Burada tarihî olayları tahlilde faydalı olduğunu zannettiğim bir bakış açısını istidradî, nazara arz etmek istiyorum. Tarihî olaylar bazen öyle gelişir ki, tarih sahnesinden silinen bir devlet, yıkılırken de ilim hayatı adına en son en büyük semerelerini verir, sonra duraklama veya yıkılmaya gider. Bunun tarihte pek çok misalleri vardır ve bu mesele beni hep hayrete düşürmüştür. Meselâ, Osmanlı’nın son zamanlarından Cumhuriyet dönemine geçerken çok bereketli bir dönem olmuştur. Bu dönemde Üstad Bediüzzaman’ın yanında, Filibeli Şehbenderzâde Ahmed Hilmi, Abdulaziz Çaviş, Ahmed Naim Efendi, Allâme Hamdi Yazır, Mustafa Sabri Bey… gibi dev insanları görürüz.
Bunlar öyle büyüklerdir ki, hemen hepsine allâme diyebilirsiniz. Bunlar, çok güçlü ve engin ufuklu insanlardır. Mehmet Âkif gibi bize göre allâme olan birisi, bu büyük zatların çalıştığı yerlerde sekreterlik yapmıştır. Bu devâsâ kâmetlerden biri de Zâhid el-Kevserî’dir. Bu zat, Mısır’a gidip oraya yerleşmiştir ki, son devrin ünlü muhakkiklerinden Abdulfettah Ebû Gudde, ona olan hayranlığını ifade etmek için soyadını değiştirmiş, kendisine Abdulfettah el-Kevserî demiş ve Zâhid el-Kevserî’yi müceddit ilân etmiştir. İşte bütün bunları görünce bir yönüyle şöyle demek geliyor içimizden: Osmanlı Devleti biterken bütün vâridâtını ortaya dökmüş, ta ki bu insanlar tekrar bir dirilişi gerçekleştirsinler veya gerçekleşecek olan dirilişe fikrî muhassalalarıyla zemin hazırlasınlar.
Bu arada yine aynı dönemde tasavvuf cephesinde Arvâsî, Süleyman Efendi, Ali Haydar Efendi gibi büyük zatlar yetişmişlerdir ki bunlar sadece İstanbul’da bulunan âbidelerdir. Doğu’da Küfrevîlerden Alvarlı Muhammed Lütfî Efendi, Tâğîlerden Sırrı Efendi gibi büyük zatlar vardır. (Bu büyüklerden bazıları bize gelir giderlerdi ki, babam da onların rahle-i tedrisine oturmuş bahtiyarlardandı. Babamın ruh yapısı onlardan vicâhî olarak aldığı vâridât ile şekillenmişti.)
İşte böyle Devlet-i Âliye, tarih sahnesinden silinirken bir sürü tohum bırakıp gitmişti. Hani bazı canlılar vardır, yavrularını hiç görmezler. Bu canlılar gidip okyanusun bir yerinde yumurtalarını bırakırlar ve bu yumurtalar hiç ana babalarını görmeden civcive dönüşür, sonra da kalkıp denize girerler. Aynen bunun gibi bu büyük Devlet-i Âliye de âdeta tarihe yumurtalarını bırakıp dünyaya öyle veda etmişti.
Şeriat-i fıtriye içinde şöyle bir kanun caridir: “Herkes nevi adına bir yönüyle kâinata hâkim olmak ister ve bunun için de giderken bir yumurta bırakıp gider. Fakat Allah (celle celâluhu) tek bir kişi hâkim olmasın diye bunları dengeler.”Evet, dikenlere fırsat verilseydi yeryüzü diken tarlası olurdu. Kobralara fırsat verildiğinde onlar da akrepleri dahi iflah etmezlerdi. Allah, bunlarla ekolojik dengeyi korumaktadır. Aslında insanlar arasında da bu kanunu icra etmektedir.
Bu meyanda Cenâb-ı Hak rahmetini öyle tecellî ettirmektedir ki, bu ehadî tecellî; mizaçlara, meşreplere ve mezâklara göre, hiç kimseyi mahrum bırakmayacak şekilde ve çok geniş dairede herkesin hususiyetlerine uygun tezahür etmektedir. Meselâ, Osmanlı’nın son döneminde sadece Hz. Bediüzzaman olsaydı mezâkı ve meşrebi farklı olan diğerleri ne yapacaktı? Hz. Süleyman Efendi’nin yolundan yürüyecekler için o, Arvâsî’nin yolundan yürüyecekler için o, Ali Haydar Efendi’nin yolundan yürüyecekler için o.. ve Alvar İmamı’nın yolundan yürüyecekler için de aynı şeyler söz konusudur. Eğer bunlardan biri olmasaydı, mizaçları bunlardan herhangi birine açık olan insanlar için bir mahrumiyet söz konusu olacaktı. Netice itibarı ile herkes kendi yumurtasını bırakıp gitmeliydi. Allah, dünyanın dört bir tarafında, adını duyurmak için çalışan kimseler için de bu kanunu icra etmektedir. Evet, hep Cenâb-ı Hakk’ın tecellî eden rahmet dalga boyuna bakmak gerekir ki, O’nun hiç kimseyi mahrum etmediği görülsün.