Tuesday, March 11, 2014

Hz. Muhammed (sas) İslâmiyeti Niçin Arap Yarımadasında Tebliğe Başladı?



Allah Teâlâ’nın hikmeti, karanlığı dağıtan, dünyayı hidayet ve nurla dolduran bu güneşin, dünyanın en karanlık ve nûr-u ilâhîye en çok muhtaç olan bir bölgesinden, Arap yanmadısının ufkundan doğmasını gerektirdi.


Cenab-ı Hak bu daveti, önce kendilerinin kabul etmeleri, sonra da dünyanın en uzak noktalarına kadar yaymaları ve tebliğ etmeleri için Arapları seçti. Çünkü onların gönül levhaları tertemizdi. Kalblerine, izâlesi ve ortadan kaldırılması zor olan derin ve ince yazılar yazılmamıştı. Rumlar, İranlılar ve Hindliler ise yolunu şaşırmış, ilimleriyle ve büyüleyici edebiyatlarıyla, parlak medeniyet ve geniş felsefeleriyle gururlanıyorlardı. Onların çözümü kolay olmayan fikrî ve psikolojik kompleksleri vardı. Halbuki Arapların gönül levhalarında basit yazılar vardı. Yıkanıp yok edilmesi ve yerlerine yeni nakışlar işlenmesi çok kolaydı. Son zamanların ilmî tabiriyle onlar, tedavisi kolay “basit bir cehalet” içindeydiler. Bu çağda yüksek bir medeniyete sahip olan milletler ise, tedavisi ve yok edilmesi çok zor olan bir “cehl-i mürekkep” içindeydiler.


Araplar fıtrat-ı selîme üzereydiler ve güçlü bir iradeye sahiptiler. Hakikati kavramayı karmaşık bir iş gibi görürlerse onunla savaşırlardı. Gözlerinden perde kalkınca da onu sever ve bağırlarına basarlardı; onun uğrunda ölmek isterlerdi.


Hudeybiye Anlaşması sırasında anlaşma metnine “Bu Allah’ın Resulü Muhammed’in kabul ettiği bir anlaşmadır” diye yazılması üzerine Süheyl b. Amr’ın (buna itiraz ederek) “Allah’a yemin olsun ki, eğer biz senin Allah’ın resulü olduğunu kabul etseydik zaten seni Kabe’den alıkoymaz ve seninle mücadele etmezdik”şeklindeki sözleri Arapların bu psikolojisini çok güzel ifade eder.


Yine İkrime b. Ebû Cehl’in Yermuk Savaşı’nda muharebe iyice kızışıp düşman tarafından sıkıştırılınca: “Ben Resulullah ile bunca savaşlara katıldım. Bugün mü kaçacağım? Benimle! ölüme söz verip yemin edecek var mı?” diye bağırması; sonra da kendine bey’at edenlerle savaşarak yaralanıp şehid düşmesi de bunun bir diğer örneğini teşkil eder.


İnandıkları hususlarda son derece cesur ve gayretliydiler. Açık yürekli ve doğru sözlüydüler. Ne kendi nefislerine ne de başkalarına boyun eğerlerdi. Doğru konuşmayı ve sarsılmaz azmi itiyad edinmişlerdi. Hicretten önce, ikinci Akabe bey’at hakkındaki rivayetler de buna açık bir delil teşkil eder. İbn İshak şöyle der:


“Evs ve Hazrec kabileleri Resulullah’a bey’at etmek için toplandıklarında, Abbas b. Ubâde el-Hazrecî şu sözleri söylemişti:


— Ey Hazrec Oğulları! Bu zâta niçin bey’at ettiğinizi biliyor musunuz? Ona bey’at etmekle insanların kırmızısına ve siyahına (yani herkese) karşı savaşa girmeyi kabul etmiş oluyorsunuz. Mâlî yönden bir felâkete uğradığınız veya ulularınızın öldürüldüğünü gördüğünüz zaman, onu yalnız bırakacaksanız, şimdiden bırakmanız daha doğru olur. Allah’a yemin olsun ki, aksi halde dünyada da âhirette de rezil olursunuz. Fakat ona verdiğiniz sözü tutacak, mâlî bir zarara uğramayı, ulularınızın ölümüyle karşılaşmayı göze alacaksanız —ki bunu göze almanız daha doğrudur— Allah’a and olsun ki, dünya ve âhiret için en hayırlı olan da budur. Hepsi bu görüşü benimsediler ve:


— Mâlî bir felâkete uğramayı, ulularımızın ölümüyle karşılaşmayı göze alarak kabul ediyoruz. Sözümüzü tutarsak karşılığında bize ne va’dediyorsunuz Ya Rasulallah! dediler. Resûl-i Ekrem ‘Cennet va’dediyorum’ buyurdu. Bunun üzerine Hz. Peygamber’e: ‘Elini uzat’ dediler. O da elini uzattı ve bey’at ettiler.”


Onlar Allah’a verdikleri sözü tuttular ve Resulullah’a bey’at ettiler.Sa’d b. Muaz, Bedir savaşında onların düşüncelerine tercüman olarak şöyle diyordu:


“Vallahi, eğer sen (Yemen’deki) Gımdan kalesine kadar yürüyecek olsan, muhakkak ki, biz de seninle beraber gideriz. Allah’a yemin olsun ki, sen bize şu denizi gösterip dalsan biz de seninle beraber dalarız.”


Azimlerindeki sadakat, işlerindeki ciddiyet ve hakka olan bağlılıkları, atını ve ordusunu Atlas Okyanusu’na süren müslüman Arap kumandanı Ukbe b. Nâfı’nin şu sözlerinde de aynen tecelli etmişti: ‘Ya Rab! Eğer şu derya önüme çıkmasaydı, senin yolunda cihad etmek için daha da uzaklara giderdim.”


Yunan, Roma ve İran halkı ise vaziyete ayak uydurmayı ve vakit geçirmeyi itiyad edinmişlerdi. Zulüm onları gayrete getiremezdi. Hakkı sevmez ve onu dert edinmezlerdi. Hiçbir düşünce, propaganda onlara hakim olamazdı. Kendilerine nefislerini unutturacak ve uğrunda hayatlarını tehlikeye atabilecekleri hiçbir şey yoktu. Bu hususta hiçbir şey onları tesir altında bırakamazdı. Araplar lüks bir hayatın ve şehirliliğin sebep olduğu tedavisi zor hastalıklardan uzaktı. İnanç uğrunda kahramanca mücadele etmelerine ve onun yolunda ölümü göze almalarına mani olacak problemleri yoktu.


Araplar doğru, güvenilir ve cesur insanlardı. Tabiatlarında nifak yoktu. Baskın tarzında savaşırlar ve at üzerinden inmezlerdi. Hayatlarında lükse yer vermezlerdi. Kılıç kullanmakta mahirdiler. İyi işler yapmak isteyen bir milletin binicilik gibi belirgin vasıflara sahip olması gerekirdi. Çünkü bu asır savaş asrıydı. Kıyasıya kavga, yiğitlik ve kahramanlık asrıydı. Fikrî ve amelî kuvvetleri, fıtrî kabiliyetleri içlerinde meknuz idi ve hayalî felsefelerle, Bizans’ta olduğu gibi sonucu olmayan çekişmelerle, ince teolojik doktrinlerle, politik ve bölgesel savaşlarla tüketilmemişti. Hürriyet ve eşitlik aşkı, tabiat sevgisi içinde doğup büyümüşlerdi. Yabancı hiçbir hükümete boyun eğmeyecek kadar şahsiyetli bir millet idiler. Köleliği ve insanın insana kulluk etmesini, tapınmasını asla kabul etmezlerdi, Roma ve İran krallıklarının kibir ve gururuna, onların insanı ve insanlığı hakîr gören düşüncelerine iltifat etmezlerdi.


Arap yarımadasına komşu olan İran’daki krallar insan ve insanlık üstü bir varlık şeklinde telâkki edilirdi. Kral, kan aldırmak veya tedavi olmak istediğinde saray erkânının veya başkent halkının bir işle uğraşmaması, her türlü sanat çalışmalarından ve eğlenceden vazgeçilmesi için halk arasında tellâl dolaştırılırdı. Kral aksırdığı zaman halktan birinin ona duada bulunması ve dua edildiği zaman “âmin!” demesi caiz değildi. Çünkü o insan üstü bir varlıktı. Eğer kral, vezirlerinden veya kumandanlarından birini evinde ziyaret ederse, o gün o ebediyyete kadar “tarihî bir gün” olarak kabul edilirdi. Ziyaret edilen şahıs, mektuplarına tarih koyarken o günü esas alır ve o gün yeni bir takvimin başlangıcı olurdu. Belirli bir süre vergilerden muaf tutulur, bir takım istisnalardan, müsamaha ve imtiyazlardan istifade ederdi. Çünkü kral, ziyaretiyle onu onurlandırmıştı.Saray halkının, devlet erkânının ve millet fertlerinin riayet etmek zorunda olduğu pek çok kurala ilâveten, onun huzurunda durmaya ve onu ta’zim etmeye; bir insanın namaz kılarken Rabbinin huzurunda durduğu gibi durmaya büyük bir itina gösteriyorlardı. O halde İran hükümdarlarının en faziletlisi Enûşirvân-ı Âdil diye bilinen Kisra (531-579) devri böyle olursa, tarihte zulüm ve zorbaklarıyla şöhret bulan diğerlerinin devri kim bilir nasıldı?


Geniş İran ülkesinde tenkid şöyle dursun, bir düşünce ve görüşü ortaya koyma hürriyeti de yok gibiydi.


Taberî, İran saraylarında hür düşünce ve cesur tenkide karşı uygulanan yasak ve baskılarla ilgili olarak, ilginç bir hikâye anlatır:


“Kisra Kubad b. Fîrûz, krallığının son döneminde haraca kaydettirmek için ülke topraklarının ovasıyla, dağıyla ölçülmesini emretti. Fakat bu ölçüm işi kesin olarak sonuçlanmadan Kisra Kubad öldü. Oğlu, babasının yerine geçince bu işin tamamlanmasını, hurma ve zeytin ağaçlarıyla, insanların sayılmasını emretti. Sonra kâtiplerine emir verip bu işin faturasını çıkarttırdı. Haraç işleriyle görevli memura, toprak mahsullerinden zeytin, hurma ve insanlardan sağlanması plânlanan ücreti okumasını emretti. Kisra sonra onlara dönüp şöyle dedi: ‘Biz sayım ve istatistiklere istinaden hurma, zeytin ve insan başına şu kadar vergi koymayı ve bunu üç taksitte toplamayı, sınır boylarından veya bereketli topraklardan gelen ya da tedarikine muhtaç olduğumuz malları, devletin hazinesinde toplamayı uygun bulduk. Mallar bizim yanımızda hazır ve sayılı vaziyette mevcuttur. Bizim uygun bulup kararlaştırdığımız bu meselede siz ne düşünürsünüz? Hiç kimse ağzını açıp da tek kelime söylemedi. Kisra bu sözü üç defa tekrarladı. Bunun üzerine aralarından biri kalkıp Kisra’ya: ‘Ey hükümdar bu vergiyi bozulan bağdan, kuruyan ekinden, suyu çekilen nehirden ve suyu kesilen kanal ve çeşmeden de alacak mısın?’ dedi. Kisra da ona: ‘Ey uğursuz adam! Sen hangi zümredensin?’ dedi. Adam kâtiplerden olduğunu söyleyince, Kisra, onun ölünceye kadar dövülmesini emretti. Diğer kâtipler meslektaşlarının düşüncelerini paylaşmadıklarını ispat etmek ve kendilerini temize çıkarmak için onu döve döve öldürdüler.”


Hayasızlıkta, insana lâyık olduğu değeri vermemek ve insanlık şerefini ayaklar altına almak huşunda, İranlılar kadar olmasa bile Rumların da İranlılardan aşağı kalır tarafı yoktu.


Avrupalı yazar Victor Chopart The Roman World adlı eserinde şunları zikreder:


“Kayserler birer tanrı gibiydi. Ulûhiyet veraset yoluyla geçmezdi, fakat ülkenin idaresine hakim olan herkes, (hükümdarın bu dereceye ulaştığına dair bir delil olmasa da) ulûhiyet mertebesine erişmiş kabul edilirdi.”


“Augustus” unvanı, kanun yoluyla bir imparatordan diğerine geçmezdi. Fakat Roma Senatosu da kılıçla elde edilmiş bir hükmün doğruluğunu tasdik ve teyid etmekten başka bir şey yapmazdı. Bu imparatorluk askerî bir dikta yönetiminden başka birşey değildi.”


İmparatora secde ender rastlanan bir durum değildi. Hz. Peygamber’in Rum Kayseri Herakleios’u İslâm’a davet eden mektubu imparatora ulaştığı sırada, orada bulunan Ebu Süfyan’ın rivayet ettiği hadisenin son bölümünde şöyle deniliyor:


“Herakleios onların bu derece nefret ettiklerini görüp imanlarından ümit kesince, onları geri çevirmelerini emretti. Sonra da onlara dönüp: ‘Deminki sözlerimi dinimize olan bağlılığınızın derecesini! öğrenmek için söylemiştim. Şimdi bunu gözümle gördüm.’ dedi. Bu söz üzerine oradakiler hoşnutluklarını ve memnuniyetlerini izhar ederek kendisine secde ettiler.”


Hindistan’a gelince, burada insanlık şerefi öylesine ayaklar altına alınmış, işgalci âsîler ve medenî kanunu hazırlayanlar ülkenin asıl yerlilerini öylesine tahkir etmişlerdi ki, bunları tasavvur etmek bile çok zor. Onlara göre bu insanlar; iki ayaklı ve insan şeklindeki bir ehlî hayvandan farksızdı. Bu kanunda; yer alan bir hükme göre: “Paryalardan biri elini veya asasını Brahmalardan birine vurmak niyetiyle uzatırsa eli kesilirdi. Öfkelenerek ayağıyla vurursa ayağından da olurdu.Eğer ondan intikam alacağını iddia ederse kaynar zeytinyağı içirilirdi.


Köpeğin, kedinin, kurbağanın, kelerin, karganın ve baykuşun öldürülmesinin keffaretiyle, parya sınıfından birinin katli sebebiyle verilen keffaret aynıydı.”


İslâm öncesi devirdeki Arapların hürriyet ve izzet-i nefislerine olan düşkünlükleri, edeb ve saygıdaki itidalleri, Hindistan halkıyla mukayese edilirse; bu iki milletin tabiatları arasındaki korkunç fark ortaya çıkacaktır. Araplar meliklerine “ebeyte’l-la’ne” (cenabınızdan la’neti gerektirecek bir durum hasıl olmasın) gibi sözleri rahatça söyleyebiliyorlardı. Arapların hürriyet, şeref ve haysiyetlerine olan düşkünlükleri, zaman zaman melik ve emirlerinin arzularına boyun eğmelerine mâni olacak kadar ileri bir seviyeye ulaşmıştı. Meselâ Cahiliyye çağında Arap meliklerinden biri, Benî Temim kabilesinden birinin “Sükkâb” adındaki atını isteyince, atın sahibi melikin bu teklifini söylediği bir şiirle reddetmiştir.


Bu hürriyet aşkı, şahsiyetlerine önem verme ve zilletten kaçınma duygusu, milletin bütün zümrelerine, kadın-erkek bütün fertlerine yayılmıştı. Arap tarihçileri, meşhur süvari ve büyük şair Amr b. Külsum’un Hîre meliki Amr b. Hind’i öldürmesiyle ilgili olarak şunları zikrederler:


“Hîre meliki Amr b. Hind, Amr b. Külsûm’a haber gönderip, kendini ziyarete gelmesini ve annesini de ziyaret etmesini istedi. Amr b. Külsûm da Benî Tağlib kabilesinden bir cemaatla birlikte el- Cezîre’den yola çıktı. Mühelhel kızı Leylâ da Benî Tağlib’e ait bir mahfe içinde hareket etmişti. Hükümdar Amr b. Hind, şair Amr b. Külsûm’un çadırının girişine alınmasını emretti. Amr b. Hind’in çadırı Hîre ile Fırat arasındaki bir mevkide kurulmuştu. Amr b. Külsûm, çadırında oturan hükümdarın huzuruna geldi. Leylâ ve Hind de revakın bitişiğindeki küçük çadıra girdiler. Amr b. Hind, annesine, yemek ve kab istediğinde, hizmetçilerden ayrılıp bir köşeye çekilmesini ve Leylâ’dan hizmetçilik yapmasını istemesini emretmişti. Amr önce bir sofra, sonra da kab istedi. Bunun üzerine Hind: ‘Leylâ, o tabağı bana getir!’ dedi. Leylâ da: ‘Kalk da kendi işini kendin yap!’ diye karşılık verdi. Hind birkaç defa bu sözü tekrar edip ısrar edince, Leylâ dayanamayıp: ‘Ey Tağlib oğulları, yazıklar olsun size!’ diye bağırdı. Bu sözleri duyan Amr b. Külsûm, öfkeden kıpkırmızı oldu. Hemen ev sahibinin revakında asılı olan kılıcına uzandı ve Amr b. Hind’in başını uçurdu. Beni Tağlib de evde buldukları herşeyi yağmaladı ve el-Cezîre tarafına gitti. Amr b. Külsûm, Muallakât-ı Seb’den (7 askı) sayılan meşhur kasidesini bu mevzuda söylemişti.


Muğîre b. Şu’be, müslümanların elçisi sıfatıyla Rüstem’in huzuruna girince —Arap adeti üzere— hemen onun yanına oturdu. Bunu gören muhafızlar Muğîre’yi yaka-paça aşağı indirdiler. Bunun üzerine Muğîre onlara: ‘Biz sizin iyi insanlar olduğunuzu duyardık. Fakat şimdi sizden daha sefih bir kavim düşünemiyorum. Bizim Arap toplumunda herkes müsavidir. Biz birbirimizi —karşılıklı savaş durumu hariç— köle edinmeyiz. Ben sizin de kavminize eşit muamele ettiğinizi zannederdim. Halbuki siz bazılarınızı adeta tanrı gibi kabul ediyorsunuz. Bu adetinizden vazgeçmeye de hiç niyetiniz yok. Biz asla böyle bir şey yapmayız. Üstelik ben buraya kendiliğimden gelmiş değilim, siz davet ettiniz de geldim’” dedi.


Hz. İbrahim ile Hz. İsmail’in (Allah’ın salât ve selâmı onların üzerine olsun) yalnızca Allah’a ibadet edilsin ve ebediyyete kadar tevhid için yapılacak davetin menbaı olsun diye yaptıkları Kabe, Mekke’de Arap Yarımadası’ndaydı. 




“Şüphesiz âlemler için, çok feyizli ve hidayet kaynağı olmak üzere yapılan ilk ev (ma’bed) elbette Mekke’de olandır.”


“Vâdî Bekke” kelimesi tahrif ve tağyire uğramasına rağmen Tevrat’ta da vardı. Ancak mütercimler onu “Vâdi’l-Bekkâ” şekline çevirdiler ve aleme bedel olarak nekre bir isim yaptılar. Nitekim Hz. Davud’un mezmurlarında da bu şekilde geçmektedir:


“Ne mutlu o insanlara ki, onların izzet ve kuvvetleri seninledir. Senin evine giden yollar onların kalblerinden geçer. Vâ’di’l-Bekkâ’dan geçenler onu bir kaynak yaparlar.”


Yahudi bilginleri bu tercümenin hatalı olduğunu ancak asırlar sonra farkettiler. Yahudi Ansiklopedisi’nde Bekkâ’nın susuz ve kendine özgü bir vadi olduğu itiraf edilmektedir. Zihninden bu ibareyi geçiren bir şahıs, vadinin tabiat şartlarını bu kelimeyle ifade ediyor.


Bu sahifeleri İngilizce’ye tercüme edenler, Arapçaya çevirenlerden çok daha güvenilir ve dikkatli bir şekilde tercüme etmişler ve aslına uygun olarak özel isimlerin yazıldığı gibi büyük harfle yazmışlardı.


Hz. Muhammed’in peygamber olarak gönderilmesi, Hz. İbrahim ve Hz. İsmail’in Kabe’nin temellerini yükseltirken yaptıkları duanın Allah katında kabul edilmesi demekti. Kur’ân-ı Kerim’de belirtildiği gibi Hz. İbrahim ve Hz. İsmail şöyle dua etmişlerdi:


“Ey Rabbimiz, onların içinden, onlara senin âyetlerini okuyacak kitabı, hikmeti öğretecek, onları şirkden iyice temizleyecek bir peygamber gönder. Şüphesiz yegâne galib, tam hikmet sahibi sensin.”


Sünnetullah (Allah’ın kanunu) peygamberlerden başka, samimî insanların, yalvarıp yakaranların dualarının da kabul edilmesi şeklinde cereyan etmiştir. Kitaplar ve sahih haberler buna dair misallerle doludur.


Bu konuyla ilgili olarak, Hz. Peygamber kendinden bahsederken şöyle buyurmuştur:


“Ben İbrahim’in duasının, İsa’nın da müjdesinin mahsulüyüm.”


Muharref Tevrat’ta da bu duanın kabul edildiğine delâle eden âyetler vardır. (Tesniye, âyet, 15-18)


Tevrat’taki “ihvetuke” kelimesiyle Benî İsrail’in amca çocukları olan Benî İsmail kasdedilmektedir. Tesniye’deki (17 ve 18.) âyetler de bunu te’yid eder.


Tevrat’ta “Kelâmımı o’nun diliyle ifade edeceğim” ibaresiyle kasdedilen Hz. Muhammed (as)’dır. Çünkü Allah kelamını metni ve manasıyla getiren yegâne Peygamber odur. Cenab-ı Hak bunu şu âyetiyle açıklamaktadır:


“O, kendiliğinden söz söylemez. Onun söyledikleri, kendisine vahyedilenden başkası değildir.”


“Ne önünden ne de ardından, ona hiçbir bâtıl (yanaşıp) gelemez (O) bütün kâinatın hamdettiği yegâne hüküm ve hikmet sahibi Allah katından indirilmedir.”


Benî İsrâil peygamberlerine gönderilen sahifelere gelince; onların lafzan ve manen Allah kelâmı olduğu iddia edilemez. Bu taifelerin âlimleri de bu sahifelerin te’lifini peygamberlere izafe etmekle bu işi halletmiş sayılmazlar. Yahudi Ansiklopedisi’nde bu konu hakkında şöyle denilmektedir:


“Kitab-ı Mukaddes (Ahd-i kadîm)’in ilk 5 kitabı eski İsrâiliyyât tefsirlerinde de belirtildiği gibi —Hz. Musa’nın ölümünden bahseden son sekiz âyet müstesna— Hz. Musa tarafindan te’lif edilmiştir. Bilginler bu sahifelerdeki çelişki ve ihtilâflarla meşgul olmaya, onu kendi hikmet ve maharetleriyle düzeltmeye devam etmektedirler.


Ahd-i Cedid denilen dört İncil’e gelince, bunlar söz ve mâna itibarıyla Allah kelâmı olmaktan çok daha uzaktır. Onlara bir göz atan ve dikkatle tedkik eden herkes, bunu kabul eder. Hakikatte bunlar Allah katından indirilmiş, vahiy ve ilhama dayanan kitaplar olmaktan daha çok, Hz. İsa’nın hayatından bahseden sîret ve haber kitaplarına benzemektedirler.


Sonra Arap Yarımadası’nın coğrafî mevkii de, onu cihana yayılacak ve milletlere sunulacak bir davetin ve ilâhî mesajın merkezi olmaya lâyık kılıyordu.


Arap Yarımadası Asya Kıtası’nın bir parçası olmakla beraber, Afrika ve Avrupa kıtalarına da yakın bir mevkidedir. Bunlardan her biri medeniyet, kültür, din ve “geniş bir alana yayılan güçlü hükümetlerin merkezidir. Çeşitli beldeler arasında dolaşan ticarî kafileler oralara uğrar, bir beldede üretilen ve elde dilenleri, ihtiyaç duyulan bir başka beldeye götürerek bir kıtadan diğerine gidip gelirdi.


Bu yarımada iki rakip kuvvet arasında bulunmaktadır. Hıristiyanlık ve Mecusilik, şark ve garp. Bütün bunlara rağmen o, hürriyet ve şahsını muhafaza edebilmiş; pek az kabilesi ve bazı bölgeleri hariç, iki rakip kuvvetten hiç birine boyun eğmemiştir. O halde cihanşümul ve insani bir davet için merkez olacak en iyi yer Arap yarımadasıdır. Burası her türlü siyasi nüfuz ve yabancı tesirinden uzak bulunuyordu.


İşte bütün bu sebepledir ki, Allah Teâla elçisini Arap Yarımadası’na ve Mekke’ye göndermiş, vahyini orada indirmiş ve İslâm’a bir üs olarak orayı seçmiştir:


“«Allah, peygamberliği kime vereceğini en iyi bilendir.”