Cenâb-ı Hakk’ın bu millete ve milel-i İslâmiye’ye lütfedeceği nimetlere bel bağlayarak hükümleri onlara bina etmek, İslâm’a hizmet düşüncemiz açısından bize düşmeyeceğinden onlarla meşgul olmayı hizmet felsefemize ve yolumuza zıt ve ters görüyoruz. Ayrıca böyle bir yaklaşım Rabbimiz’le pazarlık yapmak mânâsına geldiğinden dolayı böyle bir saygısızlıkta bulunmanın da kat’iyen doğru olmadığını ifade etmek istiyorum.
Bu vesile ile bir hatıramı aktarmak isterim: Burdur’da ilk sorguya çekildiğim sıralarda bana “Yahu hoca! Allah aşkına senin gayen nedir?” demişlerdi. Ben de tavrımı hiç bozmadan, “Vallahi şahsen ben akılla kalbi evlendirmeyi düşünüyorum.” deyip fünûn-u medeniye ile ulûm-u diniyenin izdivacından, talebenin himmetinin pervaz etmesinden bahsetmiştim. Ama aradan beş on dakika geçince aynı soruya bir daha muhatap olmuştum. Ben yine, “Elimden gelse zâviye, medrese ve mektep ruhunu barıştırmak istediğimi, bunlardan birinin bizim ruh enginliğimizi ve İslâmî ufkumuzu ifade ettiğini, diğerinin de kâinat kitabını hallaç etmede bize kanat olacağını” anlattım. Zannediyorum üç dört defa bana evirip çevirip aynı soruyu sordular. Ben de aynı mihverde cevap vermeye çalıştım. Tabiî bu arada benim de hakikaten çocuksu tavırlarım olmuş olabilir. Sonra görevlilerden biri bana şunu söylemişti: “Yahu hoca, senin yerinde olsaydım ben her şeyi dosdoğru konuşurdum.” Oysa ben hiç mi hiç yalan konuşmamıştım. Zaten şimdiye kadar da hiç böyle bir düşüncemiz olmamıştı. Bundan sonra da olmayacaktı. Biz başkaları gibi düşünseydik şimdiye kadar bunun bir tereşşuhu olurdu. Ama bizim öyle bir hesabımız ve düşüncemiz hiç olmamıştı; evet bunu bir kez daha ifade etmek istedim.