymaları ve tebliğ etmeleri için Arapları seçti. Çünkü onların gönül levhaları tertemizdi. Kalblerine, izâlesi ve ortadan kaldırılması zor olan derin ve ince yazılar yazılmamıştı. Rumlar, İranlılar ve Hindliler ise yolunu şaşırmış, ilimleriyle ve büyüleyici edebiyatlarıyla, parlak medeniyet ve geniş felsefeleriyle gururlanıyorlardı. Onların çözümü kolay olmayan fikrî ve psikolojik kompleksleri vardı. Halbuki Arapların gönül levhalarında basit yazılar vardı. Yıkanıp yok edilmesi ve yerlerine yeni nakışlar işlenmesi çok kolaydı. Son zamanların ilmî tabiriyle onlar, tedavisi kolay “basit bir cehalet” içindeydiler. Bu çağda yüksek bir medeniyete sahip olan milletler ise, tedavisi ve yok edilmesi çok zor olan bir “cehl-i mürekkep” içindeydiler.


Araplar fıtrat-ı selîme üzereydiler ve güçlü bir iradeye sahiptiler. Hakikati kavramayı karmaşık bir iş gibi görürlerse onunla savaşırlardı. Gözlerinden perde kalkınca da onu sever ve bağırlarına basarlardı; onun uğrunda ölmek isterlerdi.


Hudeybiye Anlaşması sırasında anlaşma metnine “Bu Allah’ın Resulü Muhammed’in kabul ettiği bir anlaşmadır” diye yazılması üzerine Süheyl b. Amr’ın (buna itiraz ederek) “Allah’a yemin olsun ki, eğer biz senin Allah’ın resulü olduğunu kabul etseydik zaten seni Kabe’den alıkoymaz ve seninle mücadele etmezdik”şeklindeki sözleri Arapların bu psikolojisini çok güzel ifade eder.


Yine İkrime b. Ebû Cehl’in Yermuk Savaşı’nda muharebe iyice kızışıp düşman tarafından sıkıştırılınca: “Ben Resulullah ile bunca savaşlara katıldım. Bugün mü kaçacağım? Benimle! ölüme söz verip yemin edecek var mı?” diye bağırması; sonra da kendine bey’at edenlerle savaşarak yaralanıp şehid düşmesi de bunun bir diğer örneğini teşkil eder.


İnandıkları hususlarda son derece cesur ve gayretliydiler. Açık yürekli ve doğru sözlüydüler. Ne kendi nefislerine ne de başkalarına boyun eğerlerdi. Doğru konuşmayı ve sarsılmaz azmi itiyad edinmişlerdi. Hicretten önce, ikinci Akabe bey’at hakkındaki rivayetler de buna açık bir delil teşkil eder. İbn İshak şöyle der:


“Evs ve Hazrec kabileleri Resulullah’a bey’at etmek için toplandıklarında, Abbas b. Ubâde el-Hazrecî şu sözleri söylemişti:


— Ey Hazrec Oğulları! Bu zâta niçin bey’at ettiğinizi biliyor musunuz? Ona bey’at etmekle insanların kırmızısına ve siyahına (yani herkese) karşı savaşa girmeyi kabul etmiş oluyorsunuz. Mâlî yönden bir felâkete uğradığınız veya ulularınızın öldürüldüğünü gördüğünüz zaman, onu yalnız bırakacaksanız, şimdiden bırakmanız daha doğru olur. Allah’a yemin olsun ki, aksi halde dünyada da âhirette de rezil olursunuz. Fakat ona verdiğiniz sözü tutacak, mâlî bir zarara uğramayı, ulularınızın ölümüyle karşılaşmayı göze alacaksanız —ki bunu göze almanız daha doğrudur— Allah’a and olsun ki, dünya ve âhiret için en hayırlı olan da budur. Hepsi bu görüşü benimsediler ve:


— Mâlî bir felâkete uğramayı, ulularımızın ölümüyle karşılaşmayı göze alarak kabul ediyoruz. Sözümüzü tutarsak karşılığında bize ne va’dediyorsunuz Ya Rasulallah! dediler. Resûl-i Ekrem ‘Cennet va’dediyorum’ buyurdu. Bunun üzerine Hz. Peygamber’e: ‘Elini uzat’ dediler. O da elini uzattı ve bey’at ettiler.”


Onlar Allah’a verdikleri sözü tuttular ve Resulullah’a bey’at ettiler.Sa’d b. Muaz, Bedir savaşında onların düşüncelerine tercüman olarak şöyle diyordu:


“Vallahi, eğer sen (Yemen’deki) Gımdan kalesine kadar yürüyecek olsan, muhakkak ki, biz de seninle beraber gideriz. Allah’a yemin olsun ki, sen bize şu denizi gösterip dalsan biz de seninle beraber dalarız.”


Azimlerindeki sadakat, işlerindeki ciddiyet ve hakka olan bağlılıkları, atını ve ordusunu Atlas Okyanusu’na süren müslüman Arap kumandanı Ukbe b. Nâfı’nin şu sözlerinde de aynen tecelli etmişti: ‘Ya Rab! Eğer şu derya önüme çıkmasaydı, senin yolunda cihad etmek için daha da uzaklara giderdim.”


Yunan, Roma ve İran halkı ise vaziyete ayak uydurmayı ve vakit geçirmeyi itiyad edinmişlerdi. Zulüm onları gayrete getiremezdi. Hakkı sevmez ve onu dert edinmezlerdi. Hiçbir düşünce, propaganda onlara hakim olamazdı. Kendilerine nefislerini unutturacak ve uğrunda hayatlarını tehlikeye atabilecekleri hiçbir şey yoktu. Bu hususta hiçbir şey onları tesir altında bırakamazdı. Araplar lüks bir hayatın ve şehirliliğin sebep olduğu tedavisi zor hastalıklardan uzaktı. İnanç uğrunda kahramanca mücadele etmelerine ve onun yolunda ölümü göze almalarına mani olacak problemleri yoktu.


Araplar doğru, güvenilir ve cesur insanlardı. Tabiatlarında nifak yoktu. Baskın tarzında savaşırlar ve at üzerinden inmezlerdi. Hayatlarında lükse yer vermezlerdi. Kılıç kullanmakta mahirdiler. İyi işler yapmak isteyen bir milletin binicilik gibi belirgin vasıflara sahip olması gerekirdi. Çünkü bu asır savaş asrıydı. Kıyasıya kavga, yiğitlik ve kahramanlık asrıydı. Fikrî ve amelî kuvvetleri, fıtrî kabiliyetleri içlerinde meknuz idi ve hayalî felsefelerle, Bizans’ta olduğu gibi sonucu olmayan çekişmelerle, ince teolojik doktrinlerle, politik ve bölgesel savaşlarla tüketilmemişti. Hürriyet ve eşitlik aşkı, tabiat sevgisi içinde doğup büyümüşlerdi. Yabancı hiçbir hükümete boyun eğmeyecek kadar şahsiyetli bir millet idiler. Köleliği ve insanın insana kulluk etmesini, tapınmasını asla kabul etmezlerdi, Roma ve İran krallıklarının kibir ve gururuna, onların insanı ve insanlığı hakîr gören düşüncelerine iltifat etmezlerdi.


Arap yarımadasına komşu olan İran’daki krallar insan ve insanlık üstü bir varlık şeklinde telâkki edilirdi. Kral, kan aldırmak veya tedavi olmak istediğinde saray erkânının veya başkent halkının bir işle uğraşmaması, her türlü sanat çalışmalarından ve eğlenceden vazgeçilmesi için halk arasında tellâl dolaştırılırdı. Kral aksırdığı zaman halktan birinin ona duada bulunması ve dua edildiği zaman “âmin!” demesi caiz değildi. Çünkü o insan üstü bir varlıktı. Eğer kral, vezirlerinden veya kumandanlarından birini evinde ziyaret ederse, o gün o ebediyyete kadar “tarihî bir gün” olarak kabul edilirdi. Ziyaret edilen şahıs, mektuplarına tarih koyarken o günü esas alır ve o gün yeni bir takvimin başlangıcı olurdu. Belirli bir süre vergilerden muaf tutulur, bir takım istisnalardan, müsamaha ve imtiyazlardan istifade ederdi. Çünkü kral, ziyaretiyle onu onurlandırmıştı.Saray halkının, devlet erkânının ve millet fertlerinin riayet etmek zorunda olduğu pek çok kurala ilâveten, onun huzurunda durmaya ve onu ta’zim etmeye; bir insanın namaz kılarken Rabbinin huzurunda durduğu gibi durmaya büyük bir itina gösteriyorlardı. O halde İran hükümdarlarının en faziletlisi Enûşirvân-ı Âdil diye bilinen Kisra (531-579) devri böyle olursa, tarihte zulüm ve zorbaklarıyla şöhret bulan diğerlerinin devri kim bilir nasıldı?


Geniş İran ülkesinde tenkid şöyle dursun, bir düşünce ve görüşü ortaya koyma hürriyeti de yok gibiydi.


Taberî, İran saraylarında hür düşünce ve cesur tenkide karşı uygulanan yasak ve baskılarla ilgili olarak, ilginç bir hikâye anlatır:


“Kisra Kubad b. Fîrûz, krallığının son döneminde haraca kaydettirmek için ülke topraklarının ovasıyla, dağıyla ölçülmesini emretti. Fakat bu ölçüm işi kesin olarak sonuçlanmadan Kisra Kubad öldü. Oğlu, babasının yerine geçince bu işin tamamlanmasını, hurma ve zeytin ağaçlarıyla, insanların sayılmasını emretti. Sonra kâtiplerine emir verip bu işin faturasını çıkarttırdı. Haraç işleriyle görevli memura, toprak mahsullerinden zeytin, hurma ve insanlardan sağlanması plânlanan ücreti okumasını emretti. Kisra sonra onlara dönüp şöyle dedi: ‘Biz sayım ve istatistiklere istinaden hurma, zeytin ve insan başına şu kadar vergi koymayı ve bunu üç taksitte toplamayı, sınır boylarından veya bereketli topraklardan gelen ya da tedarikine muhtaç olduğumuz malları, devletin hazinesinde toplamayı uygun bulduk. Mallar bizim yanımızda hazır ve sayılı vaziyette mevcuttur. Bizim uygun bulup kararlaştırdığımız bu meselede siz ne düşünürsünüz? Hiç kimse ağzını açıp da tek kelime söylemedi. Kisra bu sözü üç defa tekrarladı. Bunun üzerine aralarından biri kalkıp Kisra’ya: ‘Ey hükümdar bu vergiyi bozulan bağdan, kuruyan ekinden, suyu çekilen nehirden ve suyu kesilen kanal ve çeşmeden de alacak mısın?’ dedi. Kisra da ona: ‘Ey uğursuz adam! Sen hangi zümredensin?’ dedi. Adam kâtiplerden olduğunu söyleyince, Kisra, onun ölünceye kadar dövülmesini emretti. Diğer kâtipler meslektaşlarının düşüncelerini paylaşmadıklarını ispat etmek ve kendilerini temize çıkarmak için onu döve döve öldürdüler.”


Hayasızlıkta, insana lâyık olduğu değeri vermemek ve insanlık şerefini ayaklar altına almak huşunda, İranlılar kadar olmasa bile Rumların da İranlılardan aşağı kalır tarafı yoktu.


Avrupalı yazar Victor Chopart The Roman World adlı eserinde şunları zikreder:


“Kayserler birer tanrı gibiydi. Ulûhiyet veraset yoluyla geçmezdi, fakat ülkenin idaresine hakim olan herkes, (hükümdarın bu dereceye ulaştığına dair bir delil olmasa da) ulûhiyet mertebesine erişmiş kabul edilirdi.”


“Augustus” unvanı, kanun yoluyla bir imparatordan diğerine geçmezdi. Fakat Roma Senatosu da kılıçla elde edilmiş bir hükmün doğruluğunu tasdik ve teyid etmekten başka bir şey yapmazdı. Bu imparatorluk askerî bir dikta yönetiminden başka birşey değildi.”


İmparatora secde ender rastlanan bir durum değildi. Hz. Peygamber’in Rum Kayseri Herakleios’u İslâm’a davet eden mektubu imparatora ulaştığı sırada, orada bulunan Ebu Süfyan’ın rivayet ettiği hadisenin son bölümünde şöyle deniliyor:


“Herakleios onların bu derece nefret ettiklerini görüp imanlarından ümit kesince, onları geri çevirmelerini emretti. Sonra da onlara dönüp: ‘Deminki sözlerimi dinimize olan bağlılığınızın derecesini! öğrenmek için söylemiştim. Şimdi bunu gözümle gördüm.’ dedi. Bu söz üzerine oradakiler hoşnutluklarını ve memnuniyetlerini izhar ederek kendisine secde ettiler.”


Hindistan’a gelince, burada insanlık şerefi öylesine ayaklar altına alınmış, işgalci âsîler ve medenî kanunu hazırlayanlar ülkenin asıl yerlilerini öylesine tahkir etmişlerdi ki, bunları tasavvur etmek bile çok zor. Onlara göre bu insanlar; iki ayaklı ve insan şeklindeki bir ehlî hayvandan farksızdı. Bu kanunda; yer alan bir hükme göre: “Paryalardan biri elini veya asasını Brahmalardan birine vurmak niyetiyle uzatırsa eli kesilirdi. Öfkelenerek ayağıyla vurursa ayağından da olurdu.Eğer ondan intikam alacağını iddia ederse kaynar zeytinyağı içirilirdi.


Köpeğin, kedinin, kurbağanın, kelerin, karganın ve baykuşun öldürülmesinin keffaretiyle, parya sınıfından birinin katli sebebiyle verilen keffaret aynıydı.”


İslâm öncesi devirdeki Arapların hürriyet ve izzet-i nefislerine olan düşkünlükleri, edeb ve saygıdaki itidalleri, Hindistan halkıyla mukayese edilirse; bu iki milletin tabiatları arasındaki korkunç fark ortaya çıkacaktır. Araplar meliklerine “ebeyte’l-la’ne” (cenabınızdan la’neti gerektirecek bir durum hasıl olmasın) gibi sözleri rahatça söyleyebiliyorlardı. Arapların hürriyet, şeref ve haysiyetlerine olan düşkünlükleri, zaman zaman melik ve emirlerinin arzularına boyun eğmelerine mâni olacak kadar ileri bir seviyeye ulaşmıştı. Meselâ Cahiliyye çağında Arap meliklerinden biri, Benî Temim kabilesinden birinin “Sükkâb” adındaki atını isteyince, atın sahibi melikin bu teklifini söylediği bir şiirle reddetmiştir.


Bu hürriyet aşkı, şahsiyetlerine önem verme ve zilletten kaçınma duygusu, milletin bütün zümrelerine, kadın-erkek bütün fertlerine yayılmıştı. Arap tarihçileri, meşhur süvari ve büyük şair Amr b. Külsum’un Hîre meliki Amr b. Hind’i öldürmesiyle ilgili olarak şunları zikrederler:


“Hîre meliki Amr b. Hind, Amr b. Külsûm’a haber gönderip, kendini ziyarete gelmesini ve annesini de ziyaret etmesini istedi. Amr b. Külsûm da Benî Tağlib kabilesinden bir cemaatla birlikte el- Cezîre’den yola çıktı. Mühelhel kızı Leylâ da Benî Tağlib’e ait bir mahfe içinde hareket etmişti. Hükümdar Amr b. Hind, şair Amr b. Külsûm’un çadırının girişine alınmasını emretti. Amr b. Hind’in çadırı Hîre ile Fırat arasındaki bir mevkide kurulmuştu. Amr b. Külsûm, çadırında oturan hükümdarın huzuruna geldi. Leylâ ve Hind de revakın bitişiğindeki küçük çadıra girdiler. Amr b. Hind, annesine, yemek ve kab istediğinde, hizmetçilerden ayrılıp bir köşeye çekilmesini ve Leylâ’dan hizmetçilik yapmasını istemesini emretmişti. Amr önce bir sofra, sonra da kab istedi. Bunun üzerine Hind: ‘Leylâ, o tabağı bana getir!’ dedi. Leylâ da: ‘Kalk da kendi işini kendin yap!’ diye karşılık verdi. Hind birkaç defa bu sözü tekrar edip ısrar edince, Leylâ dayanamayıp: ‘Ey Tağlib oğulları, yazıklar olsun size!’ diye bağırdı. Bu sözleri duyan Amr b. Külsûm, öfkeden kıpkırmızı oldu. Hemen ev sahibinin revakında asılı olan kılıcına uzandı ve Amr b. Hind’in başını uçurdu. Beni Tağlib de evde buldukları herşeyi yağmaladı ve el-Cezîre tarafına gitti. Amr b. Külsûm, Muallakât-ı Seb’den (7 askı) sayılan meşhur kasidesini bu mevzuda söylemişti.


Muğîre b. Şu’be, müslümanların elçisi sıfatıyla Rüstem’in huzuruna girince —Arap adeti üzere— hemen onun yanına oturdu. Bunu gören muhafızlar Muğîre’yi yaka-paça aşağı indirdiler. Bunun üzerine Muğîre onlara: ‘Biz sizin iyi insanlar olduğunuzu duyardık. Fakat şimdi sizden daha sefih bir kavim düşünemiyorum. Bizim Arap toplumunda herkes müsavidir. Biz birbirimizi —karşılıklı savaş durumu hariç— köle edinmeyiz. Ben sizin de kavminize eşit muamele ettiğinizi zannederdim. Halbuki siz bazılarınızı adeta tanrı gibi kabul ediyorsunuz. Bu adetinizden vazgeçmeye de hiç niyetiniz yok. Biz asla böyle bir şey yapmayız. Üstelik ben buraya kendiliğimden gelmiş değilim, siz davet ettiniz de geldim’” dedi.


Hz. İbrahim ile Hz. İsmail’in (Allah’ın salât ve selâmı onların üzerine olsun) yalnızca Allah’a ibadet edilsin ve ebediyyete kadar tevhid için yapılacak davetin menbaı olsun diye yaptıkları Kabe, Mekke’de Arap Yarımadası’ndaydı. 




“Şüphesiz âlemler için, çok feyizli ve hidayet kaynağı olmak üzere yapılan ilk ev (ma’bed) elbette Mekke’de olandır.”


“Vâdî Bekke” kelimesi tahrif ve tağyire uğramasına rağmen Tevrat’ta da vardı. Ancak mütercimler onu “Vâdi’l-Bekkâ” şekline çevirdiler ve aleme bedel olarak nekre bir isim yaptılar. Nitekim Hz. Davud’un mezmurlarında da bu şekilde geçmektedir:


“Ne mutlu o insanlara ki, onların izzet ve kuvvetleri seninledir. Senin evine giden yollar onların kalblerinden geçer. Vâ’di’l-Bekkâ’dan geçenler onu bir kaynak yaparlar.”


Yahudi bilginleri bu tercümenin hatalı olduğunu ancak asırlar sonra farkettiler. Yahudi Ansiklopedisi’nde Bekkâ’nın susuz ve kendine özgü bir vadi olduğu itiraf edilmektedir. Zihninden bu ibareyi geçiren bir şahıs, vadinin tabiat şartlarını bu kelimeyle ifade ediyor.


Bu sahifeleri İngilizce’ye tercüme edenler, Arapçaya çevirenlerden çok daha güvenilir ve dikkatli bir şekilde tercüme etmişler ve aslına uygun olarak özel isimlerin yazıldığı gibi büyük harfle yazmışlardı.


Hz. Muhammed’in peygamber olarak gönderilmesi, Hz. İbrahim ve Hz. İsmail’in Kabe’nin temellerini yükseltirken yaptıkları duanın Allah katında kabul edilmesi demekti. Kur’ân-ı Kerim’de belirtildiği gibi Hz. İbrahim ve Hz. İsmail şöyle dua etmişlerdi:


“Ey Rabbimiz, onların içinden, onlara senin âyetlerini okuyacak kitabı, hikmeti öğretecek, onları şirkden iyice temizleyecek bir peygamber gönder. Şüphesiz yegâne galib, tam hikmet sahibi sensin.”


Sünnetullah (Allah’ın kanunu) peygamberlerden başka, samimî insanların, yalvarıp yakaranların dualarının da kabul edilmesi şeklinde cereyan etmiştir. Kitaplar ve sahih haberler buna dair misallerle doludur.


Bu konuyla ilgili olarak, Hz. Peygamber kendinden bahsederken şöyle buyurmuştur:


“Ben İbrahim’in duasının, İsa’nın da müjdesinin mahsulüyüm.”


Muharref Tevrat’ta da bu duanın kabul edildiğine delâle eden âyetler vardır. (Tesniye, âyet, 15-18)


Tevrat’taki “ihvetuke” kelimesiyle Benî İsrail’in amca çocukları olan Benî İsmail kasdedilmektedir. Tesniye’deki (17 ve 18.) âyetler de bunu te’yid eder.


Tevrat’ta “Kelâmımı o’nun diliyle ifade edeceğim” ibaresiyle kasdedilen Hz. Muhammed (as)’dır. Çünkü Allah kelamını metni ve manasıyla getiren yegâne Peygamber odur. Cenab-ı Hak bunu şu âyetiyle açıklamaktadır:


“O, kendiliğinden söz söylemez. Onun söyledikleri, kendisine vahyedilenden başkası değildir.”


“Ne önünden ne de ardından, ona hiçbir bâtıl (yanaşıp) gelemez (O) bütün kâinatın hamdettiği yegâne hüküm ve hikmet sahibi Allah katından indirilmedir.”


Benî İsrâil peygamberlerine gönderilen sahifelere gelince; onların lafzan ve manen Allah kelâmı olduğu iddia edilemez. Bu taifelerin âlimleri de bu sahifelerin te’lifini peygamberlere izafe etmekle bu işi halletmiş sayılmazlar. Yahudi Ansiklopedisi’nde bu konu hakkında şöyle denilmektedir:


“Kitab-ı Mukaddes (Ahd-i kadîm)’in ilk 5 kitabı eski İsrâiliyyât tefsirlerinde de belirtildiği gibi —Hz. Musa’nın ölümünden bahseden son sekiz âyet müstesna— Hz. Musa tarafindan te’lif edilmiştir. Bilginler bu sahifelerdeki çelişki ve ihtilâflarla meşgul olmaya, onu kendi hikmet ve maharetleriyle düzeltmeye devam etmektedirler.


Ahd-i Cedid denilen dört İncil’e gelince, bunlar söz ve mâna itibarıyla Allah kelâmı olmaktan çok daha uzaktır. Onlara bir göz atan ve dikkatle tedkik eden herkes, bunu kabul eder. Hakikatte bunlar Allah katından indirilmiş, vahiy ve ilhama dayanan kitaplar olmaktan daha çok, Hz. İsa’nın hayatından bahseden sîret ve haber kitaplarına benzemektedirler.


Sonra Arap Yarımadası’nın coğrafî mevkii de, onu cihana yayılacak ve milletlere sunulacak bir davetin ve ilâhî mesajın merkezi olmaya lâyık kılıyordu.


Arap Yarımadası Asya Kıtası’nın bir parçası olmakla beraber, Afrika ve Avrupa kıtalarına da yakın bir mevkidedir. Bunlardan her biri medeniyet, kültür, din ve “geniş bir alana yayılan güçlü hükümetlerin merkezidir. Çeşitli beldeler arasında dolaşan ticarî kafileler oralara uğrar, bir beldede üretilen ve elde dilenleri, ihtiyaç duyulan bir başka beldeye götürerek bir kıtadan diğerine gidip gelirdi.


Bu yarımada iki rakip kuvvet arasında bulunmaktadır. Hıristiyanlık ve Mecusilik, şark ve garp. Bütün bunlara rağmen o, hürriyet ve şahsını muhafaza edebilmiş; pek az kabilesi ve bazı bölgeleri hariç, iki rakip kuvvetten hiç birine boyun eğmemiştir. O halde cihanşümul ve insani bir davet için merkez olacak en iyi yer Arap yarımadasıdır. Burası her türlü siyasi nüfuz ve yabancı tesirinden uzak bulunuyordu.


İşte bütün bu sebepledir ki, Allah Teâla elçisini Arap Yarımadası’na ve Mekke’ye göndermiş, vahyini orada indirmiş ve İslâm’a bir üs olarak orayı seçmiştir:


“«Allah, peygamberliği kime vereceğini en iyi bilendir.”