Tuesday, December 31, 2013

Peygamberlik, Bela ve Musibetler


Nebiler Serveri’nin temsil gücü ve duruşu, başına gelen belâ ve musibetlerde de en bariz bir şekilde kendini gösterirdi. Evet, Allah Resûlü çok defa belâların en büyüğüne maruz kalıyordu; kalıyordu zira bu, ilâhî ahlâk ve ilâhî âdetin bir neticesiydi. O:
 أَشَدُّ النَّاسِ بَلَاءً اَلْأَنْبِيَاءُ ثُمَّ الْأَمْثَلُ فَالْأَمْثَلُ 
“İnsanların belâya en çok dûçâr olanları, nebiler (Bazı rivayetlerde nebilerden sonra salihler, bazı zayıf rivayetlerde ise nebilerden sonra evliya denmektedir) daha sonra da derecesine göre başkaları gelir.” 
buyurarak işte bu hakikati dile getirir.
Bu demektir ki, insan ne kadar zirvede ise o kadar çok musibete maruz kalır. Soğuk, kar, fırtına ve tipi ilk defa zirveleri tuttuğu gibi, sıkıntı ve ızdıraplar da en başta zirve insanları vurur. Eğer belâ bir yerden kalkmamaya karar vermişse, bu zirve insanların karar kıldığı yerden kalkmaz ve dolayısıyla bu başı yüce kâmetlerin bir yanında sürekli kış yaşanır durur. Zirveye yakın olan yerler ise, onlar da değişik mevsimlerde hem o kardan, hem doludan, hem de dumandan nasiplerini alırlar. Önce konuyu böyle anlamak gerekir; gerekir, zira bu ilâhî bir âdettir. Çünkü öyle olmasa, önlerindeki temsil konumunda bulunan bu zatlara gözünü dikip bakan kimselerin: “Maşaallah keyfi yerinde!” gibi sözler söylemeleri de ihtimal dahilindedir.
Aynı zamanda bu insanlar, belâ ve musibetlere maruz kalmasalar, insanları kıvrandıran bir kısım belâ ve musibetler karşısında onların nasıl bir tavır almaları lâzım geldiği hususunda okunan bir kitap, taklit edilen bir rehber ve kendisine uyulan bir imam olamazlar. Uyulan bir imam, taklit edilen bir insan, belâ ve musibetler karşısında okunan bir kitap olabilmek için evvelâ bu sıkıntıların onlara gelmesi çok önemlidir. Evet, bu gibi olumsuz hususlar peygamberler ve peygamberlik sona erdikten sonra Hak dostu, peygamber vârisi büyük insanlar için de söz konusudur; zira onlar da rehber konumundadırlar. Âdeta belâlar bu insanların başlarına sağanak sağanak yağar; hatta yağmadığı zamanlarda bu rehberler hemen bir kordon kopukluğu olduğu paniğine kapılıp Rabbileriyle alışverişlerinin kesildiğini zannederler. 
...denebilir ki Efendimiz’in hayatının hiçbir karesi imtihansız geçmemiştir.

Kur'an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali [Ali Ünal] 27: Tevbe Suresi'nden - Mevcut Tevrat


... mevcut Tevrat’ta Cennet’le ve Âhiret’le ilgili açık bir ifade bulmak mümkün değildir denebilir. Tevrat, ölümden sonraki hayat, Hüküm Günü, Allah’ın Âhiret’te mükâfatlandırması ve cezalandırması gibi inanç ve anlayışlardan bütünüyle tecrit edilmiş gibidir. Her peygamber aynı iman esaslarıyla geldiği ve Âhiret’e iman bu esasların ikincisini teşkil ettiği için Tevrat’ın aslında Âhiret’le, Cennet ve Cehennem’le, İlâhî mükâfat ve ceza ile ilgili pek çok ifadenin hiç şüphesiz bulunmuş olması gerekir. Ne var ki, mevcut Tevrat, Yahudilerin çok fazla dünyevileştiği bir zamanda derlendiğinden, ebedî saadetle ilgili ifadeler dünyada başarı, zafer ve Cennet’le ilgili ifadeler de Filistin olarak değerlendirilmiş ve öyle yazılmıştır. Meselâ, Kur’ân-ı Kerim’de müttakîlere va’edilen Cennet’te tertemiz su, süt, lezzetli ve insanı sarhoş etmeyen şarap (değişik meyve suları) ve saf bal ırmaklarından söz edilir (Muhammed Sûresi/48: 5). Tevrat’ta ise, süt ve bal ülkesi (Tesniye, 6: 3) ifadeleri artık Filistin olarak anlaşılmış, öyle yorumlanmış ve öyle kayda geçirilmiştir. 
Bununla birlikte, en azından bazı Yahudiler, İslâm’dakinden farklı da olsa, öldükten sonra dirilmeye, Yahudi dininin 13’üncü esası olarak inanmaktadırlar. Meselâ: “Onüçüncü esas, öldükten sonra dirilmedir. Ramba’m, bu konuda şöyle yazar: ‘Öldükten sonra dirilme, Musa aleyhisselâmın koyduğu temellerden biridir. Buna inanmayanın Yahudi diniyle bir alâkası olamaz. Fakat, bu dirilme yalnızca iyiler içindir. Hakimlerimiz, ‘Yağmurlar, hem salihler hem kötüler içindir; fakat öldükten sonra dirilme, yalnızca salihler içindir.’ diye öğretirler.” 

Kur'an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali [Ali Ünal] 26: Enfal Suresi'nden


  • Mü’minler, Allah ve Rasûlü’nün çağrısına müsbet cevap vermezler ve mukabilinde Allah da kişi ile kalbi arasına bir perde çekecek olursa bu, o kişinin tefessühü demektir. Tefessüh etmiş insanlardan oluşan bir toplumda iç kargaşaların çıkmaması mümkün değildir. Eğer bu toplumda ıslah ediciler yoksa veya var da çok zayıf ve ümit va’d etmez durumda iseler, bu toplum çok ciddî sarsıntılara uğrar. Eğer bu sarsıntılar kendilerine gelmelerine vesile olursa, yeniden düzelme mümkündür; aksi halde, düşman işgaline uğrama veya hakimiyetine girme veyahut birtakım musibetlerle helâk ya da daha başka cezaların gelmesi kaçınılmaz olur.
  • Kur’ân-ı Kerim, savaşın en önemli bir sebebi olarak fitneyi zikretmektedir. Bakara Sûresi 191’inci âyette geçip, 138’inci notta açıklandığı üzere fitne: küfür, şirk, nifak, fısk, zulüm ve bunları doğuran, ayrıca bunların sebep olduğu ortam, kargaşa, anarşi, kaos demektir. Cenab-ı Allah ise daima umumî sulhü, adaleti, emniyeti, imanı ve Kendisine teslimiyeti (islâm) diler; insan ve insan toplumları için gereken de budur. Dolayısıyla Müslümanlara düşen, fitnenin ortadan kaldırılması, yeryüzünde şirkin, küfrün ve zulmün hakim olmaması için çalışmak, gerekirse savaşmaktır. Fitne ortadan kalktıktan veya onun hakimiyetine son verildikten sonra, açıktan küfür ve şirke müsaade edilmemekle birlikte, Hıristiyanlık, Yahudilik, Mecusilik, Sabiîlik gibi farklı dinlere mensup olanlar, kendi dinlerini tatbik ve dinlerine göre yaşamada hürdürler.
  • Bunu şunun için hatırlatıyoruz ki, bir millet kendi içinde ve iç dünyasında değişikliğe uğramadıkça, Allah da o millete bahşetmiş olduğu nimeti asla değiştirmez. Hiç şüphesiz Allah, her sözü hakkıyla işitendir, her şeyi hakkıyla bilendir.(Enfal 53)

Kur'an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali [Ali Ünal] 25: A'râf Suresi'nden - Çocukla İmtihan



O Allah ki, sizi tek bir nefisten yarattı ve onunla aynı tür ve mahiyetten de kendisiyle ünsiyet etsin diye eşini var etti. Derken, bu ikisi bir araya gelip de erkek eşini bürüyünce, kadın belli belirsiz hafif bir yük yüklenir ve onu bir zaman taşır.


Nihayet taşıdığı yük ağırlaşınca, eşler birlikte, bir endişe ve telaşla Rabbileri olan Allah’a yönelme gereği duyar ve “Eğer bize sağlıklı, eli ayağı yerinde bir çocuk verirsen, andolsun biz de karşılığında şükredenlerden oluruz!” diye içten içe yalvarmaya dururlar. 


Nihayet Allah onlara diledikleri gibi sağlıklı, eli-ayağı yerinde bir çocuk verir (ve bu şekilde birbirini takiben nesiller meydana gelir). 


Ama anne-babalar, Allah’ın kendilerine verdiği bu nesiller sebebiyle, (onları tabiata ve sebeplere havale etme veya onlardaki güzellik ve başarıları ya bizzat kendilerinden veya çocukların kendilerinden bilme, ya da onlardan dolayı Allah’ı unutup, kendilerini tamamen onlara hasretme gibi yollarla) Allah’a ortaklar koşarlar. Oysa Allah, Kendisine ortak koşanların ortak koşmasından da, koştukları ortaklardan da mutlak manâda aşkındır, nihayet derecede uzaktır.(A'râf Suresi 189-190)

Kur'an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali [Ali Ünal] 24: En'am Suresi'nden 6 - Haşir

Allah’ın Rahîm, Rab, Âdil, Kerîm, Cevâd, Cemîl, Bâkî, Hafîz gibi isimleri de mutlaka Âhiret’i gerektirir. Çünkü her şeyi güzel yaratan ve bu güzelliklerle Kendini tanıtan, bunu güzelliklerinin yüzlerce perde gerisinden sergilendiği geçici dünya hayatında değil, daha çok Âhiret hayatında yapacaktır. İnsan için yaratılmış bu mükemmel kâinat, geçici bir dünya hayatı için olamaz; çünkü aksi halde kâinatta pek çok şey israf ve boşuna olmuş olur; Allah ise, her türlü israf ve abesten berîdir. Dünya hayatında adalet tam manâsıyla gerçekleşmemekte, zulüm cezasını, iyilikler mükâfatını tam anlamıyla bulmamaktadır. Halbuki Allah’ın Âdil oluşu mutlak manâda adaleti gerektirir ki, bu da ancak Âhiret’te gerçekleşebilir. Tohumlardan çıkan bitkiler ve onların hayatlarının bir hülâsası olan tohumlar ve insanda hafıza, her şeyin kaydedildiğini göstermektedir. İnsan, bu dünyaya başıboş bırakılmak için gönderilmemiştir. Ona verilen akıl, muhakeme, kalb, ruh gibi cihazlar, iç ve dış duyular, hepsinden öte irade, onun yeryüzünde çok önemli bir vazifesi, bir sorumluluğu olduğunu gösterir. Dolayısıyla, onun bütün söz ve davranışları, bu söz ve davranışlarındaki niyeti ve samimiyet derecesiyle birlikte kaydedilmekte olup, o, bir başka diyarda yaptıklarının karşılığını tam görecektir. Yine, hayat, eğer ölümden sonra dirilme olmazsa bütünüyle acıya dönüşür ve katlanılmaz olur. Çünkü, değil güzel bir ândan sonra o ânın sonsuzca bitmesinin sürekli esef ve acı getirmesi, elemi tasavvur etmek, güzel zamanların biteceğini düşünmek bile elemdir. Âhiret olmasa, insan olan insan için ayrılıklara, özellikle ölüm ayrılığına ve onların sebep olduğu acılara katlanmak mümkün olmaz. Bu ise, Cenab-ı Allah’ın sonsuz merhametine zıttır. Âhiretsiz sonlu bir hayat, insan gibi şuurlu, geçmişin elemlerini, geleceğin endişelerini taşıyan bir varlık için alay olurdu; Allah ise, bu tür işlerden mutlak manâda uzaktır.


Kur'an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali [Ali Ünal] 23: En'am Suresi'nden 5 - Küfür ve Kibir

Küfür ve şirkte diretenler, toplumda zayıf, herhangi bir statüden yoksun gördükleri kişilerle bir arada bulunmayı kibirlerine yediremezler. Dolayısıyla, onların iman edip, kendilerinin etmemiş olmasını sanki iman etmemeye bir gerekçe gibi görürler. Çünkü şeytanın iğvasıyla, kendi sosyal statülerini, makam ve zenginliklerini akıllı oluşlarına bağlar, bir insanın akıllı oluşunu onun sahip olduğu makam, mal ve statüyle ölçerler; dolayısıyla kendi yaptıklarını beğenir ve bu şekilde kendilerini kandırırlar. Oysa insanın aklı ve zekâsı, hiçbir zaman malı, makamı ve statüsüyle ölçülemez. Ne çok bilgili, zekî ve akıllı insanlar vardır ki, fakirdir ve herhangi bir makamdan yoksundur. İmam-ı Gazalî, sadece dünya işlerine eren akla akl-ı maaş der. Bir insanın akl-ı maaşta ileri olması, onun hayata, varlığa, eşya ve hadiselere yön veren, onların altında yatan değişmez doğrulara ve prensiplere ulaşmasına, onların manâsını kavramasına yeter diye bir kaide kesinlikte yoktur. Ayrıca, Allah katında değerler çok farklıdır; bunların başında, söz konusu değişmez doğruları ve kaideleri, ayrıca eşya, varlık ve hadiselerin anlamını kavrayıp, dolayısıyla Allah’a ve diğer iman esaslarına inanmak ve takva, yani Allah’a saygıyla dopdolu olarak, hayatı sözü edilen doğrulara ve kaidelere göre tanzim etmek gelir. Eğer varlık, hayat ve bilgi ekonomiden ibaret olsaydı, din, felsefe ve tefekkürî düşünce, hattâ sanat, edebiyat gibi yüksek insanî ürünler olmazdı. Bu bakımdan, insan düşüncesinin temelini de söz konusu doğrular ve kaideler oluşturmalıdır ki, inkâr ve şirke sebep olacak düşünce kaymalarına (inhiraf) düşülmesin.


Kur'an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali [Ali Ünal] 22: En'am Suresi'nden 4 - İlahi Mesaj ve İmtihan


  • Bir yerde İlâhî Mesaj hakkıyla yayılmaya başlamışsa, bu Mesaj’ı sahiplenenlerin davranışlarına ve o Mesaj’a olan vefa ve sadakatlerine, bir de karşı tarafın tavrına göre o yerde kıtlık, bolluk, kolaylık, zorluk gibi haller çok açık olarak baş gösterir.


  • Cenab-ı Allah (c.c.), İlâhî Mesaj’ın yayılmaya başladığı yerin halkını, önce genellikle zorluklarla sıkar. Bu, kalbleri yumuşasın, gafletten uyanıp kendilerine gelsinler ve içten Allah’a yönelerek, yalvarıp yakarsınlar diyedir (A’râf Sûresi/7: 94). Ayrıca, Mesaj’a bilhassa ilk gönül verenlerin de pişmesi, olgunlaşması ve zorluklara dayanıklı hale gelmesi gerekir.


  • Eğer, karşılaştıkları zorluklara ve sıkıntılara rağmen insanlar yollarını değiştirmiyor ve İlâhî Mesaj karşısında büsbütün kör ve sağır kesiliyorlarsa, bu defa Cenab-ı Allah onlara bolluk verebilir. Özellikle içlerinden bazıları aşırı refah içinde şımarır ve lüks bir hayatın içine girer. Yani, bütün bütün dünyaya yönelmelerinin neticesinde insanlar, refaha açılan kapıları keşfederler ve bu kapıların açıldığı yerde zenginlikle fakirlik bir arada gelişir; yolsuzluk, ahlâksızlık, fısk ve sefahat artar.


  • Toplumda ortaya çıkan dengesizlik, artan sefahat ve ahlâksızlık, yolsuzluk, umumî bir musibetin habercisidir, sebebidir. Eğer bu yerde İlâhî Mesaj’ı yüklenmeye hazır ve lâyık bir grup varsa, diğerlerinin helâki bu grubun öne çıkmasıyla neticelenir; eğer böyle bir grup yoksa, bu takdirde musibet daha da umumî olur.

Monday, December 30, 2013

The Ox-Bow Incident










Donald Martin: Why do ya keep asking me all these questions? You don't believe anything I tell you.  
Major Tetley: There's truth in lies too, if you can get enough of them.

---


[Gil Carter reading Martin's letter]
Gil Carter: "My dear Wife, Mr. Davies will tell you what's happening here tonight. He's a good man and has done everything he can for me. I suppose there are some other good men here, too, only they don't seem to realise what they're doing. They're the ones I feel sorry for. 'Cause it'll be over for me in a little while, but they'll have to go on remembering for the rest of their lives. A man just naturally can't take the law into his own hands and hang people without hurtin' everybody in the world, 'cause then he's just not breaking one law but all laws. Law is a lot more than words you put in a book, or judges or lawyers or sheriffs you hire to carry it out. It's everything people ever have found out about justice and what's right and wrong. It's the very conscience of humanity. There can't be any such thing as civilization unless people have a conscience, because if people touch God anywhere, where is it except through their conscience? And what is anybody's conscience except a little piece of the conscience of all men that ever lived? I guess that's all I've got to say except kiss the babies for me and God bless you. Your husband, Donald."

Sunday, December 29, 2013

Kur'an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali [Ali Ünal] 21: En'am Suresi'nden 3 - Kader




Kâinattaki muhteşem nizam ve her şeyin kusursuz yerli yerinde olup görevini eksiksiz yerine getirmesi, her şeyin bir ilme ve bir ölçüye, bir ‘plan’a dayandığını göstermektedir. İşte bu, Kader’dir. Meselâ, bir kitabın, önce yazarının zihninde manâ halinde (manevî) varlığı vardır. Yazar, sonra bu manevî varlığı planlar ve kâğıda döksün dökmesin, bir “içindekiler” hazırlar. İşte bu, o kitabın kaderî varlığıdır. Daha sonra onu harflere, kelimelere döker ki, bu da onun maddî varlığıdır. Yazılmış bulunan bu kitap kayıp da olsa, yazarın ve onu okuyanların zihninde varlığını sürdürübileceği gibi, kaybolmadan önce istenilen sayıda çoğaltılmış da olabilir. Bu misali, bir bina için de düşünebiliriz. Binanın, önce mimarın zihninde ilmî-manevî varlığı vardır. Sonra mimar, göreceği fonksiyona göre bir plan yapar; zihnindeki ilmî varlığı projelendirir ve bu proje, binanın kaderî varlığıdır. Sonra da, gerekli malzeme kullanılarak binanın maddî varlığı ortaya çıkar.

Bunun gibi, kâinattaki bütün varlıkların Allah’ın ezelî İlmi’nde ilmî-manevî varlıkları vardı(r). Sonra Allah, bunlara taayyünat, yani bir şekil, bir heyet-i umumiye verir ki, bu, onların kaderî varlığıdır. İçindeki bütün nesneler ve hadiselerle birlikte kâinatın bu kaderî varlığına, bu ilk taayyününe, bunların toplamına İmam-ı Mübîn veya Levh-i Mahfuz denmektedir. Bu, Cenab-ı Allah’ın İlmi’nin bir nevi unvanıdır da. İlmî varlığı Kader giydirir, yani ona şeklini verir; sonra da Kudret onu ‘varlık’ sahasına çıkarır.

Her bir varlığın kendi kaderi, tohumuna dercedilmiştir, kotlanmıştır. Meselâ, anne karnında cenin “yepyeni bir yaratılış”la insan halini aldığı anda artık kaderi de bellidir. Aynı şekilde, her bitkinin tohumunda onun gelecek hayatı saklıdır. Tohumun yer altında çimlenip, meyve veren bir ağaç olma ânına kadar geçirdiği bütün süreler, bütün dönemler, yani onun aktif hayatı, onun bir bakıma pratik kaderidir ki, bu kader, her varlığın, bütün varlıkların hayatının heyet-i umumiyesi, bütün kâinatın Kitab-ı Mübin’inidir. İmam-ı Mübin’e Nazarî Kader denirse, Kitab-ı Mübin’e Pratik Kader denebilir. İmam-ı Mübîn, varlıkların asıllarına, tohumlarına, İlm’e ve İlâhî (ilk) Kader’e bakar; Kitab-ı Mübîn ise, daha çok Kudret’in bir defteridir; onların hayatlarının heyet-i umumiyesidir. (Sözler, 30. Söz’den)

Kur'an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali [Ali Ünal] 20: En'am Suresi'nden 2


  • Küfür, gözü güneşe karşı yumup etrafın karanlık olduğunu iddia etmekle aynı şeydir.
  • İnanmayanların en büyük kuvvetinin inananların zaafı olduğu unutulmamalıdır.
  • Bilin ki, dünya hayatı ancak bir oyun ve boş oyalanmadan başka bir şey değildir. Âhiret yurdu ise, Allah’a gönülden saygı besleyen ve O’na karşı gelmekten sakınanlar için çok daha hayırlıdır. Hâlâ akıllanmayacak mısınız? (En'am 32)
  • O’dur ki, geceleyin (ölümün kardeşi olan) uyku ile sizi kendinizden geçirip alır; o durumda, gündüz vücudunuzun organlarıyla ne yapmış, (sevap-günah olarak) ne kazanmışsanız hepsini bilmektedir. Sonra sizi, uykunuzda âdeta ölü halde iken diriltir ve takdir edilmiş bulunan ömür müddetiniz doluncaya kadar bu böyle devam eder. (Ömrünüz dolup da, ölüp kabre yattıktan sonra, her uykunun sonunda diriltildiğiniz gibi yine diriltilirsiniz) ve nihayet dönüşünüz O’nadır. Sonra o, dünyada iken ne yapıyordu iseniz size bir bir haber verecek ve bunlardan sizi sorguya çekecektir. (En'am 60)
  • Mü'minler, dünyada kalb gözleriyle Allah'ı müşahede ve marifet ufuklarına göre, bir bakıma bunun mükâfatı olarak, Âhiret’te en azından dünyadaki kalbin görme keskinliğine ulaşacak olan gözle O’nu her türlü nicelik ve nitelikten uzak olarak müşahede edecekler, bir açıdan O’nu seyredeceklerdir. Bununla birlikte Allah, yine orada da idrak edilemeyecektir. Çünkü idrak, kuşatmayı gerektirir ve nâmütenahî olan Allah, kuşatılmaktan berîdir.
  • Buna rağmen yine de seni yalanlayacak olurlarsa, onlara şöyle de: “Rabbiniz, (her varlığı kapsamına alacak derecede) geniş rahmet sahibidir (–yaptıklarınızdan dolayı hemen ceza vermez; tevbe etmenizi bekler ve sizi affetmek diler. Bununla birlikte, eğer halinizi düzeltmezseniz bilin ki) O’nun o çok çetin azabı, günah hasadına dalmış inkârcı suçlular topluluğundan asla geri çevrilmez. (En'am 147)








Kur'an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali [Ali Ünal] 19: En'am Suresi'nden - Allah'ın Takdiri

O'nun katında takdir buyrulmuş değişmez bir müddet de vardır. (En'am 2)

Âyette ecel-i müsemmâ olarak geçen bu asıl ve nihaî ecel veya takdir değişmez. Bundan ayrı olarak, Cenab-ı Allah, varlıklar için Levh-i Mahv ve İsbat boyutunda bir ecel daha takdir buyurmuştur ki, bu ecel değişebilir. Meselâ, Hz. Yunus’un kavmi, gittikleri yolun neticesinde haklarında takdir buyurulan azabın gelmekte olduğunu görünce tevbe ve iman edip duaya durmuş, bunun neticesinde azap üzerlerinden kaldırımıştır (Yûnus Sûresi/10: 98). “Korku, belâyı def etmez. Belâyı ancak dua ve sadaka def eder.” (Kenzü’l-Ummâl, HN: 3123) hadis- i şerifi de bu gerçeğe bakmaktadır. Bu gerçek, insanı daha bir teyakkuzda olmaya sevk eder. Ayrıca, eşyanın, hadiselerin ve varlıkların “tabiî” denilen sonlarından da söz edilebilir. Meselâ, bazen ölümcül bir hastalık sebebiyle doktorlar bir hasta için “Şu kadar günü kaldı!” diyebilirler. Bu son, genellikle Levh-i Mahv ve İspat’la ilgilidir, yani değişebilir. Önemli olan, Cenab-ı Allah’ın değişmeyen nihaî takdiridir. Dolayısıyla dua, sadaka veya mucizevî denebilecek bir hadise, o hastanın daha uzun süre yaşamasına vesile olur. Âyet, bu gerçeğe de işarette bulunmaktadır.


Demokrasi

Adama ne düşündüğünü soruyorsun, “Ben demokratım” cevabını veriyor. Demokratsın da başka nesin? Dünya görüşün, insan görüşün, cemiyet görüşün, devlet görüşün, tarih görüşün, imanî görüşün, siyasî-iktisadî görüşün, Türkiye gerçeği hakkında görüşün nedir? Cevap yok. O demokratmış!

Bu, neden oluyor?


Şundan:


Batı’da demokrasi “en az kötü” olan siyasî sistemdir. Bunu söyleyen, “aşma” peşindedir. Bizde ise demokrasi, “mükemmel” olanın adıdır. Bütün mükemmellikler birleşmiş, demokrasi adını almış! Buna inanan da “tükenme” yolundadır. Böyle olunca, demokrasinin de dayanıp beslenmek zorunda olduğu değerler dışlanır.



Ahmet Selim, Zaman Gazetesi, 30 Aralık 2013

http://www.zaman.com.tr/ahmet-selim/demokrasinin-gerceklik-kazanmasi_2190112.html

Saturday, December 28, 2013

Çocuk Terbiyesi


Akıl hastanesindeki doktor koşarak, profesörün yanına geliyor diyor ki: “Hocam hastaları bahçeden içeriye sokamıyoruz.” Profesör bahçeye çıkıp bakıyor ki, hastalar soyunmuş, bahçede trencilik oynuyor. Profesör hemen hastalar gibi soyunuyor, “çuf çuf” diyerek trencilik oynuyor, “Şimdi istasyona girelim!” diye bağırarak hastaları içeriye sokuyor.  

Bu misalde olduğu gibi ebeveyn evvela çocuklarıyla beraber olacak. Onları anlayacak. Fakat bizdeki ebeveynler daha çok çocuklarını düzeltme telaşında… Çocuğu sıkıştırmak, baskı yapmak, yasak koymak onu terbiye etmez ancak dengesini bozar.


Ekseri ebeveyn, kendini model biliyor. Çocuklarının kendisi gibi olmasını istiyorlar. Çocuğunun nazarını Kur’an’a ve Resulullah’a çeviren kurtulur. Ailede her fert İslam’a tabi olursa, çocuk ne yapacağını daha iyi anlar.


Hekimoğlu İsmail, Zaman, 28 Aralık 2013

Tuesday, December 24, 2013

Ahlâkı Nerede Aramalı


Bir ateistin dine ihtiyaç duymadan da doğru bilgiye ve erdemli hayatı mümkün kılacak ahlakî değerlere ulaşabileceğini iddia etmesi yeni değildir.

Söz konusu iddianın yeni olmaması, dinin öğrettiklerinin geçersizliğine değil, aksine geçerliliğine işaret eder. Çünkü Mutezile veya Meşşailere göre akıl yoluyla bilinebilecek bilgi ve değerler evrensel ve ebedidirler ve bunlar başka kaynak ve yollarla dinler tarafından öğretiliyorsa da sonuçta hem aynı kaynaktan neş’et etmektedirler, hem de ortak paydada buluşmaktadırlar. Yine İşraki filozof Endülüslü İbn Tufayl’in roman kahramanı Hayy ibn Yakzan (uyanık oğlu diri), bebekken terk edildiği ıssız adada bilgi ve değerleri kendi insanî yetenek ve melekeleriyle elde etmişti. Olgunluk çağında insanların yaşadığı şehre inip de dil yoluyla iletişimi (konuşma: nutk ve mantık) öğrenince, hayretle peygamberlerin öğrettiği şeyleri kendisinin adada tek başına öğrendiğini görmüştü. Mutezile ve Meşşailerin değer ve bilgi doktrinleri, insanın kendi aklıyla elde edebileceği bilgi ve değerlerin ebedi ve evrensel oldukları ve dinî öğretiyle de örtüşme halinde bulundukları fikrine dayanıyor. Fakat, bu doktrinde bazı boşluklar olduğu görülür. Çünkü insanın mayasında bu değerlerin tohumları varsa, aksi yöndeki değerlerin tohumları da var demektir. Ebedi ve evrensel olan iyi değerler fıtratın bir boyutundadır, öbür boyutunda kötülükler de vardır, meknuz halde bulunmaktadırlar. Fıtrat böyle düzenlenmiştir. Sorun şudur: İyi değerler kötü olanlardan hangi kriterler kullanılarak ayırt edilecek, nasıl korunacak ve hangi yollarla ete kemiğe bürünüp hayatın şekillenmesinde rol oynayacak? Yardımsız ve yol göstericisiz kaldığında insan “şaşırabilir, karıştırabilir, tereddüde düşebilir, unutabilir veya doğru yoldan sapabilir” ki bu beş insanî illet “dalalet”in türevidirler.

Ali Bulaç, Zaman Gazetesi
Kaynak

Bir zamanların perdeli esnaf lokantaları


Esnaf lokantaları, günümüzün mekânları arasında kaybolup gitti. Dev tabelalı, allı pullu reklam panolarıyla kenar mahallelere sığınan bu mütevazı aşevleri günümüzde çok garip karşılanacak bir dekoru haizdi. Sokağa taşan masaları, hususi kokutarak servis edilen yemekleriyle günümüz restoranlarına inat, mütevazı yemek mekânları perdeyle örtülür, etrafta yaşayan aç kimseler de bu surette incitilmezdi. Günden güne azalan bu hassasiyet büyük şehirlerde yok olma seviyesine gelirken, bazı Anadolu şehirlerinde  Ramazan ayında devam ettiriliyor.



Erkam Emre, Zaman Gazetesi

Kaynak

Saturday, December 14, 2013

Kur'an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali [Ali Ünal] 18: Maide Suresi'nden 6

Dünya ve içindekiler, mutlak hakikatleri alıcılar olarak yeterli kapasiteye sahip bulunmadığı ve dünya noksanlıklar diyarı olduğu için bu hakikatler dünyada çok defa izafileşir. Dolayısıyla, belki dünya ve insanlar açısından hem mutlak manâda hem de nisbetler perspektifinde dünyada çirkin güzelden, kötü iyiden, murdar temizden, bu çerçevede inançsız inanandan, münafık samimiden, değersiz değerliden, haram iş ve haram kazanç helâl iş ve helâl kazançtan, yanlış inanç, düşünce ve davranış doğrusundan daha fazladır. Dolayısıyla, sayı fazlalılığına, yani kemiyete (niceliğe) bakarak hüküm vermek yanlıştır; önemli olan keyfiyettir (nitelik). Bazen bir toplumda tek bir insan doğruyu temsil edebilir. Dolayısıyla, (görüşe ve istişareye açık izafî, zamana ve zemine bağlı doğrular dışında) bir şeyin doğruluğu, sayıyla, onu doğru görenlerin çokluğuyla ölçülmez. Doğrunun, gerçeğin kaynağı, kendisi Mutlak Hakk olan Allah’tır. Aksi düşünce ve davranış, insanlar için genel manâda felâh (kurtuluş) değil, felâket getirir. Tarih gibi, dünyanın mevcut hali de buna şahittir.

Kur'an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali [Ali Ünal] 17: Maide Suresi'nden 5 - Hz. İsa ve Hristiyanlık

“Encyclopaedia Britannica’da (14. baskı) ‘Hıristiyanlık’ maddesini yazan George William Knox, bu konuda şunları kaydeder:

Hıristiyanlığın düşünce kalıpları Yunan felsefesine ait olup, bunların içine bir de Yahudi öğretileri girmiştir. Bu şekilde kendine has bir bileşime sahip bulunuyoruz: İsa’nın şahsı üzerinde örülen ve yabancı bir felsefenin içinden akıp gelen Kitab-ı Mukaddes doktrinleri.
Aynı eserde, Charles Anderson Scott, ‘İsa Mesih’ başlığı altında şunları yazar:

Matta, Markos ve Luka’da, bunları yazanların İsa’yı insandan öte bir varlık, özellikle ona ‘Allah’ın Oğlu’ denmesine gerekçe olacak şekilde Allah’la hulûl-ittihad şeklinde münasebeti bulunan ve Allah’ın Ruhu’nu taşıyan bir“insan olarak gördüklerini ima eden hiçbir şey yoktur. Hattâ Matta ona, ‘Marangozun oğlu’ olarak atıfta bulunur (–Hemen belirtelim ki, Matta’nın bu kaydı izafîdir; ona göre, marangoz Yusuf, Hz. İsa’nın babalığıdır.– AÜ) ve Petrus’un Hz. İsa’yı bir tarafa çekip azarladığını bile kaydeder (16: 22). Luka’da, İsa’nın vefatından sonra Emmaus köyüne doğru giden iki şakirt O’ndan, “Allah’ın ve bütün halkın yanında, işte ve sözde kudretli bir peygamber” olarak bahsetmektedir (24: 19)… Markos yazılmadan önce, Hristiyanlar arasında artık Hz. İsa’dan Rab olarak bahsetmek âdeta gelenek halini almış olmasına rağmen, bu ikinci İncil’de, İsa hakkında Rab tabirinin kullanılması çok nadirdir (birincide –Matta– kavram Allah hakında bol bol kullanılmakla birlikte, İsa hakkında da hemen hemen hiç geçmiyor denebilir). Bütün bu üç İncil’de İsa’nın çilesine, vefatına ve son akşam yemeğindeki konuşmalara çok önemli yer verilmişse de, bunlara daha sonra yüklenen anlamı çağrıştıracak herhangi bir işaret olmadığı gibi, İsa’nın vefatının da aslî günah ve ona kefaret olma gibi hususlarla alâkası bulunduğuna dair bir ima bile yer almaz.
İsa, kendisinden sık sık İnsanoğlu diye söz eder… Petrus’un Pentekos’da (Hasat Bayramı) söylediği, “Allah’ın tasvip ettiği insan” sözü, çağdaşlarının tanıdığı ve kabul ettiği İsa’yı tarif ediyordu… İncillerden öğreniyoruz ki, İsa, fizikî ve zihnî gelişme dönemlerinden geçti; acıktı, susadı, yoruldu, uyudu, hayret etti, malûmata ihtiyacı oldu, acı çekti ve vefat etti. Her şeyi bildiğini iddia etmek şöyle dursun, tam tersini söyledi… Aynı şekilde, O’nun mutlak kudret sahibi olduğunu söylemeye de hiçbir gerekçe yoktur. Bunun gibi, O’nun Allah’tan bağımsız olarak veya bağımsız bir tanrı gibi davrandığına dair bir işaret bulmak da mümkün değildir. Bilakis duasıyla, ibadetiyle O, Allah’a bağımlığını ortaya koymaktadır. Hattâ, Allah için kullanılabilecek ölçüde mutlak iyiliğin kendisine atfedilmesini de reddetmiştir.
Yukarıda kendisinden iktibasta bulunduğumuz William Knox, Hz. İsa’ya ulûhiyet atfedilmesi konusunda da şu mütalâada bulunur:

Üçüncü asrın bitmesine yakın yıllarda bile onun ilâh olduğu reddediliyordu. Ancak 325’te İznik Konsülün’de İsa’nın ilâhlığı resmî kabul gördü, fakat bu konudaki tartışmalar bir süre daha devam etti. (İktibaslar için bkn. Mevdûdî, 2, not 101.)
İşte Kur’ân, Hz. İsa’nın getirdiği saf akîdeye daha sonraki müdahaleler konusunda ikazda bulunmaktadır.

Kur'an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali [Ali Ünal] 16: Maide Suresi'nden 4



  • Eğer senin verdiğin hükmü kabul etmez de yüz dönüp giderlerse, bil ki Allah, bazı günahları sebebiyle onları bir musibete uğratmayı dilemektedir. Zaten insanlar içinde pek çoğu, hiç şüphesiz Allah’ın emrinden çıkıp, O’na isyanda ısrar eden (fasık)lardır.(Maide 49)
  • Şurası bir gerçek ki, Rabbinden sana indirilen (nimet ve âyetler), onların pek çoğunun ancak azgınlığını ve küfrünü arttırmaktadır. (Maide 64)
  • Böyle davranmakla bir karışıklık çıkmayacak, başlarına mihnet ve musibet gelmeyecek zannederek (gerçeğe ve ikazlara karşı) kör ve sağır kesildiler. Sonra Allah, onlara tevbe nasip etti ve tevbelerini de kabul buyurdu; ama bunun ardından pek çoğu itibariyle yine kör ve sağır kesildiler. Allah, ne yapıp ettiklerini hakkıyla görmektedir.(Maide 71)
  • Allah’ın size rızık olarak verdiklerinden helâl, temiz ve sağlığa zararsız olmak üzere tüketin. (Aksi bir davranış içine girmekle) Allah’a karşı gelmekten sakının; çünkü siz, O’na gerçekten inanmış mü’minlersiniz. (Maide 88)

Kur'an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali [Ali Ünal] 15: Maide Suresi'nden 3 - Habil

“Ben, (seni öldürmek için) elimi uzatıp da asla günaha girmek, böylece hem kendi günahımı, hem de senin günahını yüklenmek istemem; bu bakımdan dikkat et, bütün günahı sen yükleneceksin ve sonunda Ateş’in ehlinden olacaksın.Çünkü budur zalimlerin cezası.” (Maide 29) 
Âyetin buraya kadar olan kısmının kelime kelime manâsı, “Ben dilerim ki, benim günahımı da kendi günahını da yüklenesin ve Ateş’- in ehlinden olasın!” şeklindedir. Aslında bu, bir dileğin değil, tekvinî bir realitenin ve ciddî bir ikazın ifadesidir. Bu realite ve ikazı, şu iki hadis-i şerifte görebiliyoruz: “İki Müslüman birbirini öldürmeye teşebbüs etse, ölen de öldüren de Cehennem’dedir. Çünkü, ölen de, gücü yetseydi diğerini öldürecekti.” (Müslim, “Fiten”, 14; İbn Mâce, “Feraiz”, 8). “İki insan birbirine karşı sözlü tecavüze giriştiğinde, mazlum taraf tecavüzde ileri gitmedikçe, tevacüzü ilk başlatan, hem kendisinin hem de sebep olduğu için diğerinin günahını yüklenir.” (Müslim, “Birr”, 68; Tirmizî, “Birr”, 51). Âyetteki ifade, bu gerçeğe bakmaktadır. Yani Habil, “Ben, tecavüz ederek iki günahı birden yüklenmek istemem.” demekte ve esasen kardeşine, “Dikkat et, iki günahı birden yükleneceksin!” diyerek beliğ bir hatırlatma ve ikazda bulunmaktadır. Yoksa, onun iki kişinin günahını birden yüklenip, Cehennem’e gitmesini arzuluyor değildir.

Friday, December 13, 2013

Kur'an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali [Ali Ünal] 14: Maide Suresi'nden 2 - Tevbe ve Şükür


Hani bir zaman Musa halkına şöyle demişti: 'Ey Halkım! Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın'.

Bir insanın gerçek insanlığı iki önemli haslette yatar ve denebilir ki bu iki haslet, ona hidayetin bahşedilmesine de vesiledir. Bunlardan biri, insanın aczini, kusurunu ve hatalarını kabul edip sürekli istiğfar hali içinde bulunması; diğeri ise, kendisine yapılan en küçük bir iyiliği bile takdir edip teşekkürle mukabele etmesidir. Nankörlük, kibir, enaniyet ve zulüm, bunların zıddı olup, küfre de sebeptir. Denebilir ki, istiğfar ve teşekkür bilmeyen insan, sureta insan da olsa, gerçekte insanlıktan çıkmış biridir. Bu bakımdan, vicdanı bütün bütün kararmamış bir kişi, hatasını kabulden kaçınmayacağı gibi, kendisine yapılan iyilikleri de takdir eder. Bu sebeple Kur’ân, insanlara bir yandan Allah’ın onlara olan nimetlerini hatırlatır ve onlardaki şükür, teşekkür duygusunu harekete geçirirken, bir yandan da bu nimetlere karşılık, düşmemeleri gerektiği halde düştükleri çukurları hatırlatarak, onları istiğfara çağırmaktadır. Bu iki husus, hem gerçek insanlık, hem de tebliğ adına çok önemlidir.

Kur'an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali [Ali Ünal] 13: Maide Suresi'nden - Hristiyanlık

Hz. İsa, getirdiği dine hiçbir zaman “Hıristiyanlık” adını vermediği gibi, takipçileri için de “hıristiyan” kelimesini kullanmamıştır. O, Hz. Musa’nın (a.s.) şeriatı üzerinde ve onun dinini diriltmek için gelmiştir (Matta, 5: 17); ayrıca, Son Peygamber’i müjdelemek, O’nun için bir ön haberci olmak da misyonuna dahildi (Kur’ân, 61: 6; Yuhanna İncili, 14: 25–27, 30; 15: 26; 16: 7–8, 12–15). İlk takipçileri, kendilerini İsrail Oğulları toplumundan ayrı görmez, hattâ onlarla beraber Kudüs’te Ma’bet’te ibadet ederler ve kendilerini Musa’nın şeriatının takipçileri olarak telâkki ederlerdi (Rasûllerin İşleri, 3: 1–10; 21: 14–15). Daha sonra Pavlos, Şeriat’a uymanın gerekmediğini ve kurtulmak için İsa’ya inanmanın yeterli olduğunu ileri sürdü (Romalılara, 3: 21–24, 27; 5: 1; 6: 14...). Yine de, Hz. İsa’nın takipçileri, kendilerini bir süre “iman edenler”, “şakirtler (talebeler)”, “kardeşler” olarak anıyorlardı (Rasûllerin İşleri, 2: 44; 4: 32; 9: 26; 11: 29; 13: 52; 15: 1, 4; 23: 1). Yahudiler ise, onları “Galileliler”, “Nasıra mezhebinde olanlar” (Luka, 13: 2; Rasullerin İşleri, 24: 5) gibi isimlerle anarlardı. Düşmanları, Hz. İsa’nın takipçilerine ilk defa Antakya’da onları küçümsemek ve onlarla alay etmek için, “Şu Nasıralı Mesih’e inananlar” manâsında “Mesihîler (Hıristiyanlar)” dediler (Rasûllerin İşleri, 11: 26) ve bu isim, zamanla yerleşti. (Kısmen Mevdûdî’den 2, not 36)

Kur'an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali [Ali Ünal] 12: Nisa Suresi'nden




  • Rahatlıkla söyleyebiliriz ki, bugün meselâ herhangi modern bir ülkede bir yılda tesbit olunan zina ve hırsızlık hadiseleriyle, bunların yol açtığı boşanma, ailelerin yıkılması, cana kıyma ve maddî-manevî depresyon gibi komplikasyonların sayısı, tüm İslâm diyarında 13 asırlık dönemde işlendiği tesbit olunan ve cezalandırılan zina ve hırsızlık suçlarından kat kat fazladır.


  • Eşlerinizle güzelce ve iyi geçinin. (Başlangıçta ve bazı yönleriyle) onlardan hoşlanmayabilirsiniz; fakat bir şey sizin hoşunuza gitmez de, bakarsınız Allah onda pek çok hayırlar takdir etmiştir.(Nisa 19)
  • Dünyada geçimlikler farklı farklıdır. Erkek veya kadın olmak da elinizde değildir. Dolayısıyla,) Allah’ın bazınıza bazınızdan daha fazla verdiği (makam, servet, fizikî cazibe gibi) dünyalıklar hususunda, (“Keşke bizim de olsaydı!”) şeklinde temennide bulunmayın ve (aranızda kıskançlığa düşmeyin; Allah’ın yaptığı paylaştırmaya da itiraz etmeyin). (Nisa 32)
  • Şu bir gerçek ki, Allah zerre kadar bile olsa kimseye zulmetmez. (Zulmetmek şöyle dursun,) yapılmış tek bir iyiliği (hem neticesi, hem de onun için vereceği mükâfat açısından) kat kat artırır; ayrıca (onun hak ettiği bir karşılık olarak değil, bütünüyle) Kendi katından çok büyük bir mükâfat da bahşeder.(Nisa 40)
  • (Seferde veya hazarda, savaşta veya barışta) size selâm verilip bir iyilik dileğinde bulunulduğunda, ondan daha güzeliyle, hiç olmazsa onun misliyle mukabele edin. Bilin ki Allah, her şeyin muhasebesini tutmaktadır ve karşılığını verir. (Nisa 86)
  • Kim (başka bir gaye için değil de sadece) Allah yolunda hicret ederse, yeryüzünde gidecek çok yer, genişlik ve bolluk bulur. Kim Allah’a ve Rasûlü’ne kavuşma (ve onların rızası istikametinde) hicret için evinden çıkar da daha yolda iken ecel gelip kendini yakalarsa, hiç şüphesiz onun (geçmiş günahlarını affetmek ve) mükâfatını vermek Allah’a aittir. Allah, (kullarının hata ve günahlarını) çok bağışlayandır; (bilhassa mü’min ve itaatkâr kullarına karşı) hususî rahmet ve merhameti pek bol olandır. (Nisa 100)
  • (Yaptıkları ihanet ve işledikleri günahları) insanlardan gizlemeye çalışırlar da, onları Allah’ın gördüğünü hiç düşünmezler. Halbuki onlar, bilhassa gece karanlığında gizli gizli Allah’ın razı olmayacağı ihanet ve tezvirat planları yaparlarken O daima yanıbaşlarındaydı. Allah, her ne işliyorlarsa hepsini (İlim, Görme, İşitme ve Kudreti’yle) zaten kuşatmış durumdadır.(Nisa 108)
  • Onların fısıldaşmalarının, bir araya gelip de kendi aralarında yaptıkları gizli toplantı ve görüşmelerin çoğunda hayır yoktur; ancak muhtaçlara yardımı veya iyilik, güzellik ve doğruluğu ya da insanların arasını ıslah etmeyi emir ve tavsiye edenlerin yaptıkları gizli görüşme ve fısıldaşmalar bundan müstesnadır. Kim içten bir taleple Allah’ın rızası peşinde olur ve O’nun rızasının nerede yattığını araştırarak hayırlı toplantı ve görüşmelerde bulunursa, bir gün gelir, Biz ona (hiç ümit etmediği) çok büyük bir mükâfat veririz.(Nisa 114)
  • (Buna karşılık,) bir iyiliği ister açıktan yapın ister gizlice yapın veya (şahsınıza reva görülen) herhangi bir fenalığı (ona usulünce mukabelede bulunmak hakkınız olmakla birlikte) bağışlayıverin: her halükârda bilin ki Allah, (Kendisine karşı işlenen) günahların pek çoğundan hemen geçiverendir; (cezalandırılması gereken her suçluyu ve suçu cezalandırmaya da) gücü hakkıyla yetendir.(Nisa 149)

Wednesday, December 4, 2013

Rescue of ship's cook after three days under water

Harrison Odjegba Okene, a Nigerian cook, survived by breathing an ever-dwindling supply of oxygen in an air pocket. As the temperature dropped to freezing, Okene, dressed only in boxer shorts, recited the last psalm his wife had sent by text message, sometimes called the Prayer for Deliverance: "Oh God, by your name, save me … The Lord sustains my life."
Okene believes his rescue in May after 72 hours under water at a depth of 30 metres (about 100ft) is a sign of divine deliverance. The other 11 crew on board the Jascon 4 died when it sunk.
Divers sent to the scene were only looking for bodies, according to Tony Walker, project manager for the Dutch company DCN Diving, which was working on a neighboring oil field 75 miles (120km) away.
The divers had already pulled up four bodies. So when a hand appeared on the TV screen Walker was monitoring in the rescue boat, showing what the diver in the Jascon saw, everybody assumed it was another corpse.
"The diver acknowledged that he had seen the hand and then, when he went to grab the hand, the hand grabbed him," Walker said in a telephone interview on Tuesday.
"It was frightening for everybody," he said. "For the guy that was trapped because he didn't know what was happening. It was a shock for the diver while he was down there looking for bodies, and we [in the control room] shot back when the hand grabbed him on the screen."
On the video, there's an exclamation of fear and shock from Okene's rescuer, and then joy as the realisation sets in. Okene recalls hearing: "There's a survivor! He's alive."
Walker said Okene couldn't have lasted much longer.
"He was incredibly lucky he was in an air pocket but he would have had a limited time [before] ... he wouldn't be able to breath anymore."
Okene was in the toilet at 4.30am on 26 Maywhen the tug, one of three towing an oil tanker in Nigeria's delta waters, gave a sudden lurch and then keeled over.
"I was dazed and everywhere was dark as I was thrown from one end of the small cubicle to another," Okene said in an interview with Nigeria's Nation newspaper.
He groped his way out of the toilet and tried to find a vent. He discovered some tools and a life vest with two flashlights, which he stuffed into his shorts. When he found a cabin that felt safe, he stayed put, getting colder as he played back a mental tape of his life.
He worried about the 10 Nigerians and the Ukrainian captain who would have locked themselves in their cabins as standard procedure in an area stalked by pirates..
As the water rose, Okene made a rack on top of a platform and piled two mattresses on top. He survived on one bottle of cola.
"I started calling on the name of God … I started reminiscing on the verses I read before I slept. I read the Bible from Psalm 54 to 92. My wife had sent me the verses to read that night when she called me before I went to bed."
Okene thought he was going to die, he told the Nation, when he heard the sound of a boat engine and anchor dropping, but failed to get the attention of rescuers. He then waded across the cabin, stripped the wall to its steel body and banged on it with a hammer. But "I heard them moving away. They were far away from where I was."
By the time he was saved, relatives had already had been told the sailors were dead.
Okene was rescued by a diver who first used hot water to warm him up, then attached him to an oxygen mask. Once free of the boat, he was put into a decompression chamber and safely returned to the surface.

from:http://www.theguardian.com/world/2013/dec/03/video-rescue-ships-cook-three-days-under-water