Tuesday, April 28, 2015

İslamcılık

İnsanın varoluş sorununa salt siyaset yoluyla çözüm getireceğini sanan her düşünce sistemi, nihayetinde sahte bir felsefeye dönüşür ve başarısızlığa mahkûm olur.

İslamcı düşüncenin hazin sonu bu mahkûmiyetle ilgilidir. Mücahidin nasıl da müteahhide râm olduğunu anlamak lazım. Siyasal İslamcı akımın Türkiye’de kısa yoldan zenginlik ve köşe dönmecilik isteğine evrilmesi, kuvveti şirk sınırına getirmesi, devleti kutsayarak statüko partisine dönüşmesi… tüm bunlar maddecilik yanılgısıyla ilgilidir. Maddî egemenliğin esenlik getireceğini zannettiler. İnsanlığın kalbiyle sahici bir bağ kuramadılar. Kişinin ruh ve mânâ köklerine inebilecek etik tutarlılıktan yoksun kaldılar. Dünyayı kendilerinden ibaret sandılar. Ötekilere yer yok dediler. Eleştirdikleri modernizmin hak kuvvettedir ilkesini benimsediler. İnanç şekilden ibaret kaldı. Her şeyin temeli maddi güçtür zehabına kapıldılar. Buna İslamcılığın materyalizmi diyebiliriz. Materyalizm geçmişte insanlığa ilaç olamadı. Hele içinde bulunduğumuz şu post-materyalist değerler döneminde, maddeci İslamcılığın başarılı olma şansı yoktur.
Uğur Kömeçoğlu, Zaman, 28 Nisan 2015

Soykırım

Son günlerde herkes gibi ben de soykırım konusunda okumak istemediklerimi okudum, duymak istemediklerimi duydum. Olayın tarihsel ve hukuksal yanına “ışık tuttular” yeniden. Belgeler, kanıtlar sunuldu. Tezler ve karşı tezler savunuldu. İşin “ekonomik” yanına, yani gasp edilen mallar konusuna değinenler daha azdı. Şimdi bir süre konuyu unutacağız; artık seneye!

Benim soykırımla ilişkim farklı. Ölümlü değil, o ilk adımı geliyor hep aklıma. İnsanların evlerini terk ettikleri o ilk anlar. Bir gün birileri kapınızı çalıyor, “hazırlanın, yarın yola çıkıyorsunuz” diyorlar. Acele bir bohça hazırlıyorsunuz. İçine ne koyardınız? Birkaç elbise ve varsa para ve mücevher mi, yoksa büyük annenizden kalma ve hep yanımda kalacak dediğiniz dantelli işlemeyi mi? Ya aile fotoğrafları, çocukken oynamış olduğunuz bebekleri ve o topacı ne yapacaksınız? Yiyecek bir şeyler almak şart. Ama insan kaç günlük yemeği taşıyabilir ki!
Çocuklar konusu daha zor. Diyelim altı yaşında olanı yürüyecek. Ama üç ve bir yaşındaki zor. Babaları asker şu an. Tek başına bir kadınsınız. Hangi ayakkabıları giymeye karar vermek için vaktiniz az. Paniğe kapılmamanız gerekli. Çünkü çocuklarınız için hayata tutunmalısınız. Değerli eşyaları yanınıza almak tehlikeli olabilir. Yolda soyulursunuz. Gece bastırınca onları bahçeye gömmeyi düşünüyorsunuz.
Bir de büyükbaba var. Seksen yaşında. Kendine bakabiliyor ve her gün köy kahvesine kadar da gidebiliyor. Ama bir iki saatten fazla yürümesi imkânsız. Bu yürüyüşlerde pes edenler ne olur? Esir alınanların ne olduğunu biliyoruz: kafile uzaklaşınca, takatten düşüp yürümeyenler süngü ile öldürülür. Süngü kullanılır çünkü kurşunlar israf olsun istemezler. Öldürmek şart çünkü öldürülme korkusu olmazsa bütün kafile yere çökecek. Arkadan gelen cankurtaranlar hastaları, yaşlıları, hamile kadınları toplayacak değildi ya!
O kadın sabah çok erkenden, zaten bütün gece uyumamıştır, son kez ahıra girdi, ineğin samanına suyuna baktı ve ipini çözdü. Kapıdan çıkar, yiyecek bir şeyler bulur diye düşündü. Ama neden ilk kez ineğini öpmek geldi içinden, kendi de anlamadı. Keçiye acıdı. Yanına alabilse çocuklara süt de sağlardı. En sorunlu olan köpekti. Bağlı bırakamaz, çözse peşlerinden gelecek. Sahi köpekler ne oldu?
Bütün odaları son bir kez kontrol etti. Her şey, her zamanki gibi, yerli yerindeydi. Çocukların yataklarını derli toplu bıraktı. Bulaşıklar kurulanmış. Çamaşırı katlayıp dolaplara koydu. Ama süpürmedi yerleri bugün. Nasıl olsa yarın tozlanacaktı. Anahtarı, kapının önündeki saksıya sakladı. Kocası yerini bilir diye düşündü. Bir de not bıraktı masaya kocası için, geldiğinde şaşırmasın diye. Kızının defterinden kopardığı bir sayfaya, “Bizi bir yerlere götürüyorlar, ilk fırsatta sana yazacağım, hepimiz iyiyiz, merak etme” diye yazdı. Büyükbabayı zor ikna etti. Gelmek istemiyordu. İki çocuğunu kucağına aldı.Büyüğe tembih etti, yanımdan ayrılmayacaksın diye. Köyün meydanına yöneldi.
Ben hikâyenin devamını ne duymak, ne yazmak istiyorum. Bu kadarı bana zaten fazla geliyor. Bir sabah, son kez olarak evlerinden çıkmış olan o insanları –yüz binlercesini- aklıma getirmek bana yeterince acı veriyor.
Evlerinden, mahallelerinden, dostlarından, aile mezarlıklarından zorla koparılan insanları düşünmek benim içimi karartıyor. Ama bu konuda özrü de anlamıyorum. Yapanlar ve yaptıranlar çoktan ölmüş. Çocukları, torunları tabii ki suçlu sayılamaz. Suçsuzun özür dilemesi anlamsız. Özür pişmanlık demekse suçsuz pişmanlığını mı ilan edecek? Bu konuda hep öyle mantıklı düşündüm. Ta ki…
On yıl kadar önceydi, azınlıklarla ilgili bir toplantıda Rıdvan Akar, 1942’deki Varlık Vergisi’ni, 6/7 Eylül’ü ve 1964 ihraçlarını anlattı. Olayları sırasıyla ve hiç dramatize etmeden anlattı. Ve ben hayatımda ilk defa, biraz şaşkın bu olayların alenen ve mazeretsiz dile getirildiklerini dinledim. Söylenenlerde “ama” yoktu, “dönemim şartları” yoktu, “sosyolojik nedenler”, “konjonktür”, “başka dramlarla kıyaslamalar” yoktu. Sadece büyük bir haksızlığın açıkça kabulü vardı. Özür de yoktu, kabulü vardı.
Babam hayatta olsaydı ve bu günü yaşasaydı hem şaşırır hem de çok iyi hissederdi diye düşündüm o an. Ve sonra gözyaşlarımı gizlemeye çalıştım. Çünkü nedenini hâlâ anlamamış olduğum bir durumdaydım, açıkça ağlıyordum. Ben hayatımda üç kez ağladığımı hatırlıyorum. Biri gençliğimde aşk yüzündendi, biri çok sonraları bir ölümle ilgiliydi, biri de o konuşma sırasında. Aslında mantığımla kabul etmek istemediğim bir durumu yaşıyordum: meğer aileme yapılmış, görece küçük bir haksızlığın alenen ve lafı dolandırmadan kabulünü istiyormuşum! İçten içe istiyormuşum, bilinç düzeyinde farklı düşünmekle birlikte.
İnsanla ilgili anlamadığım o kadar çok şey var ki! Özür anlamına gelecek bir davranışta bulunmak neden birilerine bu denli zor geliyor? Nedir o direnç? Herkesin bildiğini kabul etsen ne olacak? Öte yanda olan olmuş, yapan artık yok, özrü neden ararsın? İlerde insanı daha iyi anladığımızda bu sorulara herhalde bilimsel açıklamalar bulacağız. Şimdilik davranışlarını anlamadığımız ve insan denen varlığın gerçekliğini kabul etmekle yetinmemiz gerekiyor. Mağdurların ve yakınlarının bir tür özrü beklediğini artık kabul ediyorum, bunun nedenini anlamadan.
Ama “kabul” zor altında ilan ediliyorsa, siyasi manevra anlamı taşıyorsa, bugün özür yarın yeniden bir ret şeklinde oluyorsa incitici oluyor. Kalsın, hiç olmasın daha iyi. Olayı ve duygusuzluğu yeniden yaşar gibi hissediyor insan.
Herkul Millas, Zaman, 28 Nisan 2015

Monday, April 27, 2015

Salgın Hastalıklar ve İnsan Toplulukları 2

Nüfus artışı 10.000 yıl önce tarımın ortaya çıkışıyla başladı, daha sonra üç-beş bin yıl önce şehirlerin doğuşuyla hızlandı. Aslında tanıdığımız bulaşıcı hastalıkların çoğunun kanıtlarla belirlenen tarihleri şaşırtıcı derecede yakın tarihlerdir: Çiçek hastalığı için (bir Mısır mumyasının çiçek bozuğu yüzünden anlaşıldığına göre) aşağı yukarı MÖ 1600, kabakulak için MÖ 400, cüzam için MÖ 200, çocuk felci için MS 1840, AIDS için 1959.

***

İnsanlık tarihinde öldürücü mikropların oynadığı önemli rolü çok iyi gösteren olay Yeni Dünya'nın Avrupalılarca fethedilişi ve nüfusunun azalışı olayıdır. Avrupalıların tüfekleri ve kılıçlarıyla savaş alanlarında ölen Amerikan yerlilerinden çok daha fazlası Avrasya mikroplan yüzünden yataklarında öldüler. Yerlilerin ve yerli şeflerin çoğunu öldüren ve hayatta kalanların morallerini çökerten bu mikroplar yerlilerin direncini yerle bir etti. Örneğin, 1519 'da Cortes yanında 600 İspanyol 'la birlikte, nüfusu milyonları bulan, askeri bakımdan son derece üstün Aztek İmparatorluğu 'nu ele geçirmek üzere Meksika kıyısına çıktı. Cortes'in Aztek başkenti Tenochtitlan 'a ulaşması, adamlarının "yalnızca" üçte ikisini kaybetmesi ve kıyıya geri dönmeyi başarması hem İspanyolların askeri üstünlüklerini hem de Azteklerin başlangıçtaki saflıklarını gösteriyor. Ama Cortes'in ikinci saldırısı başladığında Aztekler artık saf falan değillerdi, müthiş bir inatla sokak sokak savaştılar. İspanyollara kesin üstünlüklerini kazandıran şey, İspanyol Kübasından gelen mikroplu
bir köleyle 1520'de Meksika'ya ulaşan çiçek hastalığıydı.

Salgın hale gelen bu hastalığın sonucunda Azteklerin neredeyse yarısı öldü, İmparator Cuitlahuac da ölenlerin arasındaydı. Yerlileri öldüren, sanki İspanyolların yenilmezliğini ilan eder gibi onlara dokunmayan bu gizemli hastalık karşısında hayatta kalan Azteklerin morali bozulmuştu. 1618'de Meksika'nın daha önce 20 milyon olan nüfusu aşağı yukarı 1,6 milyona düşmüştü.

Aynı korkunç şans, 153l'de 168 adamıyla gelip nüfusu milyonları bulan İnka İmparatorluğu 'nu ele geçirmek üzere Peru kıyılarına ayak basan Pizarro'nun da yüzüne güldü . Pizarro'nun yüzünü güldüren, İnkaları ağlatan şey 1526'da bu topraklara gelen çiçek hastalığıydı, İnka nüfusunun büyük bölümü ölmüştü, ölenlerin arasında hem imparator Huayna Capac hem de onun yerine atanan halefi vardı. III. Bölüm 'de gördüğümüz gibi, tahtın boş kalması üzerine Huayna Capac 'ın iki oğlu Atahualpa ile Huascar taht kavgasına başlamış, Pizarro da parçalanmış olan İnkaları yenilgiye uğratmak için bundan yararlanmıştı.

Amerika Birleşik Devletleri'nde bizler en kalabalık Yeni Dünya toplumlarını düşündüğümüzde aklımıza daha çok Aztekler ve İnkalar gelir. Kuzey Amerika'da bugün bizim en iyi çiftlik arazilerimizin bulunduğu Mississippi Vadisi'nde, bu en akla yatkın bölgede de kalabalık nüfuslu yerli toplumlarının yaşadığını unuturuz. Bu bölgedeki toplumların yok oluşuna fatihler doğrudan doğruya hiçbir katkıda bulunmamıştır oysa; daha önceden yayılan Avrasya mikroplarının marifetidir her şey. Hernando de Soto 1540'ta ilk Avrupalı fatih olarak Amerika Birleşik Devletleri'nin güneydoğu bölgesinde ilerlerken iki yıl önce salgın hastalıklardan kasaba halkı öldüğü için boşalmış kasabalarla karşılaşmıştı. Bu hastalıklar onlara, kıyıları ziyaret eden İspanyollardan mikrop kapan kıyı bölgesi yerlilerinden bulaşmıştı. İspanyolların mikropları İspanyolların kendilerinden önce iç bölgelere doğru yayılmıştı.

De Soto yine de aşağı Mississippi kıyılarındaki yoğun nüfuslu bazı yerli kasabalarını görme şansına sahip oldu. Onun keşif yolculuğu sona erdikten sonra Avrupalıların yeniden Mississippi Vadisi'ne ulaşması uzun zaman almıştı ama Avrasya mikropları artık Kuzey Amerika'ya yerleşmişti, durmadan yayılıyordu. Aşağı Mississippi'de Avrupalılar ikinci kez boy gösterdiğinde, yani 1600'ların sonlarında Fransız göçmenler geldiğinde o büyük yerli kasabalarının hemen hemen hiçbiri yoktu. Mississippi Vadisi'ndeki büyük höyükler onların kalıntısıdır. Kolomb Yeni Dünya'ya ayak bastığında, bu höyüklerin ait olduğu toplumların çoğunun hala büyük oranda öylece durduklarını, 1492 ile Avrupalıların Mississippi'yi yöntemli olarak keşfettikleri yıllar arasında (belki de hastalık sonucunda) yok olduklarını ancak yakın zamanda fark ettik.

Benim çocukluğumda okullarda bize Kuzey Amerika'da başlangıçta yalnızca bir milyon kadar yerlinin yaşadığını öğretirlerdi. Bu sayının böyle düşük olması, hemen hemen boş sayılan bir kıtayı beyazların ele geçirişinde hiçbir sakınca olmadığını göstermeye yarardı. Oysa arkeolojik kazılardan ve kıyılarımıza gelen ilk Avrupalı kaşiflerden kalan betimlemelerden öğrendiğimize göre artık başlangıçta 20 milyon kadar yerlinin yaşadığını biliyoruz. Genel olarak Yeni Dünya'da Kolomb'un gelişinden sonraki bir ya da iki yüzyıl içinde yerlilerin nüfusundaki azalma oranının % 95'i bulduğu tahmin ediliyor.

Başlıca ölüm nedeni Eski Dünya'nın mikroplarıydı, Amerikan yerlileri bu mikroplarla hiç karşılaşmamışlardı, bu yüzden de onlara karşı ne bağışıklıkları ne de genetik dirençleri vardı. Çiçek, kızamık, grip, tifüs öldürücülükte birinciliği almak için yarışıyordu . Sanki bunlar yetmiyormuş gibi difteri, sıtma, kabakulak, boğmaca, veba, verem, sarı humma da onlarla yarışıyordu.

***
Hayvanlardan geçmiş hastalıkların tarihsel önemi Eski Dünya ile Yeni Dünya çatışmasının çok ötelerine uzanır. Avrasya mikroplan dünyanın pek çok başka bölgesindeki yerli halkların, Büyük Okyanus adalarında yaşayanların, Avustralya yerlilerinin, Güney Amerika'daki Koisan halklarının (Hotantoların, Buşmanların) yok olmasında kilit önemde rol oynamıştır. Daha önce Avrasya mikroplarıyla hiç karşılaşmamış olan ve bu mikroplar yüzünden ölen insanların oranı toplamda % 50 ile % 100 arasında değişir. Örneğin, Hispaniola yerli nüfusu, MS 1492 'de Kolomb geldiği zaman, 8 milyondan ı 535'te sıfıra düştü. 1875 'te Avustralya'yı ziyaretten dönen bir Fiji şefi Fiji'ye kızamığı getirdi, ( 1791 'de Avrupalıların ilk ziyaretiyle başlayan salgın hastalıklar yüzünden Fijililerin çoğu öldükten sonra) o tarihte hala hayatta olan Fijililerin dörtte biri kızamıktan öldü.

Kaptan Cook ile birlikte gelen frengi, bel soğukluğu, verem ve gripten sonra 1804 'te görülen büyük bir tifo salgını ile birlikte sayısız "küçük" salgınla Hawaii'nin nüfusu 1779 'da yarım milyon iken, çiçek hastalığının Hawaii'ye ulaştığı ve hayatta kalanlardan 10 000'inin ölümüne yol açtığı 1853 yılında 84.000'e düştü. Bu örnekler neredeyse böyle sonsuza kadar uzatılabilir.




























Salgın Hastalıklar ve İnsan Toplulukları

İnsanlık tarihinin en büyük salgını I. Dünya Savaşı'nın sonunda 21 milyon insanın ölümüne yol açan grip salgınıydı. Kara Ölüm (hıyarcıklı veba) 1 346 ile 1 352 tarihleri arasında Avrupa nüfusunun dörtte birinin ölümüne yol açtı, bazı kentlerde ölüm oranı % 70'i buluyordu. I880'lerin başlarında Kanada Pasifik Demiryolları 'nın inşası sırasında, Saskatchewan 'dan geçen raylar döşenirken, daha önce beyazlarla ve beyazların mikroplarıyla pek karşılaşmamış olan o bölgenin Amerikan yerlileri her yıl % 9 gibi inanılmaz bir oranla tüberkülozdan öldüler.

Sürekli tek tek birilerinin hastalanması şeklinde değil de salgın şeklinde gelen bulaşıcı hastalıkların bazı ortak özellikleri vardır. İlki n, hastalığa yakalanmış bir kişiden, onun çevresindeki sağlıklı kişilere çok çabuk bulaşırlar, sonuçta kısa bir zamanda bütün nüfus hastalığı kapar. İkincisi, bunlar şiddetli, "akut" hastalıklardır: Kısa bir zaman içinde ya ölür ya tamamıyla iyileşirsiniz. Üçüncüsü, hastalıktan kurtulacak kadar şanslı olanlarımız antikor üretirler, bu antikorlar bize uzun süre, belki de ömür boyu bu hastalığa karşı bağışıklık kazandırırlar. Son olarak, bu hastalıklar daha çok insanlarda görülür; hastalığa yol açan mikroplar genellikle toprakta ya da başka hayvanlarda yaşamazlar.

Bu dört özellik de Amerikalıların kızamık, kızamıkçık, kabakulak, boğmaca, çiçek gibi akut, salgın çocuk hastalıkları olarak çok iyi tanıdıkları hastalıklar için geçerlidir. Bu dört özelliğin bir araya geldiği zaman hastalığın niçin salgın şeklinde kendini gösterdiğini anlamak kolaydır. Basitçe söylersek şöyle dememiz gerekir: Mikropların hızla yayılması ve belirtilerin hızla ilerleyişi, belli bir bölgede yaşayan herkesin kısa zamanda hastalık mikrobunu alacağı ve kısa bir süre sonra ya öleceği ya da iyileşip bağışıklık kazanacağı anlamına gelir. Hayatta kalanlar arasında hastalığa tekrar yakalanabilecek kimse kalmaz. Ama mikrop ancak canlı insanların vücutlarında yaşayabildiği için hastalık da ortadan kalkar, yeni doğmuş bebekler hastalığa yakalanma çağına gelinceye kadar görülmez -bir de dışardan gelen biri hastalığı getirip yeni bir salgın başlatincaya kadar.

Bu tür hastalıkların nasıl salgın haline geldiğini gösteren klasik bir örnek Faeroe Adaları adı verilen yalıtılmış Atlas Okyanusu adalarında kızamığın hikayesidir. Faeroe Adaları 'na 1781 'de çok şiddetli bir kızamık salgını geldi ve geçti, bir daha kızamık görülmedi, ancak 1 846'da Danimarka'dan gelen bir gemiyle bu mikrobu taşıyan bir marangoz yeniden getirdi. Üç ay içinde hemen hemen bütün Faeroe halkı (7782 kişi) kızamığa yakalandı, ölen öldü, kalan kaldı, bir sonraki salgına kadar kızamık virüsü bir kez daha ortadan yok oldu. Araştırmalar bize yarım milyondan az nüfuslu herhangi bir toplulukta kızarnığın ortadan kalması olasılığının bulunduğunu gösteriyor. Ancak kalabalık nüfuslu topluluklarda hastalık bir bölgeden ötekine geçip ilk hastalık bölgesinde yeterince bebek doğana ve böylece kızamık geri dönene kadar yaşayabilir.

Faeroe Adaları'nda kızamık için geçerli olan durum dünya üzerinde bizim tanıdığımız başka bulaşıcı akut hastalıklar için de doğrudur. Hastalıkların yaşaması için yeterince kalabalık ve yeterince yoğun nüfuslu insan topluluklarına gerek vardır, ancak o durumda hastalık tam gerilemeye başlamadan önce hastalığa yakalanmaya hazır çok sayıda yeni doğmuş bebek bulabilir. Bu yüzden kızamık ve benzeri hastalıklar kalabalık hastalığı olarak da bilinir.

Kalabalık hastalıklarının küçük topluluklarda yaşayamayacağı çok açıktır, ne avcı/yiyecek toplayıcıları arasında ne de orman açıp kök yakan çiftçiler arasında yaşayabilir. Amazon Bölgesi yerlilerinin ve Büyük Okyanus Adaları 'nda yaşayanların çağımızdaki acı deneyimlerinin de doğruladığı gibi, dışardan gelen bir ziyaretçinin getirdiği bir salgın hastalık neredeyse küçük bir kabilenin tamamını yeryüzünden silebilir -çünkü o mikroba karşı vücudunda antikor olan hiç kimse yoktur. Örneğin, 1902 kışında Active adlı balina gemisiyle bir gemicinin getirdiği dizanteri salgını yüzünden Kanada'nın kuzey denizinde Southampton Adası 'nda çok yalıtılmış halde yaşayan 56 Sadlermiut Eskimosundan 51 'i öldü. Ayrıca kızamık gibi, bizim öteki "çocukluk" hastalığı olarak bildiğimiz bazı hastalıklardan yetişkinlerin ölme olasılığı çocuklarınkine göre daha yüksektir ve kabiledeki bütün yetişkinler hastalığa yakalanma tehlikesi altındadır. (Oysa günümüzde yetişkin Amerikalılar pek ender kızamığa yakalanırlar çünkü çoğu ya çocukluğunda yakalanmıştır ya da kızamığa karşı aşı olmuştur.) Kabiledeki insanların çoğunu öldürdükten sonra salgın ortadan yok olur.

Az nüfuslu küçük kabilelerin durumu onların niçin dışardan gelen hastalıkları yaşatamadığını açıkladığı gibi kendilerinin ziyaretçilere aktaracak kendi salgınlarını niçin geliştiremediklerini de açıklar.

Kur'ân'ın Dramı


Benim etrafımda hayatları boyu neredeyse her hafta Yasin okuyup okudukları surenin bir cümlesinin/ayetinin anlamını bilmeyen insanlar var.

Teyzelerin, amcaların velhasıl insanların bu memlekette her hafta bir araya gelip Kur’an okuyup ancak okuduklarının anlamını bilmemesi ne kadar trajik bir durum.

Kur’an’a her hafta okuyacak kadar yakın olup ama onun ne dediğini anlamayacak kadar uzak olmak.

Türkiye’de bir “Mushaf severlik” var. Anlamadan sürekli okumak şeklinde tezahür eden Mushaf severliğin, Kur’an’ı sevmek olduğunu düşünmemek lazım.

Mesela ben “her Ramazan beş kere on kere hatim indiririm” diyerek mutlu olan ancak Kur’an’ın bir sayfasının anlamını hayatı boyu merak etmemiş insanlar tanıdım.

Zaten memleketi MS 2015 yılında istila eden neo-putperestliğin temel nedeni de Kur’an’a “şeklen yakın olup ama ne dediği merak bile etmemek” değil mi?

Hz. Peygamber etrafına “Kur’an’ı okuyun” demişti. Çünkü etrafındakiler Arapça biliyordu.

Peygamberin “anlamak için okuyun” talimatının “hiç anlamadan bir kere anlamını merak etmeden tekrar tekrar öylece ezbere okuyun” şekline dönüşmüş olması üzücü.

Gökhan Bacık
Bugün Gazetesi, 26.04.2015

Sunday, April 26, 2015

Benim Adım Kırmızı



  • Bu kitabın (Kur'an) sarsıcı gücü asla resimlenemez oluşundan da gelir.
  • Ellerini dizlerine koyuşu, ben önemli bir şey söylerken "anlıyorum, hürmetle dinliyorum", diyen bakışlarla gözlerimin içine içine istekle bakışı ve sözlerimin veznine uygun gizli bir makamla başını sallayışı çok yerinde. Bu yaşıma geldim, gerçek saygının yürekten değil, küçük kurallardan ve boyun eğmekten kaynaklandığını bilirim.
  • Nakış ve sanatta hayâl kırıklığına uğramak istemiyorsan eğer, sakın onu mesleğin olarak görme. Ne kadar hünerin ve yeteneğin olursa olsun parayı ve iktidarı başka yerlerde ara ki, hüner ve emeğinin karşılığını alamayınca sanata küsmeyesin.
  • Sarılmasını bilen adam iyi adamdır.
  • Kıskanç kardeşleri tarafından kuyuya atılan Yusuf'un Midyanlı tüccarlar tarafından kuyudan çıkarılışı geldi gözümün önüne. Yusuf ile Züleyha'nın bu meclisini resmetmekten pek hoşlanırım, çünkü hayatta en temel duygunun kardeşlerin kıskançlığı olduğunu hatırlatır.
  • Bir nakkaşa yapılacak en güzel iltifat, onun resimlerinin bizde de nakşetme heyecanı uyandırdığını söylemektir.
  • Gerçekleri alçakgönüllülükle kabul etmek hayatı kolaylaştırır. Zaten alçakgönüllük, hayatı kolaylaştıran bir şey olduğu için bizim alemimizde bu kadar makbul bir erdemdir.


Wednesday, April 22, 2015

Çin

Çin MÖ 221 'de bir kez birleştikten sonra Çin 'de bağımsız olarak ortaya çıkma ve uzun süre yaşama şansına sahip olan başka bir devlet olmadı. MÖ 22 l 'den sonra birliğin bozulduğu
dönemler yine oldu ama sonunda birlik yine kuruldu. Oysa Avrupa Şarlman, Napolyon, Hitler gibi kararlı fatihlerin birlik kurma girişimlerinin hepsine direndi; hatta Roma İmparatorluğu gücünün zirvesindeyken bile Avrupa'nın yarısından fazlasını asla denetleyemedi.

Dolayısıyla coğrafi bağlantıların iyi olması, iç engellerin çok olmaması başlangıçta Çin ' e bir üstünlük sağlamıştı. Kuzey Çin, Güney Çin, kıyılar, iç bölgeler farklı tarım bitkileriyle, hayvan varlığıyla, teknolojileriyle, kültürel özellikleriyle sonunda birleşen Çin 'e katkıda bulundular. Örneğin, darı ekimi, bronz teknolojisi, yazı Kuzey Çin 'de ortaya çıktı, pirinç ekimi ve dökme demir teknolojisi Güney Çin'de. Bu kitabın pek çok yerinde teknolojinin aşılmaz engellerin olmadığı yerlerde yayıldığının altını çizdim. Ama Çin 'in bağlantılılığı daha sonra bir sakıncaya dönüştü, çünkü bir diktatörün aldığı bir karar yenilikleri engelleyebiliyordu ve pek çok kez engelledi de. Bunun tam tersine Avrupa'nın coğrafi " Balkanlaşmışlığı" birbiriyle yarışan ve birer yenilik merkezi haline gelen onlarca ya da yüzlerce küçük bağımsız devletçiğİn ortaya çıkmasına yol açmıştı. Devletlerden
biri bir yeniliğe yüz vermiyorsa öteki veriyordu ve böylece komşu devletleri de aynı şeyi yapmaya zorluyordu, yapmayanlar yenik düşerler ya da geri kalırlardı. Avrupa'daki coğrafi engeller siyasal birleşmeyi önlemeye yetecek nitelikteydi ama teknolojinin ve düşüncelerin yayılmasını durduracak nitelikte değildi. Çin'deki gibi Avrupa'da bütün yeniliklerin musluğunu kapatacak tek bir despot olmadı.

Japonya



Japonya'nın iklimine gelirsek, yıllık ortalaması 4000 milimetreyi bulan yağış miktarıyla dünyanın en yağışlı ılıman ülkesidir. Dahası, Avrupa'nın çoğu bölgesinde yağışlar kış aylarında görülürken, Japonya'da tam tersine yağmurlar bitkilerin büyüme
mevsimi olan yazın yağar. Fazla yağış alan ve hele yaz aylarında yağış alan bir ülke olarak Japonya ılıman ülkeler arasında bitki verimliliği en yüksek ülkedir. Tarım arazilerinin yarısı yoğun emek isteyen, yüksek verimli ve sulamalı pirinç tarımına ayrılmıştır; yağışlı dağlardan eğimli ovalara akan çok sayıda ırmak bu tarımı kolaylaştırır. Japonya'nın topraklarının yüzde sekseninin tarıma elverişli olmayan dağlık araziden oluşmasına ve yalnızca yüzde on dördünde tarım yapılabilmesine karşın, Japonya'nın bu tarım arazisiyle kilometre kare başına beslediği insan nüfusu İngiltere'dekinin sekiz katıdır. Aslına bakarsanız kullanılabilir tarım arazisine oranla Japon ya dünyanın en yoğun nüfuslu
toplumunu barındıran ülkedir.

Yağış miktarının yüksek olması sayesinde ormanlar ağaç kesimlerinden sonra kendilerini hızla yenilerler. Binlerce yıldır yoğun insan kalabalıklarının yaşadığı bir yer olmasına karşın, Japonya'yı ilk gören herkesi şaşırtan şey yeşilliğidir, çünkü topraklarının
yüzde yetmişi hala ormanlada kaplıdır.

Edison ve Gramofon


Edison 1877'de ilk gramofonunu yaptığı zaman bir makale yayımladı, bu makalede
icadının kullanılabileceği yerleri on madde halinde belirtti. Bunların arasında ölmekte olan kişilerin son sözlerini kaydetmek, görme özürlü kişilerin dinlemesi için kitapları plağa almak, saatin kaç olduğunu duyurmak, hecelemeyi öğretmek vardı. Edison'un öncelikler listesinde müziğin yeniden üretimi ilk sıralarda yer almiyordu. Birkaç yıl sonra Edison yardımcısına icadının hiçbir ticari değerinin olmadığını söylemişti. Daha sonraki birkaç yıl içinde düşüncesini değiştirdi, gramafon satmak üzere iş hayatına atıldı -ama bürolarda dikte ettirme makinesi olarak. Başka girişimciler madeni bir para atıldığı zaman popüler müzik çalacak şekilde gramofonu değiştirip müzik kutusu adı verilen şeyi türettikleri zaman, ciddi büro işlerinde kullanılan icadının değerini düşürdüğü için olsa gerek, Edison buna karşı çıktı. Ancak 20 yıl kadar sonra istemeye istemeye gramofonunun aslında müzik kaydetmeye ve çalmaya yaradığını kabul etti.

Edison ve Gramofon


Edison 1877'de ilk gramofonunu yaptığı zaman bir makale yayımladı, bu makalede
icadının kullanılabileceği yerleri on madde halinde belirtti. Bunların arasında ölmekte olan kişilerin son sözlerini kaydetmek, görme özürlü kişilerin dinlemesi için kitapları plağa almak, saatin kaç olduğunu duyurmak, hecelemeyi öğretmek vardı. Edison'un öncelikler listesinde müziğin yeniden üretimi ilk sıralarda yer almiyordu. Birkaç yıl sonra Edison yardımcısına icadının hiçbir ticari değerinin olmadığını söylemişti. Daha sonraki birkaç yıl içinde düşüncesini değiştirdi, gramafon satmak üzere iş hayatına atıldı -ama bürolarda dikte ettirme makinesi olarak. Başka girişimciler madeni bir para atıldığı zaman popüler müzik çalacak şekilde gramofonu değiştirip müzik kutusu adı verilen şeyi türettikleri zaman, ciddi büro işlerinde kullanılan icadının değerini düşürdüğü için olsa gerek, Edison buna karşı çıktı. Ancak 20 yıl kadar sonra istemeye istemeye gramofonunun aslında müzik kaydetmeye ve çalmaya yaradığını kabul etti.

Kıta Eksenleri ve Tarihin Gidişatı


Eksenlerinin yönü bakımından kıtalar arasında bulunan farklar yalnızca yiyecek üretiminin değil, başka teknolojilerin ve buluşların yayılmasını da etkiledi. Örneğin, MÖ 3000 yılı
dolaylarında Güneybatı Asya' da ya da yakınlarında icat edilen tekerlek birkaç yüzyıl içinde Avrasya'da hızla doğuya ve batıya büyük oranda yayıldı, oysa Meksika'da tarihöncesi dönemde bağımsız olarak icat edilen tekerlek güneye, Andiara asla ulaşamadı. Aynı şekilde, Bereketli Hilal 'in batı bölümünde MÖ 1500 yılına gelmeden geliştirilmiş olan alfabe ile yazı ilkesi bin yıl içinde batıya, Kartaca'ya ve doğuya, Hindistan 'a yayıldı ama tarih öncesi dönemde Mezoamerika' da gelişen yazı sistemi neredeyse 2000 yıl Andlar'a ulaşamadı.

Yiyeceklerin Kökeni ve Yayılması


Tohumların gemiler ve uçaklarla yerkürenin her yerine taşınabildiği günümüzde coğrafi bakımdan karışık yiyecekler yemeye alışkınız. Tipik bir Amerikan ayaküstü lokantasında (ilk kez Çin'de evcilleştirilmiş olan) tavuk, (Andlar'dan) patates ya da (Meksika'dan) mısır bulmak, bunların üzerine (Hindistan 'dan) karabiber serpmek, sonra da (Etiyopya'dan) bir fincan kahve içmek normaldir. Ama zaten 2000 yıl önce Romalılar da çoğu başka yerlerden gelmiş karışık yiyeceklerle besleniyorlardı. Romalıların tarım bitkileri arasında yalnızca arpa ve haşhaş İtalya'nın yerli ürünüydü. Romalıların başlıca yiyecekleri Bereketli Hilal 'in ilk tarım paketindeki ürünlerdi, buna (Kafkasya kaynaklı) ayva; (Orta Asya'da evcilleştirilmiş olan) akdarı ve kimyon; (Hindistan kaynaklı) salatalık, susam ve turunçgiller; (Çin kaynaklı) tavuk, pirinç, kayısı, şeftali, cindan eklenmişti. Hiç değilse Roma'nın elmaları Batı Avrasya'nın yerli ürünü olmasına karşın Çin 'de bulunmuş ve daha sonra oradan batıya yayılmış olan aşılama yoluyla yetiştiriliyorlardı.


Güney Amerika Kökenli Sebzeler

Yiyeceklerin Kökeni ve Yayılması


Tohumların gemiler ve uçaklarla yerkürenin her yerine taşınabildiği günümüzde coğrafi bakımdan karışık yiyecekler yemeye alışkınız. Tipik bir Amerikan ayaküstü lokantasında (ilk kez Çin'de evcilleştirilmiş olan) tavuk, (Andlar'dan) patates ya da (Meksika'dan) mısır bulmak, bunların üzerine (Hindistan 'dan) karabiber serpmek, sonra da (Etiyopya'dan) bir fincan kahve içmek normaldir. Ama zaten 2000 yıl önce Romalılar da çoğu başka yerlerden gelmiş karışık yiyeceklerle besleniyorlardı. Romalıların tarım bitkileri arasında yalnızca arpa ve haşhaş İtalya'nın yerli ürünüydü. Romalıların başlıca yiyecekleri Bereketli Hilal 'in ilk tarım paketindeki ürünlerdi, buna (Kafkasya kaynaklı) ayva; (Orta Asya'da evcilleştirilmiş olan) akdarı ve kimyon; (Hindistan kaynaklı) salatalık, susam ve turunçgiller; (Çin kaynaklı) tavuk, pirinç, kayısı, şeftali, cindan eklenmişti. Hiç değilse Roma'nın elmaları Batı Avrasya'nın yerli ürünü olmasına karşın Çin 'de bulunmuş ve daha sonra oradan batıya yayılmış olan aşılama yoluyla yetiştiriliyorlardı.


Güney Amerika Kökenli Sebzeler

Bitki ve Hayvanların Evcilleştirilmesi ve Tarihin Seyri

Evcilleştirilmiş büyük memeli hayvanlar, 19. yüzyılda demiryolları ortaya çıkana kadar karada tek taşıt aracımız olarak insanların hayatında büyük bir devrim yarattılar. Hayvanlar evcilleştirilmeden önce karada yük ya da insan taşınacağı zaman sırtta taşınırdı. Memeli büyük hayvanlarla birlikte bu değişti: İnsanlık tarihinde ilk kez çok miktarda ağır şeyleri ve insanları karada kısa zamanda uzak yerlere taşımak olanağı doğdu. Sırtına binilen evcil hayvanlar arasında atlar, eşekler, yaklar, rengeyikleri, tek ve çift hörgüçlü develer vardı. Bu beş türe ait hayvanlar ve ayrıca lamalar yük taşımakta kullanıldılar. İnekler ve atlar arabalara koşulurken rengeyikleri ve köpekler Kuzey Kutup bölgesinde kızakları çekiyordu. Avrasya'nın büyük bir bölümünde başlıca uzun mesafe taşıtı attı. Üç evcil deve türü (tek hörgüçlü deve, çift hörgüçlü deve, lama) sırasıyla Kuzey Afrika ile Arabistan 'da, Orta Asya'da ve Andlar'da aynı rolü oynadı.

Bitkilerle hayvanların evcilleştirilmesinin fetih savaşları üzerindeki en dolaysız etkisi Avrasya atları yoluyla oldu; atlar askerlikte oynadıkları rol bakımından bu kıtada eski çağlardaki savaşların jipleri ve Sherman tanklarıydı. III. Bölüm 'de anlattığım gibi, Cortes ile Pizarro'nun küçük bir maceracı çetesiyle Aztek ve İnka imparatorluklarını yıkabilmelerini sağlamıştı. Hatta bundan çok daha önce (MÖ 4000 yılı dolaylarında), atların sırtına hala eyersiz binildiği bir tarihte, Hint-Avrupa dilleri
konuşan Ukraynalıların batıya doğru yayılmalarının gerisindeki asıl askeri etmen atlar olabilirdi. Bu diller daha sonra, Bask dili dışında, bütün eski Batı Avrupa dillerinin yerini aldı. Daha sonra atlar arabalara ve başka taşıtlara koşulunca (MÖ 1800 dolaylarında keşfedilen) atlı savaş arabaları Yakındoğu 'da, Akdeniz bölgesinde ve Çin 'de giderek savaşları kökünden değiştirdi. Örneğin, MÖ 1674 'te atlar sayesinde yabancı bir halk, Hyksoslar, atsız Mısır'ı fethedip bir süreliğine kendilerini firavun ilan ettiler.

Yine daha sonra, eyer ve üzengi bulunduktan sonra atlar sayesinde Hunlar ve onların arkasından Asya steplerinin başka halkları dalgalar halinde gelip Roma İmparatorluğu 'nu, ondan sonra kurulan devletleri titrettiler, en sonunda da MS 13. ve 14. yüzyıllarda Moğollar Asya ile Rusya'nın büyük bir bölümünü istila ettiler. Ancak I. Dünya Savaşı'nda kamyonların ve tankların sahneye çıkmasıyla atlar savaş sırasında başlıca hızlı taşıt aracı ve saldırı aracı olma özelliklerini kaybettiler. Tek ve çift hörgüçlü develer de kendi coğrafi bölgelerinde atlarınkine benzer bir askeri rol oynamışlardı. Bütün bu örnekler de gösteriyor ki evcil atları (ya da develeri) olan halklar ya da bunları kullanmayı
iyi bilen halklar ötekilere göre büyük bir askeri üstünlük sağladılar.

Fetih savaşlarında aynı derecede önemli olan bir başka şey de evcil hayvanlara sahip insan topluluklarında ortaya çıkan hastalık mikroplarıydı. Çiçek, kızamık, grip gibi bulaşıcı hastalıklara yol açan ve yalnızca insanlarda görülen mikroplar, hayvanlara hastalık bulaştıran (Xl. Bölüm) benzer mikropların mutasyon geçirmesi sonucu ortaya çıkmıştı. Hayvanları evcilleştiren insanlar yeni yeni evrimleşen mikropların ilk kurbanlarıydı ama bu insanlar o zaman yeni hastalıklara karşı önemli ölçüde bağışıklık kazandılar. Daha önce bu mikroplan hiç almamış insanlarla böyle kısmen bağışıklık kazanmış insanlar karşılaştıklarında başlayan salgın hastalıklar daha önce hiç bu mikroplan almamış insanların % 99'a varan oranlarda ölümüyle sonuçlanıyordu. Böylece evcil hayvanlardan alınan mikroplar Amerikan yerlilerini, Avustralyalıları, Güney Afrikalıları, Büyük Okyanus adalarının halklarını Avrupalıların egemenlikleri altına almalarında belirleyici rol oynamıştır . .

Kısacası bitki ve hayvanların evcilleştirilmesi daha çok yiyecek, bunun sonucunda da daha yoğun nüfus anlamına geliyordu. Yiyecek fazlalığı ve (bazı bölgelerde) bu yiyecek fazlasını hayvanların çektiği taşıtlarla nakletme olanağı yerleşik hayata geçilmesinin ve siyasal olarak merkezileşmiş, toplumsal olarak katmanlılaşmış, ekonomik olarak karmaşık, teknolojik olarak yenilikçi toplumların kurulmasının ön şartıydı. Bu nedenle bitki ve hayvanların evcilleştirilmesi imparatorlukların, okuryazarlığın, çelik silahların niçin ilk önce Avrasya'da geliştiğini, öteki kıtalarda ya daha sonraya kaldığını ya da hiç gelişmediğini kesin biçimde açıklamaktadır. Yiyecek üretimiyle fetih arasında
daha sonra ayrıntısıyla inceleyeceğimiz temel bağlantıların listesi, bu listeye atların ve develerin askeri amaçlarla kullanılmasını ve hayvanlardan bulaşmış olan mikropların öldürücü gücünü ekledikten sonra tamamlanmış oluyor.

Bitki ve Hayvanların Evcilleştirilmesi ve Tarihin Seyri

Evcilleştirilmiş büyük memeli hayvanlar, 19. yüzyılda demiryolları ortaya çıkana kadar karada tek taşıt aracımız olarak insanların hayatında büyük bir devrim yarattılar. Hayvanlar evcilleştirilmeden önce karada yük ya da insan taşınacağı zaman sırtta taşınırdı. Memeli büyük hayvanlarla birlikte bu değişti: İnsanlık tarihinde ilk kez çok miktarda ağır şeyleri ve insanları karada kısa zamanda uzak yerlere taşımak olanağı doğdu. Sırtına binilen evcil hayvanlar arasında atlar, eşekler, yaklar, ren geyikleri, tek ve çift hörgüçlü develer vardı. Bu beş türe ait hayvanlar ve ayrıca lamalar yük taşımakta kullanıldılar. İnekler ve atlar arabalara koşulurken ren geyikleri ve köpekler Kuzey Kutup bölgesinde kızakları çekiyordu. Avrasya'nın büyük bir bölümünde başlıca uzun mesafe taşıtı attı. Üç evcil deve türü (tek hörgüçlü deve, çift hörgüçlü deve, lama) sırasıyla Kuzey Afrika ile Arabistan 'da, Orta Asya'da ve Andlar'da aynı rolü oynadı.

Bitkilerle hayvanların evcilleştirilmesinin fetih savaşları üzerindeki en dolaysız etkisi Avrasya atları yoluyla oldu; atlar askerlikte oynadıkları rol bakımından bu kıtada eski çağlardaki savaşların jipleri ve Sherman tanklarıydı. III. Bölüm 'de anlattığım gibi, Cortes ile Pizarro'nun küçük bir maceracı çetesiyle Aztek ve İnka imparatorluklarını yıkabilmelerini sağlamıştı. Hatta bundan çok daha önce (MÖ 4000 yılı dolaylarında), atların sırtına hala eyersiz binildiği bir tarihte, Hint-Avrupa dilleri konuşan Ukraynalıların batıya doğru yayılmalarının gerisindeki asıl askeri etmen atlar olabilirdi. Bu diller daha sonra, Bask dili dışında, bütün eski Batı Avrupa dillerinin yerini aldı. Daha sonra atlar arabalara ve başka taşıtlara koşulunca (MÖ 1800 dolaylarında keşfedilen) atlı savaş arabaları Yakındoğu 'da, Akdeniz bölgesinde ve Çin 'de giderek savaşları kökünden değiştirdi. Örneğin, MÖ 1674 'te atlar sayesinde yabancı bir halk, Hyksoslar, atsız Mısır'ı fethedip bir süreliğine kendilerini firavun ilan ettiler.

Yine daha sonra, eyer ve üzengi bulunduktan sonra atlar sayesinde Hunlar ve onların arkasından Asya steplerinin başka halkları dalgalar halinde gelip Roma İmparatorluğu 'nu, ondan sonra kurulan devletleri titrettiler, en sonunda da MS 13. ve 14. yüzyıllarda Moğollar Asya ile Rusya'nın büyük bir bölümünü istila ettiler. Ancak I. Dünya Savaşı'nda kamyonların ve tankların sahneye çıkmasıyla atlar savaş sırasında başlıca hızlı taşıt aracı ve saldırı aracı olma özelliklerini kaybettiler. Tek ve çift hörgüçlü develer de kendi coğrafi bölgelerinde atlarınkine benzer bir askeri rol oynamışlardı. Bütün bu örnekler de gösteriyor ki evcil atları (ya da develeri) olan halklar ya da bunları kullanmayı
iyi bilen halklar ötekilere göre büyük bir askeri üstünlük sağladılar.

Fetih savaşlarında aynı derecede önemli olan bir başka şey de evcil hayvanlara sahip insan topluluklarında ortaya çıkan hastalık mikroplarıydı. Çiçek, kızamık, grip gibi bulaşıcı hastalıklara yol açan ve yalnızca insanlarda görülen mikroplar, hayvanlara hastalık bulaştıran (Xl. Bölüm) benzer mikropların mutasyon geçirmesi sonucu ortaya çıkmıştı. Hayvanları evcilleştiren insanlar yeni yeni evrimleşen mikropların ilk kurbanlarıydı ama bu insanlar o zaman yeni hastalıklara karşı önemli ölçüde bağışıklık kazandılar. Daha önce bu mikroplan hiç almamış insanlarla böyle kısmen bağışıklık kazanmış insanlar karşılaştıklarında başlayan salgın hastalıklar daha önce hiç bu mikroplan almamış insanların % 99'a varan oranlarda ölümüyle sonuçlanıyordu. Böylece evcil hayvanlardan alınan mikroplar Amerikan yerlilerini, Avustralyalıları, Güney Afrikalıları, Büyük Okyanus adalarının halklarını Avrupalıların egemenlikleri altına almalarında belirleyici rol oynamıştır . .

Kısacası bitki ve hayvanların evcilleştirilmesi daha çok yiyecek, bunun sonucunda da daha yoğun nüfus anlamına geliyordu. Yiyecek fazlalığı ve (bazı bölgelerde) bu yiyecek fazlasını hayvanların çektiği taşıtlarla nakletme olanağı yerleşik hayata geçilmesinin ve siyasal olarak merkezileşmiş, toplumsal olarak katmanlılaşmış, ekonomik olarak karmaşık, teknolojik olarak yenilikçi toplumların kurulmasının ön şartıydı. Bu nedenle bitki ve hayvanların evcilleştirilmesi imparatorlukların, okuryazarlığın, çelik silahların niçin ilk önce Avrasya'da geliştiğini, öteki kıtalarda ya daha sonraya kaldığını ya da hiç gelişmediğini kesin biçimde açıklamaktadır. Yiyecek üretimiyle fetih arasında
daha sonra ayrıntısıyla inceleyeceğimiz temel bağlantıların listesi, bu listeye atların ve develerin askeri amaçlarla kullanılmasını ve hayvanlardan bulaşmış olan mikropların öldürücü gücünü ekledikten sonra tamamlanmış oluyor.

Cajamarca



Niçin Atahualpa’yı Pizarro esir aldı? Pizarro'nun askeri üstünlüğü, İspanyolların sahip oldukları çelik kılıçlar ve diğer kesici silahlardan, çelik zırhlardan, tüfeklerden, atlardan kaynaklanıyordu. Atahualpa'nın, üzerine binip savaşacakları hayvanları olmayan birlikleri bu silahlara ancak taş, bronz ya da tahta sopalarla, topuzlarla, baltalarla karşılık verebilirlerdi.

Bunlara ek olarak sapanları ve yorgan gibi zırhları vardı. Bu tür donanım eksiklikleri Avrupalılar ile Amerikan yerlileri ya da başka halklar arasındaki çatışmalarda belirleyici rol oynamıştı. Avrupalıların fetih hareketlerine yüzyıllarca ayak direyebilen tek Amerikan yerlileri, tüfek ve at sahibi olup bunları kullanmayı öğrenerek aradaki eşitsizliği azaltan kabilelerdi. " Kızılderili" sözcüğünü duyan ortalama bir Amerikalının gözünün önüne, 1876'da o ünlü Little Big Horn çarpışmasında General George Custer'ın ABD ordusunu yerle bir eden Siou savaşçıları gibi, atına binmiş, elindeki tüfeği savuran, ovalı bir yerli gelir. Amerikan yerlilerinin başlangıçta at ve tüfek diye bir şey bilmediklerini kolayca unuturuz. Bunları oraya Avrupalılar getirdi ve bunları eline geçiren yerli toplulukları bunlarla birlikte değişti. Bereket versin Kuzey Amerika'nın ovalı yerlileri, Güney Şili 'nin Araucania yerlileri ve Arjantin 'in pampalarında yaşayan yerliler, atları ve tüfekleri kullanmayı öğrendiler de öteki Amerikan yerlilerine göre istilacı beyazlara karşı çok daha uzun bir süre direnebildiler, ancak 1870'lerde ve 1880'lerde beyaz hükümetlerin büyük askeri harekatlarına dayanamadılar.

***
 1700 'lerde tüfekler Amerikan yerlileri ile başka yerli halklar karşısında Avrupalıları üstün duruma getiren başlıca silah olarak kılıçların yerini aldı. Örneğin, 1808 'de Charlie Savage adlı bir İngiliz gemici tüfeklerle ve eşi görülmemiş bir amaçla donanmış olarak Fiji Adaları'na geldi. Savage tek kişi olarak Fiji'nin güç dengesini altüst etmeye kalkıştı. Pek çok serüveni arasında kanosuyla bir ırmağı izleyerek bir Fiji köyü olan Kasavu'ya gelip köyü çevreleyen çitin bir tüfek atımlık uzağında durarak savunmasız yerlilere ateş etmek vardı. Kurbanlarının sayısı öylesine fazlaydı, ki hayatta kalabilen köylüler cesetleri üst üste yığıp cesetlerin arkasına saklanmışlardı ve köyün kenarından geçen dere kandan kıpkırmızı olmuştu. Tüfekleri olmayan yerli halklar karşısında tüfeklerin ne kadar güçlü olduğunu gösteren sayısız örnek bulunabilir.

***
İspanyolların İnkalara karşı kazandıkları zaferlerde tüfeklerin rolü çok azdı. O günlerin çakmaklı tüfeklerinin doldurulması ve ateşlenmesi güçtü, Pizarro'da bunlardan ancak bir düzine vardı. Ateşlenebildikleri zaman psikolojik etkileri gerçekten de büyük oluyordu. Bundan çok daha önemlisi İspanyolların elindeki çelik kılıçlar, mızraklar ve hançerlerdi; bunlar koruyucu zırhları ince olan yerlilere kolayca zarar veren güçlü ve keskin silahlardı. Buna karşılık yerlilerin küt sapaları İspanyolları ve atlarını dövmeye, yaralamaya yetiyordu ama onları öldürmeye pek yetmiyordu. İspanyolların çelik ya da geçme zincirli zırhları, özellikle de çelik miğferleri sopalara karşı onları korumakta etkili oluyor, yerlilerin yorgan zırhları çelik silahlar karşısında onları pek korumuyor ya da etkisiz kalıyordu.

Atların İspanyollara kazandırdığı büyük üstünlük görgü tanıklarının öykülerinde apaçık görülüyor. Yerli nöbetçiler gidip gerideki birliklere haber verene kadar atlı adamlar onlardan çok önce giderek piyade erlerini öldürüyorlardı. Bir atın yarma hareketine, hızlı saldırıya uygunluğu, manevra kabiliyeti, dövüşü korunaklı bir yüksekliğe çekebilmesi karşısında şaşkına dönen piyadeler açıklık yerlerde çaresiz kalıyordu. Atların etkisi yalnızca atlara karşı ilk kez savaşan askerlerde uyandırdığı korkuyla da sınırlı değildi. 1536'daki büyük İnka ayaklanmasına kadarki sürede İnkalar atlara karşı kendilerini en iyi nasıl savunacaklarını öğrenmişlerdi, pusuya yatıyor ve İspanyol süvarilerini yakın mesafeden öldürüyorlardı. Ama bütün piyadeler gibi İnkalar da açık alanda atlılara karşı kendilerini asla koruyamıyorlardı. Atahualpa'dan sonraki İnka imparatoru Manco'nun en iyi generali Quizo Yupanqui, 1536'da Lima'da İspanyolları kuşatma altına aldığı ve kente hücum etmeye çalıştığı zaman, İspanyolların iki süvarİ bölüğü düzlük bir yerde çok daha fazla sayıdaki yerli birliğine karşı hücuma geçti, ilk hücumda Quizo ile bütün kumandanları öldüler, orduları bozguna uğratıldı. Cuzco'da İspanyollan kuşatma altına almış olan İmparator Manco'nun en iyi birliklerini yine böyle 26 kişilik bir süvari hücumuyla bozguna uğratmışlardı.

MÖ 4000 yıllarında Karadeniz'in kuzeyindeki steplerde atların evcilleştirilmesiyle birlikte savaşların şekli de değişmeye başladı . Atlar at sahiplerine yaya olarak gidebileceklerinden çok daha uzak yerlere gitme, birden saldırıya geçme, karşı taraf üstün bir savunma gücü toparlamadan önce kaçma olanağı veriyordu. Cajamarca'da atların oynadığı rol, 20. yüzyılın başına kadar 6000 yıl boyunca etkisini sürdüren, sonunda bütün kıtalarda kullanılmaya başlanan atların nasıl bir askeri silah olduğunu gösteriyor. Süvarilerin ordudaki askeri üstünlüğünü yitirmesi I. Dünya Savaşı'nı buldu. İspanyolların atlar, çelik silahlar ve zırhlar sayesinde, metal hiçbir şeyleri olmayan piyade askerlerine karşı nasıl bir üstünlüğe sahip olduklarını düşününce çok kalabalık ordular karşısında sürekli savaş kazanmaları bizi şaşırtmamalı.



Nasıl oldu da Atahualpa Cajamarca 'daydı? Atahualpa ile ordusu Cajamarca'daydı çünkü İnkalar arasında çıkan ve İnkaların ikiye bölünmesine ve zayıf düşmesine yol açan bir iç savaşta önemli çarpışmaları daha yeni kazanmıştı. Pizarro hemen bu bölünmeyi değerlendirdi ve bundan yararlandı. İç savaşın nedeni ise, Panama ve Kolombiya'ya gelen İspanyol göçmenlerin buralara çiçek hastalığını da getirmeleri, Güney Amerika yerlileri arasında yayılan bu hastalık yüzünden 1 526 yılı dolaylarında İnka i mparatoru Huayna Capac ile saray halkının çoğunun, daha sonra da onun varisi Ninan Cuyuchi 'nin ölmesiydi. Bu ölümler Atahualpa ile üvey kardeşi Huascar arasında taht savaşını ateşledi. Bu salgın hastalık olmasaydı İspanyollar birleşik bir imparatorlukta karşı karşıya geleceklerdi.

Atahualpa'nın Cajamarca'da bulunuşunun gerisinde yatan neden böylece dünya tarihinde kilit önemdeki bir etmeni gözler önüne seriyor: Bağışıklığı olmayan insanlara önemli derecede bağışıklığı olan istilacılardan bulaşan hastalıklar. Çiçek, kabakulak, grip, tifüs, hıyarcıklı veba gibi Avrupa'da her zaman görülen bulaşıcı hastalıklar başka kıtalarda pek çok insanın ölümüne yol açarak Avrupalıların fetihlerinde önemli rol oynadılar.

Örneğin, ilk İspanyol saldırısı 1 520'de başarısızlıkla sonuçlandıktan sonra Aztekler çiçek hastalığından kırıldılar ve Montezuma'dan sonra tahta çıkan Cuitlahuac da kısa sürede öldü. Avrupalılardan gelen hastalıklar Avrupalıların kendilerinden çok önce kabileden kabileye bütün Amerika kıtalarına yayılmış, Kolomb öncesi dönemdeki Amerika'nın yerli nüfusunun, hesaplamalara göre % 95 'inin ölümüne yol açmıştı. Kuzey Amerika kıtasında en yoğun nüfuslu, son derecede örgütlü yerli toplulukları, Mississippi şeflikleri 1492 ile 1600 tarihleri arasında, hatta ilk Avrupalılar gelip Mississippi lrmağı kıyısına yerleşmeden önce böylece yok olup gitmişlerdi. Avrupalı göçmenlerin 1713'te Güney Afrika'nın yerli San halkını yok etmelerinde en büyük rol oynayan tek şey çiçek hastalığıdır. İngilizler 1788 'de Sidney'e yerleştikten hemen sonra Avustralya yerlilerini kırıp geçiren salgın hastalıkların birincisi başlamıştı. Büyük Okyanus adalarıyla ilgili, elimizde sağlam belgeleri bulunan bir örnek daha var: Argo gemisinin enkazından karaya çıkmaya çalışan birkaç Avrupalı gemicinin 1806'da getirdiği ve Fiji'yi kasıp kavuran salgın hastalık. Tonga'nın, Hawaii'nin, başka Büyük Okyanus adalarının tarihlerinde de benzeri salgın hastalıkların izleri görülür.

***
Yeni Dünya'da Meksika'nın bazı halkları arasında ve İnka İmparatorluğu 'nun çok kuzeyindeki komşu bölgelerde yazı yazmayı bilmek küçük azınlıkların tekelindeydi. İspanyollar İnkaların kuzey sınırından yalnızca 900 kilometre uzaktaki Panama'yı 1510 yılında fethe başlamışlardı ama Pizarro 1527 yılında Peru kıyılarına ilk kez ayak hasana kadar İspanyol diye bir şeyin varlığından İnkaların hiç haberi olmamış görünüyor. Atahualpa, Orta Amerika'nın en güçlü, en kalabalık yerli topluluklarının İspanyolların idaresine geçtiğini hiç duymamış bile.

Bugün bize Atahualpa'nın esir düşmesine yol açan davranışı ne kadar şaşırtıcı geliyorsa ondan sonraki davranışı da öyle geliyor. İspanyollara kendisini serbest bırakmaları karşılığında fidye önermiş, bu fidye ödendiğinde serbest bırakacaklarına saf saf inanmıştı. Pizarro'nun adamlarının tek bir yağınayla yetinmeyecek, sürekli fetibiere kararlı bir hücum birliği oluşturduğunu anlaması olanaksızdı. Bu ölümcül hataları yapan yalnızca Atahualpa değildi. Atahualpa esir alındıktan sonra bile Pizarro 'nun erkek kardeşi Hernando Pizarro, Atahualpa'nın önde gelen, koca bir orduya kumanda eden kumandanı Chalcuchima'yı kandırmış, İspanyollara teslim olmaya ikna etmiştir. Chalcuchima'nın hatası İnka direncinin kırılmasında bir dönüm noktası oluşturmuştur; Atahualpa'nın kendisinin esir edilişi kadar önemli bir olaydır bu. Aztek imparatoru Montezuma, Cortes'i geri dönen Tanrıları sanarak ve küçük ordusuyla birlikte onu Aztek başkenti Tenochtitlan'a buyur ederek daha da büyük bir hata işlemiştir. Sonuçta Cortes, Montezuma'yı esir almış, Tenochtitlan 'ı ve Aztek İmparatorluğu 'nu ele geçirmiştir.

Gündelik hayat düzeyinde, Atahualpa'nın, Chalcuchima'nın, Montezuma'nın, Amerika'nın Avrupalılar tarafından kandırılmış daha başka sayısız yerli önderinin hatası Yeni Dünya'da yaşayan insanların tek bir tanesinin bile Eski Dünya'ya gitmemiş olmasından geliyordu, böylece elbette İspanyollada ilgili herhangi bir bilgileri olamazdı. Buna rağmen, toplumu insan davranışları konusunda daha geniş bilgiye sahip olsaydı, Atahualpa'nın daha kuşkucu davranması "gerekirdi " sonucunu çıkarmadan edemiyoruz. Pizarro da Cajamarca'ya İnkalarla ilgili hiçbir şey bilmeden gelmişti, bütün bildikleri 1527 ile 1531'de rastladığı İnkalıları sorguya çekerek onlardan öğrenebildiği şeylerle sınırlıydı. Bununla birlikte Pizarro tesadüfen okuma yazma bilmeyen biriydi ama okuma yazma geleneğine sahip bir ülkenin insanıydı. İspanyollar Avrupa'nın çok uzağındaki çağdaş uygarlıklar konusunda, birkaç bin yıllık Avrupa tarihi konusunda kitaplardan okuduklarıyla çok şey biliyorlardı. Pizarro besbelli Atahualpa'ya pusu kurarken Cortes'in başarılı stratejisini örnek almıştı.

Kısacası, okuryazarlık sayesinde İspanyollar insan davranışları ve tarihi konusunda müthiş bir bilgi birikiminin varisi olmuşlardı. Bunun tam tersine Atahualpa İspanyolların varlığından habersiz olduğu gibi denizaşırı ülkelerden gelen istilacılar diye bir şey de bilmiyordu, tarihte daha önce, başka bir yerde, başka birileri için böyle bir tehditin söz konusu olduğunu duymamıştı(ya da okumamıştı). Bu bilgi boşluğu Pizarro'ya o tuzağı kurma ve Atahualpa'yı kendi ayağıyla o tuzağa düşürme
cesareti vermişti.

Sonuç olarak Pizarro 'nun Atahualpa'yı esir ediş olayı bize Amerikan yerlilerinin Avrupa'ya gidip orada sömürge kurmaları yerine Avrupalıların Yeni Dünya'da sömürge kurmalarında etkili olan en yakın nedenleri gösterir. Pizarro 'nun başarısında etkili olan nedenler arasında tüfeklere, çelik silahlara ve atlara dayanan askeri teknoloji vardır; Avrasya' da her zaman görülen bulaşıcı hastalıklar vardır; Avrupa'nın denizcilik teknolojisi vardır; Avrupa'daki devletlerin merkezi siyasal örgütü vardır; yazı vardır. Bu kitabın adı bir bakıma, Avrupalıların başka kıtalardaki halkları egemenlikleri altına almalarına olanak tanıyan bu yakın nedenlerin kısaca ifade edilmiş biçimidir. Daha sonraki bölümlerde göreceğimiz gibi, daha hiç kimse tüfek ve çelik üretmeye başlamadan önce, yukarıda sıralanan diğer nedenler Avrupalı olmayan halkların yayılmasına olanak sağlamıştı.


Wednesday, April 15, 2015

Papua Yeni Gine


Yeni Gine, dünyadaki karaların yüzölçümünün küçük bir parçasını oluşturmasına karşın bununla hiç orantılı olmayan bir biçimde çok çeşitli insanların barındığı bir yerdir. Dünyadaki 6000 dilden 1 000 tanesi Yeni Gine 'de yaşar.
**
Bilişsel psikologlar farklı coğrafi bölgelerden gelen ama bugün aynı ülkede yaşayan halklar arasındaki zeka farklılıklarını ortaya koymak için pek çok çaba harcadılar. Özellikle çok sayıda beyaz Amerikalı psikolog Amerika kökenli Amerikan zencilerinin
Avrupa kökenli beyaz Amerikalılara göre zeka bakımından doğuştan geri olduklarını on yıllardır göstermeye çalışıyor. Oysa çok iyi bilindiği gibi birbiriyle karşılaştırılan halklar arasında toplumsal çevre ve eğitim olanakları bakımından büyük farklılıklar var. Bu olgu teknolojik farklılıkların zeka farklılıklarından doğduğu varsayımını sınamayı iki kat zorlaştırıyor. Birincisi, yetişkin insanlar olarak bile bizim bilişsel yeteneğimiz
çocuklukta yaşadığımız toplumsal çevreden öylesine etkileniyor ki önceden var olan genetik farkların etkilerini saptamak güçleşiyor. İkincisi, bilişsel yeteneğimizi ölçen testler (örneğin zeka testleri) daha çok kültürel bilgilerimizi ölçer, doğuştan gelen saf zeka, ne demekse, onu değil. Çocukluktaki çevrenin ve öğrenilmiş bilgilerin zeka testi sonuçları üzerindeki tartışmasız etkileri yüzünden, bugüne kadar psikologlar bütün çabalarına karşın beyaz olmayan halkların zekalarında varsayılan genetik bozukluğu inandırıcı biçimde saptamayı başaramamıştır.

Bu tartışmalı konuyu ben 33 yıl Yeni Ginelilerle birlikte, onların kendi bozulmamış toplumlarında çalışmış olmanın bana kazandırdığı bakış açısıyla değerlendiriyorum. Yeni Ginelilerle çalışmaya başladığım ilk günden beri onların ortalama olarak, ortalama bir Avrupalı ya da Amerikalıya göre daha zeki, daha uyanık, daha dışavurumcu, çevrelerindeki nesneler ve insanlarla daha ilgili olmaları beni hep etkiledi. Örneğin tanımadıkları bir çevrenin haritasını zihinlerinde canlandırmak gibi, zihnin işleyişinin bazı yönlerini yansıttığı düşünülebilecek işleri Batılılardan çok daha iyi beceriyorlar. Elbette Batılıların çocukluktan başlayarak eğitimini aldıkları işlerde, kendileri bu eğitimi görmedikleri için başarılı olamıyorlar. Bu yüzden de uzak köylerden kentlere gelen, okul yüzü görmemiş Yeni Gineliler Batılılara aptal görünüyor. Bunun tam tersine, ben de sık ormanlarda Yeni Ginelilerle birlikteyken onlara ne kadar aptal göründüğümün hep farkındayım; Yeni Ginelilerin çocukluktan beri yaptıkları (örneğin sık ormanlarda geçitler bulmak ya da bir kulübe yapmak gibi) basit işleri hiç beceremiyorum.

Yeni Ginelilerin Avrupalılardan daha zeki olduğu yolundaki izienimimin neden doğru olabileceğine ilişkin iki şey söyleyebilirim. Birincisi, Avrupalılar binlerce yıldır merkezi hükümeti, polisi, hukuk sistemi olan kalabalık nüfuslu toplumlarda yaşıyorlardı. Bu tür toplumlarda, kalabalık nüfuslu yerlere özgü (çiçek gibi) bulaşıcı salgın hastalıklar başlıca ölüm nedeniydi, cinaytler o kadar yaygın değildi ve savaş hali sık değil ender görülen bir haldi. Bulaşıcı ve öldürücü hastalıklardan kurtulan Avrupalıların çoğu için aynı zamanda öteki ölüm nedenleri bir tehlike olmaktan çıkıyor ve onlar genlerini yeni kuşaklara aktarmaya devaın ediyorlardı. Bugün canlı olarak doğan Batılı bebeklerin çoğu bulaşıcı ve öldürücü hastalıkları atlatıyor, zekaları ve taşıdıkiarı genler bakımından nasıl olurlarsa olsunlar ürüyorlar. Oysa Yeni Gineliler kalabalık nüfuslu toplumlarda gelişen bulaşıcı hastalıkların görülemeyeceği kadar seyrek nüfuslu toplumlarda yaşadılar hep. Buna karşılık cinayet, bitmek bilmez kabile savaşları, kaza, yiyecek bulma sorunları gibi nedenlerden dolayı geleneksel Yeni Gineliler arasında ölüm oranı çok yüksekti.




Yali’nin Sorusu


1972 yılının Temmuz ayında tropik bir ada olan Yeni Gine 'de deniz kıyısında yürüyordum. Bir biyolog olarak kuşların evrimini incelediğim yerdir Yeni Gine. Yali adında müthiş bir yerli siyasetçiden söz edildiğini duymuştum, o günlerde o bölgede dolaşıyormuş. Bir rastlantı sonucu o gün Yali ile ikimiz aynı yöne doğru yürümekteymişiz. Yali arkarndan yetişti. Bir saat birlikte yürüdük ve bir saat boyunca konuştuk.

Yali insanları etkileme gücü olan, enerji saçan biriydi. Gözlerinin parlaklığı gözlerinizi kamaştırırdı. Büyük bir özgüvenle kendinden söz etti ama aynı zamanda derin bir merakı yansıtan pek çok soru sordu, büyük bir dikkatle dinledi. Sohbete o günlerde Yeni Gine 'de herkesin zihnini meşgul eden bir konuyla başladık -çok hızlı gelişen siyasal olaylar. O günlerde, Yali'nin
ülkesinin bugünkü adını kullanırsak, Papua Yeni Gine, Birleşmiş Milletler'in bir kararı uyarınca hala Avustralya yönetimi altındaydı ama bağımsızlık rüzgarları esmeye başlamıştı. Yali bana yerli halkı kendi kendilerini yönetmeye hazırlamaktaki rolünü anlattı.

Bir süre sonra Yali konuyu değiştirdi ve beni sorguya çekmeye başladı. Yeni Gine 'den dışarı adım atmamıştı, yüksekokuldan sonra eğitimine devam edememişti ama doymak bilmez bir merakı vardı. Önce benim Yeni Gine kuşları üzerinde nasıl bir çalışma yaptığımı öğrenmek istedi (bu iş için kaç para aldığımı sormayı da ihmal etmemişti) . Farklı kuş topluluklarının milyonlarca yıllık bir süre içinde Yeni Gine'yi kendilerine nasıl yurt edindiklerini anlattım. Sonra o bana, kendi halkının atalarının son on binlerce yıl içinde Yeni Gine'ye nasıl geldiklerini ve son 200 yıl içinde beyaz Avrupalıların Yeni Gine'yi nasıl sömürgeleştirdiklerini sordu.

Yali ile benim temsil ettiğim toplumlar arasındaki gerilimi ikimiz de biliyorduk ama aramızdaki dostluk havası bozulmadan devam ediyordu. İki yüzyıl önce bütün Yeni Gineliler "hala Yontma Taş Çağı'nda yaşıyorlardı". Yani Avrupa'da binlerce yıl önce yerlerini metalden yapılma aletlere bırakmış olan taştan yapılma aletleri hala kullanıyorlardı, merkezi bir siyasal gücün çevresinde örgütlenmemiş olan köylerde yaşıyorlardı. Beyazlar geldiler, merkezi yönetimi getirdiler, çelik baltalardan, kibritten, ilaçtan giyim kuşama, meşrubata, şemsiyeye kadar çeşitli mallar getirdiler; Yeni Gineliler bu malların değerini hemen anladı. Yeni Gine'de bütün bu malların hepsinin toplu adı "kargo" idi.

Beyaz sömürgecilerin pek çoğu Yeni Ginelileri "ilkel" diye açıkça küçümsedi. Yeni Gine'deki beyaz "efendilerin" - 1972 'de hala onlara "efendi" deniyordu- en işe yaramazı bile Yeni Ginelilerden, hatta Yali gibi etkili siyasetçilerden daha iyi bir hayat yaşıyordu. Ama Yali bana sorduğu gibi pek çok beyaza da sormuştu, ben de pek çok Yeni Gineliye sordum. Ben de Yali de çok iyi biliyoruz ki Yeni Gineliler ortalama olarak en az Avrupalılar kadar zekidir. Herhalde Yali o parlak gözlerini dikip sorgular gibi bana baktığında kafasından bunlar geçiyordu. "Neden siz beyazların bu kadar çok kargosu var, bunları Yeni Gine'ye neden getirdiniz ve biz siyahların kendi kargosu neden bu kadar az? " diye sordu.

Bu basit bir soruydu ama Yali'nin tanıdığı şekliyle hayatın en can alıcı sorusuydu. Evet, ortalama bir Yeni Ginelinin hayat tarzıyla ortalama bir Avrupalının ya da Amerikalının hayat tarzı arasında hala büyük farklılıklar var. Bunların dışında kalan halkların hayat tarzları da benzer farklılıklar gösteriyor. Bu büyük farklılıkların gerisinde önemli nedenler yatsa gerekir ve insan bunların çok açıkça görülebilecek nedenler olduğunu sanabilir.

Oysa Yali 'nin basit gibi görünen sorusu yanıtlanması güç bir soru. O zamanlar bu sorunun yanıtını bilmiyordum. Tarih uzmanları yanıt konusunda anlaşamıyorlar; çoğu artık böyle bir soru sormuyor bile. Yali ile aramızda bu konuşmanın geçtiği günden bu yana insanlığın, tarihin ve dillerin evriminin başka yönleri üzerinde araştırmalar yaptım, yazılar yazdım. Yirmi beş yıl sonra yazılmış bu kitapla Yali'nin sorusunu yanıtlamaya çalışacağım.

Yali'nin sorusu yalnızca Yeni Ginelilerle Avrupalı beyazların hayat tarzları arasındaki farkla ilgiliydi ama çağdaş dünyadaki daha pek çok karşıtlığı kapsayacak şekilde genişletilebilir. Avrasya kökenli, özellikle şu an hala Avrupa'da ve Doğu Asya'da yaşayan halklar ile Kuzey Arnerikaya göç etmiş olanlar, zenginlik ve güç bakımından dünyaya egemen olmuş durumdalar. Amerikalıların çoğu da içinde olmak üzere öteki halklar Avrupa'nın sömürgesi olmaktan kurtuldular ama zenginlik ve güç bakımından çok gerilerde kaldılar. Dahası Avustralya'nın, Kuzey, Orta ve Güney Amerika'nın, Güney Afrika'nın yerli halkları artık kendi topraklarının efendisi bile değiller, Avrupalı sömürgeciler tarafından katledildiler, boyunduruk altına alındılar hatta bazı durumlarda tamamıyla yok edildiler.

O bakımdan çağdaş dünyada görülen eşitsizliklerle ilgili soruyu şöyle sormak gerekir: Neden şu anda Avrupalı ve Asyalı halklar zenginlik ve güç sahibi de başkaları değil? Örneğin neden Amerika, Amerika ve Avustralya yerlileri gidip Avrupalılan ve Asyalıları öldüremedi, egemenlikleri altına alamadı, onların köklerini kazıyamadı?



Roman

Osmanlı, kendini imanda veya aksiyonda gerçekleştirir. Gevezeliği vakarına yakıştırmaz. Teşhir etmez yaralarını. Hikayeleri ya bir kahramanı ebedileştirir, yani bir nevi destandır; ya da  bir ahlak dersi verir, yani zamanın ve coğrafyanın dışındadır. Bir ifşâ değil bir ikazdır.

Roman, şark ifadesi üzerine inşa edilemezdi. Batı’nın ilk romanlarından bir topal şeytandır. Topal şeytan evlerin damarını açar, bizi yatak odalarına sokar. Osmanlı bu tür laubaliliklerden hoşlanmaz. Mahremiyetlere hürmetkârdır.

Romanın burjuvazi ile doğduğunu söylerler. Şark’ta burjuvazi yok. Roman da burjuvazimiz gibi temelsizdir önceleri. Başka bir tarihin, başka bir coğrafyanın, başka bir toplumun eseri. Daha dişi, daha kaypak, daha geveze bir toplumun.

**
Roman bir buhranın, bir uyuşmazlığın, reelle ideal arasındaki herhangi bir nispetsizliğin eseridir. İnanan bir toplumda romanın ne işi var? Roman bir sıhhat değil, bir sıhhatsizlik alameti. Sınıf kavgalarıyla beraber sahneye çıkışı bundan.

**
O devirlerde iki dil var: yazı dili, konuşma dili. Yazı dili zengin, debdebeli, mutantan bir dil. Saltanat dili, saltanatın dili. Dil bir cümbüştü. Bir mûsikî idi. Itrî’nin devamı idi. Cümleler Süleymaniye’nin sütunları gibi, kubbesi gibi ihtişamlıydılar. Belki bir düşünce taşımıyorlardı. Düşünceye ihtiyacı yoktu Osmanlı’nın. Düşünce buhranların ve tezatların çocuğudur. Şiir bir şölendi, nesir bir şölen. Fâtihler dinlenmek için okuyorlardı. Kelime resimdi, nakıştı, büyü idi. Avrupa’nın kaypak, dişi, hasta kavramlarını, hain endişelerini aksettiremezdi bu dil. Bu manada kamuslar da kifayetsizdi.  Yani Osmanlı’nın asırlarca Avrupa’ya ihtiyacı olmamıştı. Avrupa dilini öğrenmek bir tenezzüldü, bir lekelenişti. Tercümanları vardı Osmanlı’nın. Tercümanları yani uşakları. Avrupa manevi hisarların gediklerinden yurda yayıldıkça, Fransızca öğrenmek zaruret oldu.

Batı Uygarlığı


Marx'ın hayalleri gerçekleşmedi. Weber'in kahramanları da ufukta görünmüyor. Sanayileşme, Pandora'nm kutusu. Batı "uygarlığı"... hasretini çektiğimiz o peri-suret, hakikatte kart bir Janus. Her iki çehresi de abus, her iki çehresi de tehditkâr.

Metternich

Birden Metternich'in öğüdünü hatırladım; tarihin derinliklerinden gelen bir dost sesi:
 
Devlet-i Aliyye günden güne zayıflamaktadır. Niçin saklamalı: Onu bu hale düşüren sebeplerin başında Avrupalılaşma gelir. Temellerini III. Selim'in attığı bu zihniyeti, derin cehaleti ve sonsuz hayalperestliği yüzünden, II. Mahmut son haddine vardırır. Babıâli'ye tavsiyemiz şu: hükûmetinizi dini kanunlarınıza saygı esası üzerine kurun. Zamana uyun, çağın ihtiyaçlarını dikkate alın. idarenizi düzene sokun, ıslah edin. Ama yerine, size hiç de uymayacak olan müesseseleri koymak için eskilerini yıkmayın. Batı kanunlarının temeli Hıristiyanlıktır. Türk kalınız. Avrupa'nın şartları başkadır, Türkiye’nin başka. Avrupa'nın temel kanunları, Doğu'nun örf ve âdetlerine taban tabana zıttır, ithal malı ıslahattan kaçının. Bu gibi ıslahat Müslüman memleketlerini ancak felakete sürükler.’’


Yunan Mucizesi


Bir kavim ki, fertleri de, devletleri de çapulculukla palazlanmış. Hor görmüş alın terini. Haklıyla haksızı, iyiyle kötüyü ne yönetenler umursamış, ne yönetilenler. Yalnız kaba kuvvet saygı görmüş o ülkede. Medeniyetin en parlak devrinde ahalisinin kırkı köle biri hür. Genç sefihlerle, kart fahişeler baştâcı. Her yıl, tanrılara insanlar kurban edilmiş; binlerce çocuğun kanına girilmiş her gün. Bur kavim ki, bütün meziyetlere düşman: kabiliyete, asalete, servete Kâh paralı asker, kâh haydut Amacı tek yağma. Her hayâsızlığı tanrılaştiran bu kavim üç şeyde birinci: kibirde, yalanda, fuhuşta. Ama bu meziyetlerini (!) öyle ustaca kullanmış, öyle pazarlamış ki, iki bin yıl tarihin baş köşesine oturtulmuş insanlık, en rezil çocuğuna düşkün çılgın bir anne.

Roma, bu delice sevginin ilk sorumlusu. Kıyıcılıktan başka hüneri olmayan cahil ve kaba Romalılar, Yunan'ın ahlâksızlıklarını kemalin son mertebesi sanmışlar, örnek almışlar Yunanlıları: Messalina Lamia'yı gölgede bırakmış, Neron Demetrius'u, Heliogabalus Alkibiyades'i.

Yunan-Latin ahlâksızlığı manastırlara sokulur Ortaçağda. Dua ve ibadetten bunalmış ruhların sığındığı bir limandı bu ahlâksızlık. Keşişlerin -hayaleti de olsa- Pelopones ve Attik haydutları gibi yaşaması ne baş döndürücü tezattı! Kilisede mezamir okuyan üstadın nasıl büyük bir sabırsızlıkla hücresine koşup Yunanca yazmaların şerhine koyulduğunu bir düşünün! Bugün, bize sunulan Yunan, o sarihlerin Yunan'ı. Manastırlarda görülen bir rüya, keşişler hayatının bir vahası. Evet, Yunan'ı papazlar güzelleştirmiş. Onlar olmasa Yunan bize olduğu gibi görünecekti: sefil, hayâsız, iğrenç.

Çağdaş aydınlardan bazıları korka korka eleştirecek olmuş Eski Yunan'ı. Hadlerine mi? En köklü inançlarımıza saldırabilirsiniz. Beis yok: kasırgalar, toprağın derinliklerine kök salan ağaçlan daha da güçlendirir. Ama tutkunluklarımız yapraklara benzer en hafif bir rüzgâr altüst edebilir onları. Yunan aleyhinde ilk fısıltılar duyulur duyulmaz, Yunan edebiyatının çürümüş yapraklarını kendilerine paravana yapanlar yaygarayı bastılar: susun nankörler, yediğimiz onların ekmeği; yuvamız, giysimiz, dilimiz onların; siyaseti onlardan öğrendik; kitap, hitabet, şiir, güzel sanatlar, felsefe, hatta din onların armağanı.

Gübreden güzel çiçekler fışkırır, doğru! Ama lağımdan çiçek fışkırdığı görülmüş mü?

İnsanlık böyle bir bataklığa saplanmış asırlardır, Yunan-Latin bataklığı Ve uyuyakalmış. Sonra çalkalanmış durgun sular. Ve zekâ coşkun kaynaklar gibi çamurlarından arınmaya başlamış.

Çağının cahil aydınlarına Yunan'ın, tahayyül ettikleri Yunan olmadığını ilk haykıranlardan biri Voltaire. II. Katerina'nın, sahiden her şeyi Yunanlılara mı borçluyuz sualine verdiği cevap şu üstadın: hayır efendim. Yunanlılar hiçbir şeyi keşfetmemiş. Pek az şeyi ıslah etmişler, hem de çok çok geç.