Wednesday, April 15, 2015

Roman

Osmanlı, kendini imanda veya aksiyonda gerçekleştirir. Gevezeliği vakarına yakıştırmaz. Teşhir etmez yaralarını. Hikayeleri ya bir kahramanı ebedileştirir, yani bir nevi destandır; ya da  bir ahlak dersi verir, yani zamanın ve coğrafyanın dışındadır. Bir ifşâ değil bir ikazdır.

Roman, şark ifadesi üzerine inşa edilemezdi. Batı’nın ilk romanlarından bir topal şeytandır. Topal şeytan evlerin damarını açar, bizi yatak odalarına sokar. Osmanlı bu tür laubaliliklerden hoşlanmaz. Mahremiyetlere hürmetkârdır.

Romanın burjuvazi ile doğduğunu söylerler. Şark’ta burjuvazi yok. Roman da burjuvazimiz gibi temelsizdir önceleri. Başka bir tarihin, başka bir coğrafyanın, başka bir toplumun eseri. Daha dişi, daha kaypak, daha geveze bir toplumun.

**
Roman bir buhranın, bir uyuşmazlığın, reelle ideal arasındaki herhangi bir nispetsizliğin eseridir. İnanan bir toplumda romanın ne işi var? Roman bir sıhhat değil, bir sıhhatsizlik alameti. Sınıf kavgalarıyla beraber sahneye çıkışı bundan.

**
O devirlerde iki dil var: yazı dili, konuşma dili. Yazı dili zengin, debdebeli, mutantan bir dil. Saltanat dili, saltanatın dili. Dil bir cümbüştü. Bir mûsikî idi. Itrî’nin devamı idi. Cümleler Süleymaniye’nin sütunları gibi, kubbesi gibi ihtişamlıydılar. Belki bir düşünce taşımıyorlardı. Düşünceye ihtiyacı yoktu Osmanlı’nın. Düşünce buhranların ve tezatların çocuğudur. Şiir bir şölendi, nesir bir şölen. Fâtihler dinlenmek için okuyorlardı. Kelime resimdi, nakıştı, büyü idi. Avrupa’nın kaypak, dişi, hasta kavramlarını, hain endişelerini aksettiremezdi bu dil. Bu manada kamuslar da kifayetsizdi.  Yani Osmanlı’nın asırlarca Avrupa’ya ihtiyacı olmamıştı. Avrupa dilini öğrenmek bir tenezzüldü, bir lekelenişti. Tercümanları vardı Osmanlı’nın. Tercümanları yani uşakları. Avrupa manevi hisarların gediklerinden yurda yayıldıkça, Fransızca öğrenmek zaruret oldu.