İslâm tarihine genel olarak baktığımızda –Ufuk Turu’nda arz ettiğim üzere– bir mânâda ilimde ve fünûn-u medeniyede (pozitif bilimler) İmam Gazzâlî dönemine kadar ciddî bir ihmal görülmez. Bu yönüyle de o döneme kadar ilimlerle tam içli dışlı görünürüz. Evet, hicrî dördüncü asrın sonu ve beşinci asrın başı itibarı ile her şey gibi ilim hayatında da çok büyük bir canlılık söz konusuydu. Nizamiye de bir yönüyle bu canlılığın ürünüdür. Dahası ilim hayatı Nizamiye’deki canlılığa yeni can ve kan katarak uzun süre devam etmiştir. Ayrıca, fünûn-u müsbete dediğimiz Allah’ın kudret ve iradesinin yazdığı âyât-ı tekvîniye, Selçuklular’ın sonuna kadar belli ölçüde bir meşher gibi temâşâ, bir kitap gibi mütalaa edilmiş, okunmuş ve değerlendirilmiştir. Batı karanlıklar içinde yüzerken –ki onlar o dönemlere zaten “İlk Çağ” ve “Karanlık Çağ” diyorlar– biz hicrî beşinci asrın başında doğuda bir Rönesans gerçekleştirmişizdir ki, bu yenilik Endülüs yoluyla uzun asırlar batılılara ışık tutmuştur.
Ne var ki daha sonraları, Allah’ın bu ümmete ihsan ettiği nimetleri, onun çok iyi değerlendirdiğini söylemek zordur. Hususiyle tecrübe (deney) ve ciddî araştırmalar bir mânâda ta o dönemde bırakılmış ve artık o ciddiyette ele alınmamıştır. Tabiî bütün bütün inkıtaa da uğramamış ve bir ölçüde eskinin ani’l-merkez hızıyla altı asır öncesine yani Fatih dönemine kadar tesirini sürdürmüştür. Fatih devrinde İstanbul’un fethinin çok önemli olduğu tartışılamaz, ama değişik alanlarda bir kısım ihmallerin olduğu da unutulmamalıdır. O dönemden sonra bir taraftan fünûn-u müsbete terk edilirken, diğer taraftan da ulûm-u diniye mevzuunda eskiye nispetle çok bereketli bir çağın yaşandığını söylemek zordur. Binaenaleyh dinî ilimlerde son bereketli ve altın zamanların yaşandığı hicrî üç, dört ve beşinci asırlar olduğunu söylemek mümkündür. Bu itibarla Osmanlı, devlet-i ebed-müddet idealinin önemli bir ayağı olan ilim konusunda istenen performansı tam mânâsıyla gösterdiği söylenemez.