Thursday, April 14, 2016

Ansiklopedi Çubuğu ve Ölümsüzlük


“O dünya ne kadar sürecek peki?”

“Sonsuza dek.”

“Anlayamıyorum” dedim. “Nasıl sonsuza dek? Bünyenin bir sınırı var. Bünye öldüğünde beyin de ölür. Beyin ölürse de bilinç sona erer. Öyle değil mi?”

“Değil. Düşüncenin bir zamanı yoktur. Bu düşünce ile rüyanın farklı noktasıdır. Düşünce dediğimizle bir an içerisinde her şeyi görebilmek mümkündür. Sonsuzu tecrübe etmek de mümkündür. Bir kapalı devre oluşturup sonsuza dek onun içerisinde dönüp durmak da mümkündür. Düşünce böyle bir şeydir işte. Rüya gibi ortasında kesilivermez. Ansiklopedi çubuğu gibidir.”

“Ansiklopedi çubuğu?”

“Ansiklopedi çubuğu bir bilim adamının icat ettiği bir teorik oyundur. Ansiklopediyi bir kürdana sığdırmaya dayanır. Nasıl olabilir sence?”

“Bilemiyorum.”

“Basit, bilgiyi, yani ansiklopedinin metnini tamamen sayılara çevirirsin. Her harf iki haneli bir sayıya dönüştürülür. A 01, B 02 gibi. 00 boşluktur, aynı şekilde nokta ve virgül de sayılaştırılır. Bunun üzerine uzun mu uzun kesirli sayılar ortaya çıkar. ‘0.17320000631’ gibi. Sonra bu sayıyı kürdanın denk gelen kısmına nokta olarak yerleştirirsin. Şöyle ki, 0.50000’a denk gelen kısım kürdanın tam ortasıdır. 0.3333 olursa başından üçte biri kadar mesafedeki noktadır. Anladın mı?”

“Evet.”

“Böylece üst üste kürdanın üzerinde uzun bilgiler işlenir. Elbette bunu nihayetinde teorik olarak düşün, gerçekte mümkün değildir. O kadar ayrıntılı noktaları işlemek bugünkü teknolojiyle mümkün değil. Fakat düşünce dediğimiz şeyin niteliğini anlaman için yeterli olur herhalde. Zaman kürdanın uzunluğudur. İçerisine işlenen bilgilerin miktarı kürdanın uzunluğuyla alakalı değildir. İstediğin kadar uzatabilirsin. Sonsuza yaklaştırmayı bile başarabilirsin. Sona ermez. Anlıyor musun? Sorun yazılımla ilgilidir. Donanımın bununla hiçbir alakası yoktur. İster kürdan, isterse 200 metre uzunluğunda bir ahşap, hatta ekvator çizgisi olsun hiçbir şekilde fark etmez. Senin vücudun ölse, bilincin yok olup gitse bile, düşüncen bir an önceki noktayı yakalar, sonra da o noktayı sonsuza kadar dilimlemeye başlar. Havada uçan okla ilgili eski paradoksu anımsa lütfen. Şu ‘uçan ok duruyordur aslında’ lafını. Vücudun ölümü uçan oktur. Bu senin beynini hedefleyerek düz bir çizgi üzerinde ilerler. Bundan hiç kimse kaçamaz. İnsan bir gün gelir ölür, vücudu mutlaka çöker. Zamansa önünde okla ilerler. Fakat az önce de söylediğim gibi, düşünce zamanı sonsuza dek parçalar. İşte o yüzden sözünü ettiğim paradoks gerçekte vardır. Ok hedefine ulaşmaz.”

“Yani” dedim. “Ölümsüzlük.”

“Evet, öyle. Düşüncenin içindeki insan ölümsüzdür. Aslında ölümsüz olmasa bile, ölümsüzlüğe çok yakındır. Sonsuz yaşam demek daha doğru olur.”

“Araştırmanın esas amacı da buydu öyleyse.”

“Hayır, öyle değil” dedi profesör. “Başlangıçta ben de farkında değildim. En başta tamamen merakla başladığım bir araştırmaydı. Fakat araştırma ilerledikçe bir anda kendimi bu noktada buldum ve keşfettim. İnsanoğlu zamanı uzatarak değil, zamanı parçalayarak ölümsüzlüğe ulaşabilir.”



Koltuk, Sandviç ve Şişmanlık



Koltuk çok rahattı. Ne fazla yumuşak, ne de fazla sertti; başımın altına koyduğum yastığın sertliği de tam kıvamındaydı. Hesap için gittiğim yerlerde, mola saatim geldiğinde o yerdeki koltuklarda dinlenirim, ama koltuklar asla rahat olmaz. Çoğunlukla gelişigüzel satın alınmış koltuklardır. Görünüşü güzel, pahalı olduğu belli olan koltuklarda bile, uzanıp baktığımda, hemen her seferinde hayal kırıklığına uğrarım. İnsanların koltuk seçiminde neden o kadar özensiz davrandığını bir türlü anlayamam.

Koltuk seçiminin, sahibinin kalitesini gösterdiğine –bu tamamen bir önyargı sanırım– eminim. Koltuk hafife alınamaz; başlı başına bir dünyadır. Fakat bunu iyi bir koltukta oturarak yetişmiş insanlardan başkası anlayamaz. İyi kitap okuyarak büyümekle iyi müzik dinleyerek büyümekten hiç farkı yoktur bunun. İyi bir koltuk, bir diğer iyi koltuğu doğurur, kötü bir koltuk, başka bir kötü koltuğu doğurur.

Ben, lüks arabalarda dolaşırken, evlerine ancak ikinci, hatta üçüncü sınıf koltuklar koyan insanlar biliyorum. O tür insanlara pek güvenemem. Evet, lüks bir arabanın belirli bir değeri vardır, ama bu yalnızca pahalı bir araba demektir. Parasını verdikten sonra, herkes satın alabilir. Fakat iyi bir koltuk alabilmek için, o ölçüde beğeni, deneyim ve felsefe gerekir. Para harcanır, ama bu tek başına yeterli değildir. Koltuğun ne olduğuna dair net bir imaj yoksa mükemmel bir koltuğu elde etmek imkânsızdır.

Benim orada uzandığım koltuk, her şeyiyle birinci sınıftı. Bu sayede, kendimi ihtiyara daha yakın hissetmeye başladım.
**
Sandviç, normal restoranlarda çıkan sandviçlerle karşılaştırıldığında, beş, altı porsiyon kadar ediyordu herhalde. Üçte ikisini sessizce yedim. Uzun süre yıkamayla uğraşınca, nedendir bilmem, karnım feci halde acıkmıştı. Salam, salatalık ve peyniri sırasıyla ağzıma tıkıştırdıktan sonra, sıcak kahveyle mideme yolladım.

Ben üçüncüyü bitirdiğimde ihtiyar daha ancak bir tane yiyebilmişti. Salatalık seviyor gibiydi; ekmeği açıp salatalığın üstüne uygun miktarda tuz serpiyor, güçlükle duyulan bir hıtırtıyla ısırıyordu. İhtiyarın sandviçini yerkenki hali, nedense edepli bir cırcırböceğini andırıyordu.

“İstediğin kadar yiyebilirsin” dedi ihtiyar. “Benim yaşıma gelince insan pek fazla yiyemiyor. Biraz yiyip, biraz hareket edebiliyor ancak. Fakat gençlerin bol bol yemesi gerek. Bol bol yiyip, şişmanlamalı. Millet şişmanlıktan pek hoşlanmıyor, ama bence, bunun nedeni yanlış şişmanlamak. İşte onun için şişmanlık yüzünden sağlıklarını, güzelliklerini kaybediyorlar. Fakat doğru şişmanlama durumunda öyle bir durum asla ortaya çıkmaz. Yaşam dolu dolu bir hal alır, cinsel iştah artar, beyin daha iyi çalışır. Ben de gençken şişmandım. Şimdi o halimden eser kalmadı gerçi.

“Nasıl? Sandviç çok güzel olmuş değil mi?”

“Evet. Çok lezzetli” diye övdüm. Gerçekten lezzetliydi. Ben koltuk konusunda olduğu kadar, sandviç konusunda da zor bir insanımdır, ama o sandviçler, benim standardımı rahatlıkla aşabilecek ölçüdeydi. Ekmek taze ve pişkindi; çok keskin, temiz bir bıçakla kesildiği belliydi. Sıklıkla gözden kaçırılabilen bir noktadır, ama iyi bir sandviç yapabilmek için, iyi bir bıçak kullanmak mutlaka gereklidir. Ne kadar kaliteli malzeme kullanılırsa kullanılsın, bıçak kötüyse lezzetli bir sandviç yapmak mümkün değildir. Hardal kaliteli, marul taze, mayonez de ya el yapımı ya da ona yakındı. Uzun zamandır ilk kez bu kadar lezzetli bir sandviç yiyordum.

Dünyada Gözyaşı Dökülemeyecek Üzüntüler Vardır

 Sharon McCutcheon 

Sesli sesli ağlamak istedim, ama ağlayamazdım. Gözyaşı akıtmak için fazlasıyla yaşlanmış, fazlasıyla deneyimlerden geçmiştim. Dünyada gözyaşı dökülemeyecek üzüntüler vardır işte. Bunu kimseye anlatamayacağınız gibi, anlatsanız bile hiç kimsenin anlayamayacağı türden şeylerdir. O üzüntü şekli hiç değişmeden, rüzgârsız bir gecede yağan kar gibi sessizce yüreğinizde birikir durur.


Daha gençken, bir şekilde üzüntüyü sözcüklere dönüştürmeyi denemiştim. Fakat sözcükleri ne kadar zorlarsam zorlayayım, o sözcükleri birilerine söyleyemediğim gibi, kendi kendime bile söyleyemediğimi düşünüp, bunu yapmaktan vazgeçmiştim. Öylece sözcüklerimi hapsetmiş, yüreğimi de kapatmıştım. Derin üzüntüler gözyaşı şekline bile dönüşmezler.

Haşlanmış Harikalar Diyarı ve Dünyanın Sonu


İnsan eksikliklerini kendiliğinden gideremez. Eğilimleri yaklaşık olarak yirmi beş yaşına kadar katılaşır ve daha sonra ne kadar çabalarsa çabalasın karakterini değiştirmeyi başaramaz. Sorun dış dünyanın o eğilimlere ne şekilde tepki vereceğiyle sınırlıdır.
**
Pek anlayamadığımı söyledim. Çoğunlukla dürüst bir insanımdır. Anladığım zaman anladım, anlamadığım zaman da net olarak anlamadım derim. İkircikli ifadeler kullanmam. Sorunların büyük kısmının ikircikli ifadeler yüzünden çıktığına inanırım. İnsanların çoğunun ikircikli ifadeler kullanmasını, onların aslında içten içe, bilinçsizce de olsa, sorun çıkmayı arzu etmelerine bağlarım. Başka türlü düşünebilmem mümkün değil.
**
Beklentiler, hayal kırıklıklarını birlikte getirebilir.
**
Kütüphaneler de eskisine oranla bir hayli değişmişti. Ödünç alma kartlarının kitapların arka kapaklarının iç kısımlarındaki açık zarflarda durduğu devirler, artık rüyalarda kalmıştı. Çocukluğumda, ödünç alma kartının üzerinde sıralanan damgaların tarihine bakmayı severdim.
**
Sır dediğiniz şey, o sırrı bilen sayısı az olduğu için sırdır.
**
Yaşam döngüsü hep aynıdır. Kurmak için uzun zaman harcanan şeylerin yıkılması için bir saniye bile yeterli olur.
**
“Ben on altı sene okula gittim, ama bunun pek fazla işe yaradığını sanmıyorum. Dil bilmem, müzik aleti çalamam, borsadan anlamam, ata da binemem.”
**
Her insanın bir konuda birinci sınıf olabilme yeteneği vardır. Sorun yalnızca bunun yeterince açığa çıkarılamaması. Açığa çıkarmayı bilmeyen insanlar birbirinin üzerine yüklenip, o yetenekleri iyice ezdiği için, çoğu insan birinci sınıf olamıyor. Sonra karşılıklı olarak ufalanıp yok oluyorlar.


Tuesday, April 12, 2016

Why Finland has the best schools

The Harvard education professor Howard Gardner once advised Americans, “Learn from Finland, which has the most effective schools and which does just about the opposite of what we are doing in the United States.”
Following his recommendation, I enrolled my 7-year-old son in a primary school in Joensuu, Finland, which is about as far east as you can go in the European Union before you hit the guard towers of the Russian border.
OK, I wasn't just blindly following Gardner — I had a position as a lecturer at the University of Eastern Finland for a semester. But the point is that, for five months, my wife, my son and I experienced a stunningly stress-free, and stunningly good, school system. Finland has a history of producing the highest global test scores in the Western world, as well as a trophy case full of other recent No. 1 global rankings, including most literate nation.
In Finland, children don't receive formal academic training until the age of 7. Until then, many are in day care and learn through play, songs, games and conversation. Most children walk or bike to school, even the youngest. School hours are short and homework is generally light.


Unlike in the United States, where many schools are slashing recess, schoolchildren in Finland have a mandatory 15-minute outdoor free-play break every hour of every day. Fresh air, nature and regular physical activity breaks are considered engines of learning. According to one Finnish maxim, “There is no bad weather. Only inadequate clothing.”
One evening, I asked my son what he did for gym that day. “They sent us into the woods with a map and compass and we had to find our way out,” he said.
Finland doesn't waste time or money on low-quality mass standardized testing. Instead, children are assessed every day, through direct observation, check-ins and quizzes by the highest-quality “personalized learning device” ever created — flesh-and-blood teachers.
In class, children are allowed to have fun, giggle and daydream from time to time. Finns put into practice the cultural mantras I heard over and over: “Let children be children,” “The work of a child is to play,” and “Children learn best through play.”
The emotional climate of the typical classroom is warm, safe, respectful and highly supportive. There are no scripted lessons and no quasi-martial requirements to walk in straight lines or sit up straight. As one Chinese student-teacher studying in Finland marveled to me, “In Chinese schools, you feel like you're in the military. Here, you feel like you're part of a really nice family.” She is trying to figure out how she can stay in Finland permanently.
In the United States, teachers are routinely degraded by politicians, and thousands of teacher slots are filled by temps with six or seven weeks of summer training. In Finland teachers are the most trusted and admired professionals next to doctors, in part because they are required to have master's degrees in education with specialization in research and classroom practice.
“Our mission as adults is to protect our children from politicians,” one Finnish childhood education professor told me. “We also have an ethical and moral responsibility to tell businesspeople to stay out of our building.” In fact, any Finnish citizen is free to visit any school whenever they like, but her message was clear: Educators are the ultimate authorities on education, not bureaucrats, and not technology vendors.
Skeptics might claim that the Finnish model would never work in America's inner-city schools, which instead need boot-camp drilling and discipline, Stakhanovite workloads, relentless standardized test prep and screen-delivered testing.
But what if the opposite is true?
What if high-poverty students are the children most urgently in need of the benefits that, for example, American parents of means obtain for their children in private schools, things that Finland delivers on a national public scale — highly qualified, highly respected and highly professionalized teachers who conduct personalized one-on-one instruction; manageable class sizes; a rich, developmentally correct curriculum; regular physical activity; little or no low-quality standardized tests and the toxic stress and wasted time and energy that accompanies them; daily assessments by teachers; and a classroom atmosphere of safety, collaboration, warmth and respect for children as cherished individuals?
Why should high-poverty students deserve anything less?
One day last November, when the first snow came to my part of Finland, I heard a commotion outside my university faculty office window, which is close to the teacher training school's outdoor play area. I walked over to investigate.
The field was filled with children savoring the first taste of winter amid the pine trees. My son was out there somewhere, but the children were so buried in winter clothes and moving so fast that I couldn't spot him. The noise of children laughing, shouting and singing as they tumbled in the fresh snow was close to deafening.
“Do you hear that?” asked the recess monitor, a special education teacher wearing a yellow safety smock.
“That,” she said proudly, “is the voice of happiness.”
William Doyle - Los Angeles Times

Kıble Evler 4


“O evlerde ki, -Allah onların yüceltilmesine (tâzim ve tebcil edilmesine) ve İsminin zikredilmesine izin vermiştir- ne ticaret ve ne de alışverişin Allah’ı zikirden, namaz kılmaktan, zekât vermekten alıkoyduğu erkekler, sabah akşam O’nu tesbih ederler: Bunlar kalplerin ve gözlerin (dehşetten) kıvranacağı günden korkarlar.” (Nur, 24/36-37).”

Âyet-i kerîmede sabah ve akşam vakitlerinde, evlerde yapılacak zikrullahtan maksadın “namaz” olmadığını belirtmek isteriz. Çünkü, âyetin devamında zaten ayrıca namaz ve diğer bir kısım farzlar mevzubahis edilmektedir ve dinimizde normalde farz namazlar evde değil, mescitlerde kılınmalıdır. Öyleyse, buradaki “zikrullah”tan murat edilen şey namaz değildir. Asıl maksat, bizdeki marifetullahı artırmaya yönelik ilmî çalışmalardır. Daha açık bir ifade ile, bu âyette evlerde manevî değerlerin öğretilmesi manasını da ifade eden “evlerde zikrullah”a vurgu yapılmaktadır.

**
“Kişi evine girdiği zaman yemek yediğinde Allah’ı zikrederse, Şeytan (avanesine): ‘Bu evde size geceleme de yok, yemek de yok.’ der. Adam girişte Allah’ı anmazsa şeytan (avanesine): ‘Burada size geceleme var.’ der. Yemek yerken Allah’ı zikretmezse Şeytan: ‘Size geceleme de var, akşam yemeği de var.’ der.”


Kıble Evler 3

İlim ve medeniyetin gelişmesinde, müzâkerenin ve düşüncelerin birleşerek birbirlerini mayalayıp zenginleştirmesinin büyük yeri vardır. Bir meselenin müzakeresinde herkes mizacına, birikimine göre, bir tarafını görür. Bunlar müzakere ile ortaya konunca, herkeste yeni fikir kıvılcımları, uygulama şimşekleri çıkar; feyz dediğimiz ilmî, manevi bereketlenmeler hâsıl olur. İştirakçiler sadece bilgileri artmış, ufukları genişlemiş olarak değil, birbirlerine olan güven ve sevgileri de katmerlenmiş ve amel konusunda yeni bir şevkle donanmış olarak o cemaatten ayrılırlar.

Bu feyizlenme insanlık için o kadar önemlidir ki, bir kısım Batılı sosyologlar dünyanın kenarda kalıp farklı kültürlerle temas kurmamış olan milletlerin, medeniyet geliştiremediklerini, basit bir seviyede kaldıklarını söylerler. Buna Eskimoları, dış dünya ile temastan önceki hâlleri ile Japonları, Polonezleri vs. örnek gösterirler. Şu halde, eş-dostların, akrabaların, komşuların, meslektaşların kendi aralarında teşkil edecekleri nezîh, ilmî cemaatler, sohbetler ilmimizi, feyzimizi, Allah nezdindeki değerimizi artıracaktır.

Radyo, televizyon ve her köşe başında mantar gibi biten sağlıksız kahvehane ve eğlence yerlerinin insanları iyice ferdileştirip yalnızlaştırdığı günümüz şartlarında, üzerinde durduğumuz, küçük samimi dost guruplarına şiddetle ihtiyaç vardır.

Bu çeşit gruplara imkân sağlayan evler sayıca arttıkça ve hatta evlerimizin her biri, aile efradı ve yakınları için bu manada hizmetlere şuurla yöneldikçe, bir başka ifade ile, hususî evlerimiz, -ayet-i kerimenin emrine uygun şekilde- kıble kılındıkça, milletçe içine düştüğümüz atalet ve geriliklerden kurtuluşumuz kesinlik kazanacaktır.

Friday, April 1, 2016

Dini Hassasiyeti Tekrar Yakalama

Kur’ân-ı Kerim’in kesin bir hükmüne göre, içinde bulunduğumuz gevşeklik ve uyuşukluktan çıkabilmek için kendi irade ve gayretimizle bir şeyler yapmazsak, gökten inme bir kurtuluş beklemeye hakkımız yoktur: “Şurası muhakkak ki, bir kavim, kendinde olan (kötülüğü iyiye tebdil etmedikçe) Allah, o kavimde olan (kötülüğü) değiştirmez.” (Ra’d, 13/11) Eğer hâlimizin değişmesini, daha iyiye gitmesini istiyorsak, kendi irade ve gücümüzü kullanarak, arzu ettiğimiz istikamette yol alma gayretine gireceğiz. Bu da, temel değerlerimizi önce kendimize kazandırıp, bu değerlere uygun bir hayat düzenine girmemize bağlıdır. Bunu temin edebilmek için ev dersinin gereğine inananlar, yarını, yeni şartların oluşmasını beklemeden bu işe hemen başlamalıdır.

Resûlullah, İslam’a girenlere, her seferinde, ailelerine de İslam’ı öğretmelerini tembih ettiği için, aile fertlerinden bilenlerin, bilip öğrendiklerini bilmeyenlere, yeni yetişenlere öğretmesi bir vazife olmuştu. Bazı açıklamalara göre, Hz. Ömer halife oluncaya kadar, kişi kızını ve küçük kardeşini kendisi okutuyor, büyük olan da zihinlerinin canlılığı sebebiyle büyükten karşılıklı olarak alıyordu. Fetihler artıp, Arap olmayanlar ve çöllerde yaşayanlar da İslam’a girince çocukların sayısı çok arttı. Bunun üzerine Hz. Ömer, çocukların talim ve te’dibi (eğitimleri) için müstakil mektep binalarının inşasını ve muallimlerin tespitini emretti…”

“Bidayetteki bu uygulama, aile fertlerini yetiştirme işinin aile reisinin sorumluluğunda olduğunun ve hatta eğitim işinin öncelikle de, evlerde olması gerektiğinin tespitinde önemli bir delil olarak değerlendirilebilir diye düşünüyoruz. Nitekim Resûlullah, etrafındakileri öğrenmeye teşvik ederken, öğretmeye de teşvik etmiştir. Yani insan, bildiğini, en yakınlarından, ailesinden başlayarak başkasına da öğretecektir.

“Benden bir şey [söz, amel] öğrenip, onu başkasına da, öğrendiği şekilde öğreten kişi(nin yüzünü kıyamet günü) Allah taze kılsın. Nice sonradan öğrenen, bizzat dinleyenden daha iyi kavrar.”

Bıktırmamak

Evlerde yapılacak dost ve akrabalar arası irfan sohbetlerinin bıktırıcı bir kesafet ve çoklukta olmamasına dikkat edilmelidir. Bu nevi toplantılar çok fazla olursa, iştirakçileri bıkma ve usanmaya sevk edeceği gibi, faaliyeti yapanları, kendi evleriyle meşguliyette ihmale sevk eder; ikisi de zararlıdır. Nitekim İslam’a hizmet için fedakârâne çalışan nice hizmet erlerinin çocuklarında zaman zaman görülen eksiklikler dikkat çekmekte ve haklı dedikodulara sebep olmaktadır. Bu durumun, büyük ölçüde, metotta yer verilen gayr-ı İslâmîlikten kaynaklandığı kanaatindeyiz. Yani dışarıda koşarken ev ihmal ediliyor olmalı.

Bu noktada, halka umumi dersler veren İbn-i Abbâs’ın, İkrime’ye (radıyallahu anhumâ) yaptığı bir nasihati yeri gelmişken hatırlatmak isteriz: ‘İkrime rahimehullah anlatıyor: İbn-i Abbas (radıyallahu anhumâ) dedi ki: “İnsanlara haftada bir kere hadis konuş. Buna uymazsan iki kere olsun. Daha çok yapmak istersen üç olsun. Sakın halkı şu Kur’ân’dan usandırma! Halk kendi meselelerini konuşurken, senin onlara gelip sözlerini keserek, bir şeyler anlatıp onları bıktırdığını görmeyeceğim. Onlar konuşurken sus ve dinle. Onlar sana gelip ‘Konuş!’ diye talepte bulununca, istiyorlar demektir, o zaman konuşursun…”

Burada halkı irşat ve talimde dikkat edilmesi gereken bazı mühim edepler beyan edilmektedir:

1- Haftada birçok kere değil, en ziyade üç kere irşat etmek. Normali bir defadır. Sebebi de açıklanmaktadır: Usandırmamak.

2- İkinci bir husus, talip olmayan, istek izhar etmeyene de konuşup davette bulunmamak. Bazı âlimler buna mekruh demiştir.

3- Ayrıca hadis, insanların konuşmalarını keserek talimde bulunmayı da yasaklıyor. Âlimler buradan hareketle, “İlim, isteyene ve hırs gösterene öğretilmelidir.” demiştir. Öyleyse, ilmi neşredenler, önce öğrenmeye arzu uyandırıcı tedbirler almalı, arzuların uyanacağı fırsatları kollamalı, ondan sonra anlatmaya geçmelidir. Bu durumlar göz önüne alınmadan yapılacak irşat faaliyeti nefret uyandırır, akim kalır. Resûlullah’ın tebliğde önem verdiği düsturlardan birinin bu olduğunu, telkinden önce insanları almaya hazırladığını, onların alıcı durumlarını kollayıp fırsatları değerlendirdiğini bilmeliyiz.



İstişare Liyakatı ve İslam'da Kadınla İstişare Mevzuu

Kadınla istişare meselesini, istişare adabı üzerine, âlimlerin sünnete dayanarak tespit ettiği umumi prensipler muvacehesinde ele almak en doğru yoldur. Bu cümleden olarak, müşavirin “liyakat”ı üzerinde ısrarla, ittifakla durulmuştur. Öyle ise istişare etme ihtiyacı duyulan mesele kadının ihtisas, bilgi ve tecrübesiyle alâkalı değilse, elbette ona müracaat fayda değil, zarar getirebilir. Nitekim Münâvi, “Kadınlara itaat pişmanlıktır.” rivayetini -zayıf olduğuna dikkat çekmekle beraber- “erkeklere ait işlerde” diye kaydeder.

Liyakat açısından erkek, kadından farklı değildir. Bilgi, görgü, ihtisas, tecrübe ve alâka gibi, müracaatı meşru ve gerekli kılan bir vasfı taşımadıkça, sırf “erkek olduğu için” erkeğe müracaat hiçbir âlim tarafından tavsiye edilmemiştir. Yukarıda kaydedilen misallerde, Hz. Şuayb’ın kızının, o meselede bilgi ve dirayet sahibi olduğunu gösteren rivayetleri müfessirler kaydederler.

Şu halde liyakatli olan herkes, kadın veya erkek, istişareye layıktır. Olmayan da değildir, ölçü cinsiyet değil, liyâkattir. Ne var ki, bir beldenin veya bir milletin hâkim kültüründe, kadın, sadece mutfak ve diğer günlük işlere hapsedilir, okuyup mânen-ruhen-ilmen yetişip gelişmesi önlenirse istişare dışı bırakılmaya mahkum edilir. Bu hâlin elbette İslamla bir ilgisi yoktur.

Töre Cinayetleri ve Sünnet


Aleyhissalatu Vesselam,  hanımına iftirada bulunulduğu zaman, meseleyi -bir kalemde reddederek- kapama cihetine gitmemiş, aksine, işi geniş çaplı bir tahkikata tâbi tutmuş, Hz. Aişe’nin azatlı cariyesi Berîre’ye varıncaya kadar birçok kimseye başvurup Ayşe Validemiz hakkındaki kanaatlerini sormuştur.

Şurası muhakkak ki, Aleyhissalatu vesselam, iffet âbidesi, mutahhar yüce validemiz hakkında taşıdığı herhangi bir şüphesi sebebiyle böyle bir davranışa yer vermiş değildi. O, ümmetine, insanların en hassas bir meselesinde nasıl davranacaklarına dair örnek sünnetler göstermekte idi. Bugün ümmet, namus meselesi diyerek, töre cinayeti kulbu takarak nice kanların döküldüğü, nice masum canların kıyıldığı bu meselelerde Resûlullah’ın canlı örneğine ne kadar muhtaç. İşte ibret alınması gereken bu noktaya, bu ciddi meselede Resûlullah’ın davranış tarzına dikkat çekmek için bu bahse yer verdik.

Bu meselede esas bilinmesi gereken husus şudur ki, Resûlullah namus meselesinden zanlı duruma düşürülen hanımına, vahiy gelip onu tebrie etmezden önceki zanlı hâli esnasında, ithamkâr, rencide edici, kalp kırıcı bir tek söz bile sarf etmemiştir.

Aile ve Kadın

Ailenin öncelikli vazifelerinden biri, gelecek nesillerin hazırlanması, yani çocuk terbiyesidir. Kadının ev işlerini yapmakla mecbur kılınmamasından başka, kendisine bir hizmetçi edinme “hakkı”nın da tanınması, annenin kendisini çocuklarına daha ziyade vermesini sağlayan bir âmildir.
**
“Kadınlara hayırhah olun, zira kadın bir eyeği kemiğinden yaratılmıştır. Eğe kemiğinin en eğri yeri yukarı kısmıdır. Onu doğrultmaya kalkarsan kırarsın. Kendi hâline bırakırsan eğri halde kalır. Öyleyse kadınlara hayırhah olun.”
Bu hadisin bir başka vechi şöyledir: “Kadının eğe kemiğinden yaratılmıştır. Asla bir istikamet üzere doğru olmayacaktır. Ondan istifâde etmek istersen eğri haliyle istifade et, doğrultmaya kalkarsan kırarsın. Onun kırılması, boşanmasıdır.”

Hadisten açık olarak anlaşıldığı üzere Aleyhissalatu Vesselam, fıtratın bir gerçeğini teşbihli bir üslupla gündeme getirmektedir: Kadınların kendilerine has tabiatları vardır ve bu tabiat fıtridir, yaratılıştandır, erkeğin hevası ile değişmeyecektir. Öyleyse, onu kendine has mizacıyla kabullenmek gerekir. Aslında erkekler de öyledir. Can çıkar da huy çıkmaz deyimiyle ifadelendirdiğimiz kanun, kadın-erkek herkese hâkimdir. Resûlullah, her erkek gibi kadının da şahsî farklılıklarıyla kabul edilmesi gerektiğine bu üslupla dikkat çekiyor. Ailenin devamı ve huzurlu geçimi için en uygunu, mevcut hâl üzere uyuşma yolları aramaktır. Eşlerin birbirlerinin eğriliklerine, yani hoşa gitmeyen huylarına, alışkanlıklarına tahammül etmektir. “ksi halde, eşlerin ilk anlaştıkları, birleştikleri, birbirlerini sevdikleri yönleriyle yola devam etmeleri yerine; birbirlerinin sevmedikleri, belki de nefret ettikleri yönlerini öne çıkararak, bu hoş bulmadıkları tarafları düzeltmeye gayret ederek gerekli uyumu tesis etmeye çalışmak gibi yanlış bir düşünceyle hareket edip uyum meselelerini bu şekilde ele almakla yol alınamayacağı, müspet bir neticeye varılmayacağı açıktır.

Resûlullah bu nevi hadisleriyle, karı ve kocaya, “Birbirinizin fıtratından gelen ve hoşunuza gitmeyen huylarını değiştirmek gibi yanlış bir yola girmeyin... vs.” manasında tavsiyede bulunmaktadır. Aksi takdirde, mesela erkek, kadından ileride olan erkeklik gücünü kullanarak onu değiştireceği zannıyla böyle bir işe girişecek, hanımına kendi istediği şekli vermeye kalkacak olursa, kuvvetle muhteledir ki bu davranış, eşiyle arasında kırılmalara sebep olabilecektir.

Tekrar edelim ki, bu durum her iki taraf için de söz konusudur. Hz. Peygamber’in kadınların zikrine öncelik vermesi; karşı tarafı kendi istediği şekle koyma düşüncesinin, gerek içtimaî gerekse fizikî durumları sebebiyle genellikle erkeklerde bulunmasından dolayıdır. Meseleyi gerektiği şekilde değerlendiremeyen bazı kimselerin, bu çeşit hadislerde kadınların istiskal edildiği manasının mevcudiyetini iddia etmeleri yanlıştır.

Yeri gelmişken hadiste mevcut bir diğer inceliğe daha dikkat çekmek isteriz. Hadisin, “Kadın eyeğidendir, doğrultursan kırarsın. Ona iyi muamelede bulun, onunla yaşa.” veçhinden daha iyi anlaşılacağı üzere, Aleyhissalatu Vesselam, kadınların hassas bir mizaç üzere yaratıldıklarına, onlara iyi muamele yapıldığı takdirde, onlarla uyum içinde yaşanabileceğine dikkat çekmektedir.

İmam Gazâli, hadisten, kadında rastlanabilecek bir kısım huysuzluklara, müsamaha ve anlayışla mukabele etmek gerektiğini anlar: “Kocanın karısı ile iyi geçinmesi, ona karşı güzel ahlâkla muamelede bulunması, kadının hakkıdır. Güzel ahlâktan murat kadına eza-cefa etmemek değil, onun ezasına tahammül göstermek, Resûlullah’ın yolundan giderek kadının taşkınlık ve gazabına karşı halîm selîm davranmaktır.” der.

Nevevî gibi bir kısım âlimler bu hadiste, Resûlullah’ın kadınlara olan şefkat ve merhametini görürler. Nevevî yorumunda haklıdır kanaatindeyiz, çünkü, Resûlünün sünnetine uyarak Rabbinin rızasını kazanmak isteyen samimi bir mümin; hanımında, hoşuna gitmeyen davranış ve hallerle karşılaştığı zaman bunları düzeltmeye giderek kıracağı, kavgalara, huzursuzluklara sebep olacağı yerde, dünya ve ahiret rehberi olan Allah Resûlünün bu sözünü hatırlayarak ondaki eğriliği (!) doğrultmaya kalkmaktan vazgeçer. Erkeğin böyle bir durumda kendini frenlemesi, kadın için bir rahmet değil de nedir? Gazali merhum da, bir erkeğin, Resûlullah’tan aldığı “Kadınına karşı iyi davran.” emrini yerine getirmiş olma rahatlığına, “Onların, hoşuna gitmeyen taraflarına tahammül etmekle” ulaşabileceğini söyleyerek, bir başka üslupla aynı noktaya parmak basmış olmaktadır.

Şunu da belirtelim ki; âlimler kadınların eğriliği deyince onların hırçınlığı, hissiliği, en basit bir hadisede boşanma talep etmesi, kocanın gücünü aşan talep ve isteklerde bulunması, aile sırrını ifşa etmesi, nankörce davranması, dedikodu yapması gibi umumiyetle fıtrî olan zaaflarını anlarlar. Şu halde Resûlullah, sadedinde olduğumuz hadiste, kadınların bu fıtrî hallerine dikkat çekerek, onların bu zaaflarını gidermeye kalkma yanlışlığına düşmeden, bu hâllerine tahammül ederek geçinme yolları aramayı tavsiye etmiş olmaktadır.
**
“Kanaatimizce, kadınların farklı bir mizaca sahip olduğunu önceden hususî bir dersle öğrenerek uygulamaya koymayan bir erkek, evlilik hayatında, aslında hiç de arzu etmediği kabalıklara düşerek, yanlış davranışlar sergileyebilir. İyi davranış iyi davranışı cezbettiği gibi, kötü davranış da kötü tepkileri tahrik edecektir. Aleyhissalatu vesselam efendimiz, bunu önlemek için, erkeklere kadın halet-i ruhiyesi ile ilgili sağlıklı bilgiler sunmuş ve bu temel bilgilere muvafık düşen ve uygun gelen davranış örnekleri ortaya koymuştur.”





Aile İçi Eğitim

Fransa, 1976 yılında, nine ve dede gibi yaşlıların, aile muhitinden uzakta yaşamalarının, yeni nesillerin yetişmesi açısından husule getirdiği mahzurları göz önüne alarak, devlet eliyle yapılan toplu mesken dediğimiz blok inşaatlarında % 20 nispetinde, tek kişilik dairelerin planlanmasını kararlaştırılmıştır. Bundan maksat, yaşlıların buralarda iskânı suretiyle, torunlarla olan münasebetlerinin çokça azalmasını veya tamamen kesilmesini önlemektir.

**
Bilhassa süt devresi olmak üzere, temyiz yaşına kadarki devrede ailevî hayat, çocuğun şahsiyetinin teşekkülü açısından da büyük ehemmiyet taşımaktadır. Yeni araştırmalar sonucu artık anlaşılmıştır ki, çocuğun fikrî gelişmesinde bilhassa ailevî ve içtimaî şartların rolü büyüktür. Müreffeh muhitlerin çocuklarının daha doğuştan, fakir muhitlerin çocuklarına üstün olacağına dair (Batılılardaki) eski inancın yerini, “Çocuğun gelişmesinde, konuşma kapasitesini kazanmasında, tecrübeler edinmesinde hayatının akışına yön veren sâiklerin inkişafında ailevi şartlar rol oynamaktadır.” şuuru almıştır.

**

En son nazariyelere göre, insandaki kabiliyetler, hayatın ilk yıllarında süratle gelişmektedir. O kadar ki, zekâya müteallik hassaların yarısı, dört yaşından itibaren teşekkül etmekte; altı yaşına ulaşınca üçte ikisi ortaya çıkmış bulunmaktadır. Üç yaşında bir çocuğun (terbiyede) maruz kalacağı bir yıllık bir tehir, altı ve yedi yaşlarında iki yıla bedel olmakta, on beş veya on altı yaşlarında da dört yıla bedel olmaktadır. Bu durumu göz önüne alan pek çok Amerikalı iktisatçı en verimli, en kârlı terbiyenin ilk yıllarda verilecek terbiye olduğunu ifade etmiştir. Bazı terbiyecilerin, kişinin şahsiyetini altı yaşında tamamlayacağını söylediğini ise daha önce kaydetmiştik.

Aileye ve aile terbiyesine ehemmiyet veren İslamî görüş de, çocuğun hayatında, ilk yılların ehemmiyetinde ısrar eder. Bu hususta İbn-i el-Kayyim’in sözü, diğer âlimleri temsilen kayda değer. Ona göre, ancak ölümle çıkacağı ifade edilen ve insanın şahsiyetinin ifadesi olan değişmez vasıflarını temsil eden “huy”; kişide, küçüklüğünde mürebbi tarafından alıştırılan gazap, inat, acelecilik, hafiflik, hevâperestlik, hiddet, hırs gibi ahlâklardan meydana gelmektedir. Mâverdî ve İhvânu’s-Safa risalelerinde de aynı şeyler ifade edilir.

**
İslam, aile içerisinde aile efradının terbiyesine yönelik gayretleri “en büyük cihat” olarak vasıflandırmıştır. Bediüzzaman, bu noktada şöyle der: 'Herkes kendi âleminde bir kumandan olduğundan, âlem-i asgarında cihâd-ı ekber ile muvazzaftır.'
**
“İslam, aile planında, hizmetçiye varıncaya kadar bütün aile efradının eğitiminin ihmal edilmemesini talep eder. ”