Saturday, February 20, 2016

Risale-i Nur'da Külli Kaideler

İnsan, hem şahsı, hem de içinde bulunduğu âlem sürekli yenilendiği için her zaman imanını tecdide, yani yenilemeye muhtaçtır.

**

Bazı evrensel gerçekler vardır ki, bunlar, sınırlı akıllarla kavranamaz. Meselâ, kâinat nasıl bütün bir organizmadır, insan vücudu nasıl bütün, yani tüm hücreleri ve organları birbirleriyle ve vücudun tamamıyla derin münasebetler içinde bir organizmadır, bunun gibi, tarih de âdeta böyle bir organizmadır. İlk insandan bu yana insanlık tarihinde olup biten her hâdisenin, denebilir ki, birbiriyle şu veya bu şekilde münasebeti vardır. Dolayısıyla, hadiseleri bütün gerçekleriyle kavramak, dün ve bugün olup bitenleri tam manâsıyla ve bütün gerçekliğiyle anlayıp, yarın olup bitecekleri bilmek, hem bütün tarihi bütün cepheleriyle bilmeye, hem hadiselerin öznesi olan bütün insanları niyetleri, düşünceleri, karakterleri ile tanımaya bağlıdır. Bu ise, insan için asla söz konusu değildir.

**

Mekânın şerefi orada oturanladır.” kaidesince, yeryüzü, göklere nisbeten küçücük bir cirimden ibarettir ama, taşıdığı manâ ve onda tecelli eden sanat açısından bütün kâinatın kalbi, merkezi, bütün İlâhî sanatların sergisi, İlâhî İsimler’in tecellilerinin mazharı, nihayetsiz Rabbânî faaliyetin en yoğun sergilendiği zemin, Allah’ın yaratıcılığının kendisini en yoğun ve en fazla gösterdiği alan, pek geniş Âhiret âlemlerinin dokunduğu tezgâh, ebedî kalacak manzaraların süratle ve birbiri peşisıra geçit yaptığı bir ekran, ebedî bağ, bahçe ve bostanların tohumlarının ekildiği tarladır. İşte taşıdığı bu manâ ve kendisinde sergilenen sanat ve hikmetler sebebiyledir ki, yeryüzü, Kur’ân’da göklerle bir tutulur ve “Göklerin ve yerin Rabbi” gibi ifadelerde göklerle birlikte anılır.

** 

DİN, TEMELDE TECRÜBEDİR, YAŞANIR VE YAŞANARAK BİLİNİR

Din’in bütün meselelerinin biri Cenab-ı Allah’a, diğeri insana bakan iki yönü vardır. İnsana bakan yönlerinin de akla hitapla onu ikna eden ilmî ve nazarî, yani teorik yanları da elbette olmakla birlikte, Din, temelde tecrübî, yani yaşanması gereken, yaşanan ve yaşanarak kavranan ve ayrıca vicdanî bir meseledir. Din’i sadece ilmî bir mevzu ve malzeme, teorik ve akademik bir mesele olarak inceleyenler, onu aslıyla ve özüyle kavrayamaz; dolayısıyla Müslümanları ve İslâm toplumlarını da doğru olarak değerlendirip, doğru olarak yorumlayamazlar. Meselâ, İslâm’ı ilmî ve teorik olarak çok iyi çalışmış bir müsteşrik, Din’i tatbik etmeye çalışan âmî bir mü’min kadar İslâm’ı doğru bilip doğru değerlendiremez.

**

İnsan, ancak nûr-u Tevhid içinde sırr-ı Ehadiyet inkişaf ettiği anda kendi aczini ve Cenab-ı Allah’ın varlığını, Birliği’ni ve Kudreti’ni çok daha iyi idrak eder.

**

Eşyaya masnû (sanatlı yapılmış, sanat eseri) olarak baktığınızda Ĥâliq’ı düşünün, aksi halde tabiatperestliğe düşersiniz. (onun Yaratıcı’nın eseri olduğunu düşünmez ve onu tabiata mal edersiniz.) Eşyaya mahlûk (yaratılmış) olarak baktığınızda Sâni’i düşünün, yoksa eşyadaki sanatı göremezsiniz.

**

Hayatında kendisine hiç tebliğ gitmemiş insan, başkalarına karşı da zalim ve gaddar değilse, Ehl-i Sünnet’in Eş’arî koluna göre Âhiret’te azap görmez. “Külfet ölçüsünde nimet, nimet ölçüsünde külfet” kaidesince, nisap miktarı malı olmayan zekât vermekle mükellef olmadığı gibi, bir kişide ne ölçüde Allah’ın nimetleri varsa, onun sorumluluğu da o kadardır. Kapasite ve kabiliyetin büyüklüğü nisbetinde insandan iş ve başarı beklenir. İşte, İslâm gibi her bakımdan geçerliliğini koruyan ve Allah’ın insanlık için en büyük nimeti olan bir dinin mensuplarının onu yaşamada gösterdikleri ihmal ve terk, Hıristiyanlık ve Yahudilik de olsa artık tahrif edilmiş ve hükmü kalkmış dinlerin mensuplarının kendi dinlerini ihmal ve terklerinden çok daha fazla gayretullaha dokunur ve en azından dünyada bile cezasını görür. Bundan dolayıdır ki, Müslümanlar, Müslümanların ülkeleri, diyarları, dünyada ehl-i küfürden ve onların memleketlerinden daha fazla ceza veya azaba, kıtlığa, işgale, depremlere, tsunamilere, sel baskınlarına vb. maruz kalmaktadır.

**

Kur’ân, kendisinden daha ilk inen “Oku!” emrinde Cenab-ı Allah için “Rabb” ismini ve Rabb için de “Yaratan” sıfatını kullanmakla, yaratılışın, yani insanın ve kâinatın okunması gerektiğini ifade eder, bizi kâinatı ve insanı incelemeye çağırır. “Rabb’inin adına” demekle, yapacağımız okuma işinin Allah için olması gerektiğini beyan buyurur. Okumayı Allah için yapma, Allah için ilim yapma ve tahsil etme, meselâ nükleer silahlar üretmeye, çevreyi kirletmeye, fıtrata yanlış müdaheleye, zulme izin vermez. “Rabb’inin adıyla” demekle, okumaya, ilmî çalışmalara Allah diyerek, Besmele çekerek başlanmasını, gayr-ı meşrû bir işe Allah adı anılarak başlanamayacağı için de, yapılan okumanın ve ilmî çalışmanın meşrû olması gerektiğini emreder.

**

Dinî ilimlerin bir dalında âlim olan bir zâtın her dalda, her dinî sahada âlim olması gerekmez. Bir müfessir, Tefsir’deki uzmanlığı seviyesinde Fıkıh’ta, Hadis’te, Tasavvuf’ta uzman olamaz. Bunun gibi, Fıkıh’ta, Hadis’te uzman olan bir âlim de aynı seviyede Tefsir’de uzman olamayabilir. Dolayısıyla çok büyük müfessir diye her müfessirin, çok büyük hadisçi diye her muhaddisin, çok büyük fakih diye her fakihin diğer dinî ilim dallarında da her söylediklerine doğru nazarıyla bakılmaz.



Wednesday, February 17, 2016

Nimetlerin Çeşitliliği

İnsan günde birkaç hurma ve bir–iki bardak su ile bile hayatını sağlıklı sürdürebilecek yapıda olmasına rağmen Cenab-ı Allah, çok çeşitli yiyecekler ve içecekler lûtfetmiş ve insana bu yiyecek ve içecekleri tanıyacak, onların tadını alacak bir tatma organı vermiştir. Bu da göstermektedir ki, nimetlerin bu derece çok ve çeşitli verilmesinden maksat, onları sınır tanımadan tüketmek değil, onları tadarak kıymetlerini takdir etmek ve karşılığında Cenab-ı Allah’ı gerektiği gibi tanıyıp O’na şükretmektedir. İnsanın insanlığı ve yaratılmasındaki gaye burada yatar. Sürekli ve sınır tanımadan tüketmek, hem nimetleri ve bu nimetlerle rızıklanmayı sıradanlaştırır, hem insanı nimetleri takdir etmekten uzaklaştırır, hem de Nimet Veren’i ve O’na şükrü unutturur. Bunun neticesinde insan, Kur’ân-ı Kerim’de dünya hayatını tek gaye edinen kâfirler için buyrulan “Sığırların yediği gibi yerler!” kınamasının hedefi olur.


İnsan Yüzleri

İlk insandan bu yana bütün insanların sîmalarının birbirinden farklı olması, Cenab-ı Allah’ın varlık ve Birliği’nin en net delillerinden biridir.

İnsanların, hattâ hayvanlardan en az davar ve sığırlar gibi iri yapılı olanların sîmaları, birbirinden farklıdır. İlk insan Hz. Âdem’den bu yana yumurta ikizlerine varıncaya kadar bütün insanların sîmaları birbirinden ayrıdır. Her bir insanı meydana getiren atomlar toprak, hava ve su gibi aynı kaynaklardan gelmesine ve bütün insanlar aynı yiyeceklerle beslenmesine rağmen sîmaların farklılığı, hattâ şahıslar arasındaki farklılığın DNA, parmak uçları ve kıllara varıncaya kadar kendini göstermesi, Cenab-ı Allah’ın İlmi’nde her bir insanın kendi olarak var olduğunu gösterir. Çünkü ancak ilk insandan Kıyamet’e kadar bütün insanları ilminde bulunduran bir zat, her bir insana diğerlerine benzemeyen bir sima verebilir. Dolayısıyla, aslî yapılardaki benzerliklere ve bu yapıların malzemesindeki aynılığa rağmen sîmaların farklılığı, İlim ve İradesi’yle Cenab-ı Allah’ı apaçak gösteren bir aynadır.


Hakikî Tevhide Ulaşma Yolu

Cenab-ı Allah’ı tanımak, yani ma’rifet üzerine hakikî Tevhid’e ulaşmak için dört veya üç yol vardır.

KALB YOLU, VAHDET-İ VÜCUD VE VAHDET-İ ŞÜHUD
Birincisi, nefsi tezkiye, yani günahlardan, nefsaniyetten ve kötü ahlâktan temizlemeye ve kalbi tasfiyeye, yani saflaştırma ve işrake, bir manâda kalbî müşahedeye dayanan Sufîlerin yoludur. Özellikle ilmin ve aklın çok öne çıktığı, aslında ‘yaratılmış Kur’ân’ olan kâinatın ve onu inceleyen ilimlerin inkâra esas yapıldığı günümüzde bu yol, kâinat kitabından, yani ‘yaratılmış Kur’ân’dan beslenen bir yol olmadığı, dolayısıyla âfâkî delillerden ve onların verdiği ilmî yakînden mahrum bulunduğu için yetersizdir ve inkâr fırtınaları karşısında dayanamayabilir. Ayrıca, bu yol, daimî huzuru, yani sürekli Allah’ın huzurunda bulunduğumuz şuurunu elde etmek ve bununla iç huzuru kazanmak için kâinatı arkasına atar; Vahdet-i Vücud mesleğiyle kâinatı yok sayar.

Kalb yolunun bazılarınca en ileri mertebesi sayılan Vahdet-i Vücud mesleğinin iki kaynağı vardır: 

1. Rubûbiyet’in bütün en geniş ve en dar dairedeki yaratıcılığını akla sığıştıramamak, Cenab-ı Allah’ın her şeyi Rubûbiyet kabzasında tutup, her şeyin O’nun İlim, İrade ve Kudreti’yle olduğunu kalbe tam yerleştirememek, yani aklın iman noktasında tam inkişaf etmemesi. 

2. Ayrılık istemeyen, ayrılıktan ve Allah’a uzaklıktan kaçan, zevalden nefret edip, kavuşmayı arzulayan insan rûhunun Cenab-ı Allah’ın her şeye kendinden daha yakın oluşunun bir cilvesine yapışması, bir başka ifadeyle, kalbin aşk noktasında fevkalâde inkişafı ve harikulâde genişlemesi. 

İşte, aklın iman noktasında inkişaf edemeyip, kâinatı yok saymaya, buna karşılık kalbin aşkla fevkalâde inkişafına dayalı Vahdet-i Vücud yolu, günümüzde akıl ve ilimler karşısında sarsılabileceği gibi, pek çok şatahata da yol açmaktadır ve dolayısıyla sınırlı sayıda takipçi bulmuştur.

Kalb yolunun diğer en önemli ve Vahdet-i Vücud’dan da ileri mertebe sayılan Vahdet-i Şühud yolu ise, kâinatı yok saymamakla birlikte, âdeta nisyan perdesine sarmakta ve görmemektedir.
Her durumda aklın iman esaslarını kuşatamamasıyla ve kâinat kitabını, Cenab-ı Allah’ın âfâktaki delillerini okuyamama, her bir şeyde İsim ve Sıfatları’yla O’nu görüp ispat edememe ile malûl bulunan kalb yolu, tekrar ifade etmek gerekirse, Kur’ân’ın bütün delilleriyle cadde-i kübra haline getirdiği hakikî Tevhid’e bütün boyutları veya şubeleriyle ulaştıramaz ve bilhassa günümüzde akıl ve ilimler karşısında gerektiği ölçüde mukavemet edemez.

KELÂM’IN YOLU

Tevhid’e ulaşmak için ikinci yol, imkân, hudûs ve bürhan-ı temânûya dayanan Kelâm âlimlerinin yoludur. Bu yol, temelde aklî bir yoldur. Özeti de şudur:

İmkân: Kâinattaki her bir şey, mümkündür; yani varlığı mecbur değildir. Çünkü, hiçbir şeyin varlığı gibi, onu yokluktan varlığa çıkarma iradesi de kendine ait değildir. Yani, hiç bir şey, kendi isteyerek ve kendisi tarafından yokluktan varlığa çıkarılmış değildir. Şu halde, her bir şeyin var olup olmaması, aynı derecede ihtimal dâhilindedir. Bu bakımdan, var olan şeyler hakkında yoklukta kalmak ve var olmak arasında varlık lehine bir tercihte bulunulmuşsa ve bu tercih varlıkların kendine ait değilse, bu takdirde, bunların varlığını yokluğuna tercih eden ve varlığı kendinden ve mutlak gerekli olan biri muhakkak bulunmalıdır. Bu da, Allah’tır (c.c.).

Hudûs ve teselsülün bâtıl oluşu: İkinci olarak, varlıkta gördüğümüz her şey, değişkendir, zevale mahkûmdur, zaman ve mekânla sınırlıdır; dolayısıyla hâdistir, yani, sonradan olmadır. Tamamı sonradan ortaya çıkan şeyleri var eden, onlardan öncekiler olamaz ve açık ki, değildir. Öyle olmuş bile olsa, varlıkların birbirlerini var ederek sonsuza kadar uzanmaları mümkün değildir; çünkü hepsi sonludur ve zaman ve mekânla sınırlıdır. Dolayısıyla silsile mazide bir yerde duracaktır; işte bu durma yeri de ezel, yani zamansızlıktır. İşte, zamanla ve mekânla sınırlı bulunmayan, sonradan da olmuş, yani yaratılmış olmayan, varlığı kendinden ve ezelî biri muhakkak olmalıdır ve bu da, Hz. Allah’tır (c.c.).

Bürhan-ı temânû: Cenab-ı Allah’ın varlığı gibi, Birliği de zarurîdir. Aynı derecede sonsuz, sınırsız, mutlak ilim, irade ve kudret sahibi ikinci bir varlık düşünülemez; çünkü böyle ikinci bir varlık sınırlama, dolayısıyla yine zaman, mekân ve sonradan ortaya çıkma manâsına gelir. Ayrıca, aynı derecede mutlak ve sonsuz ilim, irade, kudret ve daha başka sıfatlara sahip iki 
 İlâh, Rabb ve Melik’in varlığı manâsızdır; olması mümkün de değildir. Kur’ân-ı Kerim’de “Göklerde ve yerde Allah’tan başka ilâhlar olmuş olsaydı, ikisi de bozulur ve yıkılır giderdi.”; “Faraza, onların iddia ettikleri gibi, Allah’tan başka ilâhlar bulunsa idi, bu takdirde onların hepsi (kâinat üzerinde hakimiyet kurmak için) Arş’a çıkmaya yol ararlardı.”; “O’nun beraberinde asla bir başka ilâh da yoktur. Öyle olsaydı, her bir ilâh, (Ulûhiyet’in lâzımı olan mutlak bağımsızlık hususiyetiyle) kendi yarattıklarını yanına alır ve her biri diğerine üstün gelmeye çalışırdı.”âyetlerinde de ifade buyurulduğu üzere, aynı hususiyetlere sahip iki veya daha fazla ilâh fesat demektir, düzensizlik ve dengesizlik demektir. Mutlak Ulûhiyet’in, Rubûbiyet’in ve Hakimiyet’in birinci özelliği mutlak istiklâliyettir ve başkasının müdahelesini reddir. Kelâmcılar, buna bürhan-i temânû (Karşılıklı mâni olma) delili demişlerdir.

İşte, Tevhid adına Kelâm âlimlerinin kullandıkları bu deliller, gerçi hepsi kusursuz ve sağlamdır; fakat ma’rifet kazandırmaktan ve daimî huzur, yani daima Allah’ın huzurunda bulunduğumuz, O’nun her an, her yerde hazır ve nâzır bulunduğu şuuru ve bundan kaynaklanın kalbî huzur ve itmi’nan vermekten bir ölçüde uzaktır.

Kelâmcıların yolu ile, bir diğer yol kabûl de edilebilecek olan ehl-i hikmet veya imanlı filozofların yolu, birbirinden çok farklı değildir.

KUR’ÂN’IN YOLU

İnsanı hakikî Tevhid’e ulaştıracak, ona daimî huzuru verecek, kâinatı bir kitap gibi okumakla ve tefekkürle aklı şüphelerden kurtardığı gibi, kalbde de itmi’nan hâsıl edecek ve ispata dayalı en emin ve herkese açık yol ise tamamen Kur’ân’a dayanan yoldur. Akılla iman ve tevhid, kalble teslim ve inkıyad (boyun eğme) ve bedenle amel ve ibadete dayanan bu yol, her şeyden önce kâinatı Kur’ân gibi okumayı ve dolayısıyla ilim ve tefekkürle aklın hiçbir şüpheyle sarsılmayacak derecede kabûl ve imanını sağlar. Her bir şeyde, her bir hadisede Cenab-ı Allah’ın Kudret sikkesini, Rubûbiyet mührünü ve Kalemi’nin imzasını görür. Her şeyin ve her hadisenin Cenab-ı Allah’ın İlim, İrade ve Kudret’i çerçevesinde var olduğunu, cereyan ettiğini ve hayatını sürdürdüğünü yakînen tesbit eder. Tesbit eder ki, Cenab-ı Allah (c.c.), Zâtı’yla zamandan ve mekândan münezzehtir. Bu münezzehiyeti içinde bütün hususiyetleriyle her bir şeyi İlmi’yle kuşatmış ve ona şahsiyetini ve mahiyetini vermiş; Meşîeti’yle her bir şeyi şekliyle, sıfatlarıyla, ömrü ve rızkıyla tayin ve takdir buyurmuş, ona kimliğini biçmiş; İradesi’yle var etmeyi veya yaratmayı dilemiş; Kudreti’yle de her bir şeyi icat etmiş, yaratmıştır. O, bütün kâinatı bir tek varlık gibi idare eder; bir çiçeği kolaylıkla yarattığı gibi, aynı kolaylıkla bir baharı da yaratır. O’nun hiçbir fiili diğer fiillerine mâni olmaz. İcraatında, tasarrufunda parçalılık yoktur; kâinatın tamamında tasarrufta bulunurken, aynı anda tek tek şeyde de tasarrufta bulunur.

Her nesne, her hadise, İsimleri ve Sıfatları’yla Allah’a ayna olur veya bir pencere olarak açılır. Meselâ, bir tohum veya çekirdek, Allah’ın İlmi’ne ve İradesi’ne işaret eder; bize İlâhî İrade’den kaynaklanan ve İlm’e dayanan İlâhî emirler sandukçası olduğunu anlatır. Bir çekirdek ve ondan çıkan ağaç, akla yaratılış, Levh-i Mahfuz, Kader, İlâhî İlim, İrade ve Kudret adına en sağlam bilgileri sunar. Ayrıca, Rabb, Ĥâliq (Yaratan), Rezzak (Rızıklandıran), Muhyî (Hayat Veren), Kayyûm (Hayatta Tutan), Mülevvin (Renk Veren), Musavvir (Şekil Veren), Mukaddir (Takdir Eden), Adl (Her Şeyi Tam Dengeli ve Yeryi Yerinde Yapan), Hakîm (Her Şeye Hikmetler Takan) gibi onlarca İlâhî İsmi okutur. Bundan başka, çekirdekle ağaç ve toprak; su/yağmur; ısısı, ışığı ve ışığındaki renklerle güneş; kendi etrafında ve güneşin etrafındaki hareketleriyle yeryüzü arasındaki en ince hesaplara dayalı orantılı işbirliği gözler önüne serilir. Bütün bu işbirliği, dayanışma ve yardımlaşmanın ancak bir İlâh, Rabb ve Hakîm-i Mutlak’ın işi olabileceğini anlarız. Çekirdeği icat edenin ancak bütün ağaçları, yeryüzünü, toprağı, suyu, güneşi, kısaca bütün kâinatı da icat eden olabileceğini ve olduğunu, kâinatı icat edip idare edemeyenin bir çekirdeği, hattâ bir atomu icat “ve idare edemeyeceğini kavrarız. Kısaca, kâinattaki her bir şey ve her bir hadise, hakikî Tevhid’e açık bir delildir. Aklın bu şekildeki ikna, kabûl ve imanı, sürekli şahit olunan bu gerçekler üzerindeki tefekkür, elbette kalbi harekete geçirir. Kalb de, kâinattaki her şeyin Cenab-ı Allah’tan O’nu anlatan bir mektup olması karşısında şevk ile teslime ve baş eğmeye yönelir. Bu da, bedenin itaat ve ibadetini getirir. İşte bu hakikî Tevhid yolu, tefekkür, aklî ikna, kabûl ve iman, kalbî teslimiyet ve bedenî ibadet ve itaat yoludur.
Netice olarak, farklı meslekleriyle zahirî Tevhid sadece Lâ ilahe illa’llah derken, hakikî ve ispata dayalı Tevhid, Allahü lâ ilâhe illâ Hû veya Hüve’llahü’llezî lâ ilâhe illâ Hû’ye dayanır, onu okur.


Tuesday, February 16, 2016

Mertebelerin Hikmeti


Varlıklardan hiçbiri, varlığını kendisine borçlu değildir; hepsini yaratan, Allah’tır. Cenab-ı Allah onları yokluk karanlığında bırakmamış ve varlık aydınlığına çıkarmıştır. Dolayısıyla verilen vücut mertebeleri vukuâttır, realitedir. Verilmeyen mertebeler ise imkânattır; imkânat, nihayetsizdir. Yani imkân mertebesinde bulunanlar, herhangi bir vücut mertebesiyle taltif edilebilirler. Dolayısıyla seçim, onlara bırakılmaz; onları vücut âlemine çıkaran Zât’a bırakılır. O, varlığın bütünlüğü içinde ne nasıl olması gerekiyorsa onu öyle yapar. Meselâ bir insan vücudunda her organ beyin olmak istese, vücudun varlığı mümkün olmayacağı için hiçbir organın varlığı da mümkün olmaz. Dolayısıyla Cenab-ı Allah (c.c.) hangi varlığa hangi vücut mertebesini bahşetmişse, o varlığa düşen, Cenab-ı Allah’a şükür ve hamdetmek ve mertebesinin hakkını vermektir. Mertebesinin hakkını veren en alt vücut seviyesindeki bir varlık, onun hakkını vermeyen en üst seviyedeki bir varlıktan her zaman daha değerlidir ve ona göre mükâfatını alır.

Bu meselenin bilhassa insan hayatını ilgilendiren çok önemli bir yeri vardır. Cenab-ı Allah (c.c.), insanları da aynı kapasitede yaratmaz ve yaratmamıştır. Çünkü insan hayatı, toplumların hayatı, kısaca hayat, bir yardımlaşma, dayanışma, birbirinin eksiğini kapatma, birbirinin imdadına koşma musikîsidir. Kapasite, kabiliyet, tercih ve beğenilerin farklılığı, mesleklerin farklılığını getirir; mesleklerin farklılığı ise, insanlığın hayatı için olmazsa olmaz bir zarurettir. İkinci olarak, yukarıda da arz edildiği gibi, her insan aynı kapasitede olamayacağına ve kapasitelerin farklılığı hayat için bir zaruret olduğuna göre, bazı insanların kendilerine verilen kapasiteden memnun olmayıp daha üst kapasiteler istemesi, başka insanları da aynı isteğe sevkedecektir. Böylece şikâyet ve isteklerin sonu gelmeyeceği gibi, yerleri alınmak ve yerlerinde olunmak istenen insanlar da bu defa, “Bizim suçumuz neydi ki, alt kapasitelere itildik?” şikâyetine başlayacaktır. Üçüncü olarak, “Nimet ölçüsünde külfet veya sorumluluk, külfet veya sorumluluk ölçüsünde nimet!” düsturuna göre, bir insana ne ölçüde kapasite ve nimet verilmişse ona o ölçüde iş ve sorumluluk yüklenir. Dolayısıyla önemli olan, her bir insanın kendine verilen nimetin getirdiği sorumluluğu ifa ve Allah’a şükür ve hamdetmesidir. Cenab-ı Allah, her bir insanı hangi şekil, fizik ve kapasitede, hangi zaman ve yerde, hangi aile ve topluluk içinde yaratmışsa, o insan için hayırlı olan odur.

Bu noktada bir hususa daha temas etmek gerekiyor. Özellikle günümüzde spastik veya zihin özürlü ya da her ikisiyle birlikte doğumlar çoğalmaktadır. Fıtratta aslolan, sağlam ve kusursuz doğumdur. Dolayısıyla, özürlü doğumlar, çevre şartlarının veya anne-babanın, özellikle annenin hamilelik esnasında maruz kaldığı tesirlerin neticesidir. Ama özürlü doğmada doğan çocuğun elbette bir hatası yoktur. Fakat o çocuk için de öyle doğmak, hakkında hayırlı olandır. Konuya yine “Nimet ölçüsünde külfet, külfet ölçüsünde nimet!” düsturu temelinde, dolayısıyla sorumluluk, külfet ve özellikle Âhiret noktasında yaklaştığımızda bunun böyle olduğunu çok daha iyi anlarız.

Küfrün Çeşitleri

Küfrün çeşitleri veya şubeleri vardır. Bir küfür şekli vardır ki, cehaletten kaynaklanır. İman hakikatlerini bilmez, bilmediği için inkâr eder. Bu tür küfrün izalesi kolay olabilir. Fakat cehaletin de mertebeleri sözkonusudur. Bazı cahil vardır, bilmez ve bilmediğinin farkındadır, dolayısıyla anlatılınca kabûl eder. Bazı cahil vardır, bilmez ve bilmediğini de bilmez. Bu cehaletin giderilmesi zordur. Bazı cahil vardır, hem bilmez, hem bilmediğini bilmez, hem de kendisini bilir zanneder. İşte bu tür cehalet bilhassa enaniyet ve inatla birleşince, giderilmesi mümkün olmaz. Cehaletten kaynaklanan küfür sözkonusu ikinci, özellikle üçüncü tür cehalete dayanırsa, onun izalesi, Cenab-ı Allah’ın çok husu-sî rahmeti imdada yetişmezse mümkün değildir.

Küfrün bir diğer çeşidi, iman hakikatlerini bilir, fakat kabûl etmez.Kabûl etmemenin arkasında pek çok sebep bulunabilir. Kabûl etmeme, günümüzde olduğu gibi ‘bilim’e dayanırsa, bu tür küfür, ancak bilime dayandırılmasının yanlışlığı ortaya konur ve kâfir de hakperest olursa izale olunabilir. Fakat küfrün ‘bilim’e dayandırılması inat ve ‘bilim insanı’ olmak gibi gibi bir gurur ve kompleksle veya nefiste kara delik halini almış menfaat, statü, şöhret ve mevki gibi menfîliklerle birleşirse, artık o küfür, çok büyük ölçüde onulmaz bir hal almış demektir.

Bir diğer küfür çeşidi, aklen kabûl eder, fakat iman etmez. Aklî kabûlle iman farklıdır. İmanın yeri kalbdir; dolayısıyla bir hakikati aklen kabûl etmek, onu tasdik manâsına gelmez. Böyle bir küfür, yukarda zikredilen imana mâni faktörler sözkonusu olursa, yine izalesi çok zor olur. O faktörleri kıracak hadiselerin yaşanması veya durumların ortaya çıkması, ekstradan İlâhî yardım veya Rahîmiyet tecellileri, bu küfrü kırabilir.
Bilmeye dayanan üçüncü bir küfür çeşidi, tasdik eder, fakat imanı ve İslâm’ı benimsemez, onun tarafını tutmaz. Birtakım sâiklerle küfürde, küfrü seslendirmede ve kâfir gibi yaşamada devam eder. Bu da, yine önceki paragrafta ikinci tür küfürle ilgili olarak arzedilen faktörler ışığında değerlendirilebilir.

İnşâ-Tahrip, Sevap-Günah

Sevaplı amel, müsbet bir hareket ve bir inşâ olmasına mukabil günah, tahriptir. İnşâ, yapma, ortaya bir eser koyma, ‘var kılma’ demektir. Bir şeyin varlığı, onu meydana getirecek bütün parçaların bir arada varlığını gerektirir. Dolayısıyla inşâ, bir başka ifadeyle, sevaplı amel, zordur. Diğer taraftan, tahrip çok kolaydır, çünkü bir bütün, onu meydana getiren parçalardan birinin yok edilmesiyle tahrip edilebilir. İşte günah tahrip olduğu için, nasıl bir bütünde bir parçanın yok edilmesi bütünün tamamının tahribine sebep olabiliyorsa, bunun gibi, küçük bir günah bile, büyük neticeler doğurabilir. Bundan dolayı, sevaplı amele muvaffakiyet tamamen Hz. Allah’ın iznine ve Kudreti’ne dayandığı, günahı ise bütünüyle nefis istediği, ayrıca günahın neticesi çok büyük olduğu için bir günahı en az on katıyla cezalandırmak, bir güzel ameli ise ancak katıyla mükâfatlandırmak adalet olmasına mukabil, Cenab-ı Allah, fazl ve rahmetinden bir günaha bir ceza, bir güzel amele ise en az on sevap yazar. İşte bütün bu sebeplerden dolayı hiçbir insan, ameliyle Cennet’i ve ebedî saadeti hak edemez ve Cehennem, Allah’ın çok defa karşılıksız affına da rağmen kulun amelinin karşılığı olarak bir adalet, Cennet ise, tamamen Cenab-ı Allah’ın lütfu olarak bir rahmettir; asla kulun ameliyle hak ettiği bir mükâfat değildir.

Bu sözkonusu gerçek, bir hadis-i şerifte de açıkça ifade buyrulmuştur. Peygamber Efendimiz (s.a.s.), “Biliniz ki, hiçbiriniz ameliyle kurtulamaz.” ikazında bulunmuş, Ashâb-ı Kiram, “Sen de mi ya Rasûlellah?” diye sormuş, “Evet, ben de. Meğer Rabbim beni lütuf ve merhametiyle kucaklamış ola!” cevabını vermiştir.”

Monday, February 15, 2016

Kabul Etmemek ve Yokluğunu Kabul Etmek Arasındaki Fark


Adem-i kabûl (kabûl etmemek), kabul-ü adem (yokluğunu kabûl etmek)le karıştırılır. Kabûl etmemek, lâkaytlıktan ve bilmemekten gelen bir hükümsüzlüktür. Kabul-ü adem (Yokluğunu kabûl etmek) ise bir hükümdür ve delil ister.

ADEM-İ KABÛL, KABUL-Ü ADEMLE KARIŞTIRILMAMALI

İnkâr veya küfrün mahiyetiyle ilgili olarak çok düşülen hatalardan biri de, adem-i kabûl, yani sadece kabûl etmeme, inanmama hali ile kabul-ü adem, yani reddetme, inkâr etme, yokluğunu kabûl etme halini birbirine karıştırmaktır. Oysa birincisi, yani meselâ Cenab-ı Allah’ın varlığını, peygamberliği, Âhiret’i, vahyi, Kitab’ı kabûl etmemek, bir ilgilenmeme, bilmeme, kendince güya kesin delil yokluğundan ikna olamadığı için sadece inanmama halidir. Buna eskiden Arapça kaynaklı bir kavram olarak ‘Lâ edriye’, yani ‘Bilmiyorumculuk’ denirdi; günümüzde ise Batı kaynaklı bir kavram olarak Agnosticismdenmektedir. Kabul-ü adem, yani inkâr ise, –hâşâ– Allah yoktur veya birden fazladır, Kitap, vahiy, peygamber, melek, böyle şeyler yoktur diye iddia etmek ise bir hükümdür; bu, delil ve ispat ister. Bir şeyin yokluğunu ispat mümkün olmadığı gibi, ona delil de gösterilemez. Dolayısıyla, bu şekilde bir inkâr ve küfür, aslında içi boş, şahsî ve subjektif bir iddiadır. Ama ne var ki, insanların pek çoğu buna düşebilmekte, adem-i kabullerini kabul-ü adem zannetmekte, “ inkârda diretebilmekte, sonra da bunun güya bilimsel bir tavır olduğunu ileri sürebilmektedirler. Bu da, aslında katmerli cehaletin ta kendisidir.

İspat ve Nefiy

Kimse, –hâşâ– Allah’ın, meleklerin, ruhun, Âhiret’in, kabir hayatının yokluğuna delil gösteremez; özellikle pozitif, yani beş duyuya dayalı veya “bilimsel” delil gösteremez, çünkü bu, imkân dışıdır. Gerçek bu iken, modern bilim, “Allah’ın varlığı ispat edilemez.” iddiasında bulunur. Oysa, tam tersidir; Allah’ın –hâşâ– yokluğu ve diğer iman esaslarının –hâşâ– geçersizliği ispat edilemez; çünkü en açık bir kaide olarak, yokluğu ispat mümkün değildir. Buna rağmen, modern bilim, bir yandan kendisini maddî âlemle sınırlamakta, maddî âlem dışındaki âlemleri ve gerçekleri felsefeye havale etmekte, yani sahasının dışına çıkarmakta, sahasının dışındaki alanla ilgili cehaletini itiraf etmekte, ama öte yandan ilmi ve gerçeği sadece kendi sahasına ve tekeline alarak, hakkında cehaletini itiraf ettiği sahaya ilmî gerçeklik vermemekte ve onu spekülasyonlar meydanı olmaya indirgemektedir. Bu, cehaletin hokkabazlığından, ancak kendisini mahkûm ve maskara edecek cesaretinden başka bir şey değildir.

İşte, iman ispat, küfür ise nefiy, yani sadece bir spekülasyon, indî yani subjektif ve ispatı muhal üstü muhal bir iddiadan ibarettir.



İlahi İsimlerin Tecellileri


İnsan kâinatta tecelli eden bütün İlâhî İsimler’in tecellilerine mazhar olmakla birlikte, İsimler’in çokluğu ve tecellilerindeki farklılıklar ile insanlardaki kapasite farklılıkları, insanların da farklılığına sebeptir.


Varlıklar içinde Cenab-ı Allah’ı tanımada en kapsamlı üç ayna; kâinat, onun yazılı şekli ve tefsiri Kur’ân-ı Kerim ve bu iki kitabın bir üçüncü nüshası olan Hz. Muhammed (s.a.s.)’dir. Hz. Muhammed (s.a.s.), insanlar içinde Allah’a kapasite, kabiliyet ve günahsızlığı ile Kur’ân ve kâinat ölçüsünde bir delil, O’nu tanımada en kapsamlı bir ayna; her bir insan da, kapasite ve kabiliyetlerindeki noksanlıklar ve günahları bir yana, Allah’ı tanımada bütün diğer varlıklardan daha kapsamlı bir ayna ve delildir. Hz. Bediüzzaman (r.a.), ifade buyurur ki, mutlak ve her şeyi kuşatan bir şeyin hududu ve nihayeti olmadığı için, ona bir şekil verilmez; o, bu haliyle bilinemez, mahiyeti anlaşılmaz. Meselâ, karanlığı olmayan daimî bir ışık bilinmez ve hissedilmez. Ne vakit ona hakikî veya vehmî bir karanlıkla bir hat çekilse, o vakit bilinir. İşte insan enaniyeti, benliği, mahiyeti, yani insan olma, Sıfatları ve İsimleri ile Cenab-ı Allah’ı tanıma adına onların önüne çekilmiş böyle bir hattır.

TECELLİLERİYLE İLÂHÎ İSİMLER VE İNSAN

Kâinatta tecelli eden bütün İlâhî İsimler, bu hattın berisinde herbir insanda da tecelli halindedir. Fakat insanlar, kapasitelerine göre bu tecellileri perdeler ve tam yansıtamaz. İnsan; eksik gücü, ilim öğrenme kapasitesi, kabiliyetleri ve cüz’î iradesiyle İsimler’in bütün tecellilerini alamaz. Araya kendisinden, eksik ve kusurundan kaynaklanan perdeler girer ve o, bu perdeler gerisinden, perdeler içinde hakikati bulmaya çalışır. Ayrıca, İlâhî İsimler çok sayıdadır ve her birinin kendine has tecellisi vardır. Musavvir ismi eşyaya şeklini, suretini verirken, Mülevvin ismi, rengini verir. Alîm ismi insanlarda çalışarak ve ilhamla ilim edinme kaynağını teşkil ederken, Basîr ismi görme, Semî‘ ismi işitme melekelerinin asıl kaynağıdır. İşte, İsimler’deki ve insanların onların tecellilerine mazhariyetlerindeki farklılıklar, insanların da karakter, mizaç, tercih ve seçim (beğeni) itibariyle farklı farklı olmalarına, kabiliyet ve kapasitelerindeki farklılaşmalara ve derecelere, nihayet mesleklerinde, vazifelerinde, misyonlarında çeşitlenmeye sebeptir. İnsanın ferdî hayatı da, toplum hayatı da bu farklılık ve çeşitlenmeyi gerektirdiği gibi, belli zamanlarda, belli şartlarda ve belli topluluklara gönderilen peygamberlerin de bazı hususlarda birbirlerinden farklı olmaları, yine İlahî İsimler’in farklılığı ve farklı ‘dalga boyları’ndaki tecellileri itibariyledir. Meselâ, Hz. İsa (a.s.), pek çok İsm’in tecellisine mazhar olmasına rağmen, O’nda öne çıkan İsim, Kadîr ismidir. Karakteri ve mizacı gibi, misyonu da öncelikle bu İsm’in tecellisi altındadır veya tecellisine mazhardır. Ehl-i aşkta Vedûd ismi, tefekkür ehlinde Hakîm ismi, daha çok hakimdir.

İşte bütün bu faktörler ve gerçekler, peygamberler, onların şeriatları, velîler, asfiyâ denilen hem maneviyetin hem ilmin kahramanları, mücedditler ve âlimler arasında Cenab-ı Allah’ı tanıma, O’na yakınlık, O’nunla münasebet, hükümler, vazife ve misyonlar itibariyle farklı derecelerin ortaya çıkmasına sebeptir. Bu yaratılış ve hayat realitesi iyi kavranmadığı takdirde bilhassa velîler ve âlimler arasında hoş olmayan anlaşmazlıklar ve birbirlerini inkâra sebep olabilmektedir. Meselâ, Allah’ın Cevâd ismine daha çok mazhar bir velî, cömertliğe ağırlık verecektir ve o, insanlardaki cimriliği tedavi eder. Muksit ismine daha çok mazhar bir velî ise iktisadın önemi ve israfın kötülüğü üzerinde yoğunlaşacaktır ve vazifesi de israfla mücadele olur. Bu iki velîden önceki diğerini cimrilikle, ikincisi öncekini israfla suçlamaya kalkarsa, işte bu sahaların karışması ve hata olur; neticede bu iki velînin takipçileri arasında da karşılıklı suçlamalara yol açar. Dolayısıyla, izahına çalıştığımız söz konusu gerçek çok iyi kavranmalı ve gereksiz, hattâ hatalı tartışma ve ihtilâflara yol verilmemelidir.




Friday, February 12, 2016

İlahiyat/İlahiyatçı ve Bilim Sorunumuz

Gazetemizin değerli köşe yazarı Ali Ünal, geçen gün bir makale yayımladı. Bu makale ilgi çekti.
San Diego Eyalet Üniversitesi'nden ve kitapları Cambridge Üniversitesi'nce yayımlanan, makaleleri de dünyanın en muteber bilimsel dergilerinden biri olan World Policy Journal gibi yerlerde yayımlanan Dr. Ahmet Kuru gibi önemli sosyal bilimciler Ali Ünal'a tepki gösterdi.
Öncelikle şunu ifade etmek isterim: Tartışma, eleştiri İslam dünyasının kaybettiği büyük bir değerdir. Maalesef, İslam dünyasından eleştiri ve tartışma kültürü neredeyse tamamen yok olmuştur. O nedenle Ali Ünal olsun başka birisi olsun bir kimsenin düşünceleri etrafında tartışmanın ortaya çıkması çok hayırlı bir gelişmedir. İslam dünyası neredeyse bütün tarihini “kutsamıştır”. Osmanlı kutsaldır, Selçuklu kutsaldır, filan kutsaldır, falan kutsaldır… Bu “kutsanma” yetmemiş günümüze kadar gelmiştir. Halbuki bir insanın bir sorunu çözmesi yahut bir krizden çıkması için mevcut durumu eleştirmesi gerekir. İslam dünyasında bu “kutsanma hastalığı” neredeyse fiili olarak günümüz Müslüman aklını felç etmiştir. Halbuki bir kişi gidip Taberi, İbn Saad, Maverdi hatta Buhari gibi temel İslami klasikleri okusa İslam tarihinin üstelik önemli kişileri üzerine büyük bir eleştirel geleneğin var olduğunu görür! Sıkıntı, “çağdaş Müslüman'ın” kendi geleneğinin dahi kabul etmeyeceği biçimde “kutsamacı” bir refleks üretmesidir. Bugün neredeyse “kutsal alan” o kadar büyüdü ki Müslümanların düşünmesi, eleştirmesi imkânsız hale geldi. Şunu kabul edelim: Eleştiri yoksa düşünce de büyük ölçüde yoktur! Bir insan bir masayı eleştirmeden daha iyisini yapamaz. “Masa kusursuzdur” diyen, masanın benzerini üretmek yani taklit etmekten başka bir şey yapamaz.
Ben Ali Ünal'ın yazıları etrafında yapılan tartışmalara birkaç noktanın altını çizerek katılmak isterim. Birincisi, geleneksel dini disiplinler (fıkıh, hadis vb.) bir dünya yahut siyaset projesi kurgulamak için önemlidir ancak yeterli değillerdir. Bütün disiplinler ve meslekler önemlidir. Ayakkabıcılık ne kadar önemli ise siyaset bilimi de o kadar önemlidir. Ancak insanların sorunlarının sadece dini bilgiler ile çözüleceğine inanmak ne akla uygundur ne de İslam'ın bizzat kendisine! Türkiye'de çağdaş İslam düşüncesi sanki insanlığın bütün sorunlarına geleneksel “dini ilimlerle” çare üretileceği gibi absürd bir önerme üzerine kurulmuş halde. Kimse “hadis, fıkıh önemsizdir” dememeli, bu doğru ancak “bütün dertlerimize çare buradan bulunur” demek de yanlıştır.
İkincisi, fıkıh gibi geleneksel dini disiplinler ile söz gelimi sosyoloji veya fizik yahut tıp gibi diğer disiplinler arasında bir hiyerarşi söz konusu değildir. Yani tıp ve fıkıh aynı ölçüde muteberdir! 1503 yılında yayımlanan Gregor Reisch'in Margarita Philosophica adlı kitabında bir tabloda bilimler ast-üst ilişkisi içinde düzenlenmiş ve en üste “metafizik” bütün bilimlerin kraliçesi olarak resmedilmiştir! Bu tabloda matematik ve mantık gibi bilimler daha alttadır. Bu son derece Ortaçağ merkezli bir bilim anlayışıdır ve kanaatimce Türkiye'de halen geçerlidir! İnsanların yaptıkları işleri “en değerli” görmeleri güzeldir ancak bunu dayatmaları yanlıştır. Fıkıh ile biyoloji arasında bir eşitlik anlayışı olmadan ise ne bir eğitim modeli kurgulamak mümkündür ne de İslam dünyasının bugünkü bulunduğu sorun kümesinden çıkması imkânı vardır! O nedenle fıkıh, fizikten üstün değildir!
Üçüncüsü, Müslümanlar “alim” kavramını yeniden kurgulamalıdır. Böbrek hastalarının tedavisini sağlayan tıbbi araçları bulanlar, Mars'ta su arayan robotu icat edenler, türlü aşıları bulanlar… Bütün bunlar da “alimdirler”. Alim kavramını sadece fıkıh ve benzeri alanlara sıkıştırmak son derece yanlıştır. Newton da bir alimdi, yakın zamanda Nobel Kimya ödülünü alan Aziz Sancar da bir alimdir.   Alim kavramını neredeyse Hıristiyanlıktaki Azizlik gibi kutsal bir statüye dönüştürmek Müslümanlara büyük zarar vermiştir! Bütün Batı dünyasını etkileyen büyük Müslüman düşünürlerin neredeyse yüzde 99'u fıkıhçı, hadisçi değildiler! Aksine İbn-ül Heysem, Cahız, İbn Rüşd, İbn Haldun gibi esasen dini olmayan bilim dallarında ürün ortaya koyan kişilerdi. Bir Fransız bilim adamı özel ilgi alanı yoksa neden Şafii ile ilgilensin ki? Ancak İbn-ül Heysem'in optik konusundaki görüşleri din farkı gözetmeksizin bütün herkesi etkilemiştir. Bugün Müslümanlar bütün insanlığa fıkıhçılar üzerinden mesaj verebiliyor mu? Eğer İslamiyet, 11. ve 12. yüzyıldaki gibi tekrar bütün dünyanın seçkin zihinleri için tekrar ilham kaynağı olmak istiyorsa mutlaka fizikçiler, filozoflar, dil bilimciler, siyaset bilimciler medeniyetin vitrinine konulmak zorundadır!
Zaman Gazetesi, 9 Şubat 2016

Bilim Dini


Modern dönemde fenler veya bilimler önemli gelişmeler gösterdi ve tamamen ideolojik tercih ve Din karşıtlığına dayanan bir tavırla hakikatin yegâne ölçüsü kabûl edildi. Evet, ilim, hakikatin yegâne ölçüsüdür. Fakat modern fen veya bilim, daha doğrusu bu fen ve bilime niteliğini veren, onu tarif eden ve âdeta tekelinde tutanlar, (b)ilime önce bir nitelik biçtiler. Buna göre bilim, ancak duyularla ulaşılan ve laboratuarda denenip ispatlanan bilgidir. Bilime böyle nitelik biçince, onun sahasını da duyuların idrak sahası olan maddî âlemle sınırladılar. Ötesini felsefeye, yani yine insan aklına havale ettiler; Din’i ise, Hıristiyanlığın da etkisiyle, ilim ve akılla alâkası, ayrıca ilmî ve mantıkî olması gerekmeyen inançlar, dogmalar manzumesi olarak gördüler. Böylece, maddî âlemin dışında hakikat olamayacağı ve aranması gerekmediği sonucunu öne çıkardılar ve bilimi de bu hakikatı bulmanın tek vasıtası olarak gördüler. Böylece kendilerini de hakikatin kaynağı, bilim “dini”nin peygamberleri yaptılar. Bu anlayış, bugün dünyada hemen hemen bütün bilim mahfillerinde halâ geçerli olup, Din’i inkârın en katı temelini oluşturmaktadır.