İnsan, hem şahsı, hem de içinde bulunduğu âlem sürekli
yenilendiği için her zaman imanını tecdide, yani yenilemeye muhtaçtır.
**
Bazı evrensel gerçekler vardır ki, bunlar, sınırlı akıllarla
kavranamaz. Meselâ, kâinat nasıl bütün bir organizmadır, insan vücudu nasıl
bütün, yani tüm hücreleri ve organları birbirleriyle ve vücudun tamamıyla derin
münasebetler içinde bir organizmadır, bunun gibi, tarih de âdeta böyle bir
organizmadır. İlk insandan bu yana insanlık tarihinde olup biten her hâdisenin,
denebilir ki, birbiriyle şu veya bu şekilde münasebeti vardır. Dolayısıyla,
hadiseleri bütün gerçekleriyle kavramak, dün ve bugün olup bitenleri tam
manâsıyla ve bütün gerçekliğiyle anlayıp, yarın olup bitecekleri bilmek, hem
bütün tarihi bütün cepheleriyle bilmeye, hem hadiselerin öznesi olan bütün
insanları niyetleri, düşünceleri, karakterleri ile tanımaya bağlıdır. Bu ise,
insan için asla söz konusu değildir.
**
“Mekânın
şerefi orada oturanladır.” kaidesince, yeryüzü, göklere nisbeten küçücük
bir cirimden ibarettir ama, taşıdığı manâ ve onda tecelli eden sanat açısından
bütün kâinatın kalbi, merkezi, bütün İlâhî sanatların sergisi, İlâhî İsimler’in
tecellilerinin mazharı, nihayetsiz Rabbânî faaliyetin en yoğun sergilendiği
zemin, Allah’ın yaratıcılığının kendisini en yoğun ve en fazla gösterdiği alan,
pek geniş Âhiret âlemlerinin dokunduğu tezgâh, ebedî kalacak manzaraların
süratle ve birbiri peşisıra geçit yaptığı bir ekran, ebedî bağ, bahçe ve
bostanların tohumlarının ekildiği tarladır. İşte taşıdığı bu manâ ve kendisinde
sergilenen sanat ve hikmetler sebebiyledir ki, yeryüzü, Kur’ân’da göklerle bir
tutulur ve “Göklerin ve yerin Rabbi” gibi ifadelerde göklerle birlikte anılır.
**
DİN, TEMELDE TECRÜBEDİR, YAŞANIR VE YAŞANARAK BİLİNİR
Din’in bütün meselelerinin biri Cenab-ı Allah’a, diğeri
insana bakan iki yönü vardır. İnsana bakan yönlerinin de akla hitapla onu ikna
eden ilmî ve nazarî, yani teorik yanları da elbette olmakla birlikte, Din,
temelde tecrübî, yani yaşanması gereken, yaşanan ve yaşanarak kavranan ve
ayrıca vicdanî bir meseledir. Din’i sadece ilmî bir mevzu ve malzeme, teorik ve
akademik bir mesele olarak inceleyenler, onu aslıyla ve özüyle kavrayamaz;
dolayısıyla Müslümanları ve İslâm toplumlarını da doğru olarak değerlendirip,
doğru olarak yorumlayamazlar. Meselâ, İslâm’ı ilmî ve teorik olarak çok iyi
çalışmış bir müsteşrik, Din’i tatbik etmeye çalışan âmî bir mü’min kadar
İslâm’ı doğru bilip doğru değerlendiremez.
**
İnsan, ancak nûr-u Tevhid içinde sırr-ı Ehadiyet inkişaf
ettiği anda kendi aczini ve Cenab-ı Allah’ın varlığını, Birliği’ni ve
Kudreti’ni çok daha iyi idrak eder.
**
Eşyaya masnû (sanatlı yapılmış, sanat eseri) olarak
baktığınızda Ĥâliq’ı düşünün, aksi halde tabiatperestliğe düşersiniz. (onun
Yaratıcı’nın eseri olduğunu düşünmez ve onu tabiata mal edersiniz.) Eşyaya
mahlûk (yaratılmış) olarak baktığınızda Sâni’i düşünün, yoksa eşyadaki sanatı
göremezsiniz.
**
Hayatında
kendisine hiç tebliğ gitmemiş insan, başkalarına karşı da zalim ve gaddar
değilse, Ehl-i Sünnet’in Eş’arî koluna göre Âhiret’te azap görmez. “Külfet
ölçüsünde nimet, nimet ölçüsünde külfet” kaidesince, nisap miktarı malı olmayan
zekât vermekle mükellef olmadığı gibi, bir kişide ne ölçüde Allah’ın nimetleri
varsa, onun sorumluluğu da o kadardır. Kapasite ve kabiliyetin büyüklüğü nisbetinde
insandan iş ve başarı beklenir. İşte, İslâm gibi her bakımdan geçerliliğini
koruyan ve Allah’ın insanlık için en büyük nimeti olan bir dinin mensuplarının
onu yaşamada gösterdikleri ihmal ve terk, Hıristiyanlık ve Yahudilik de olsa
artık tahrif edilmiş ve hükmü kalkmış dinlerin mensuplarının kendi dinlerini
ihmal ve terklerinden çok daha fazla gayretullaha dokunur ve en azından dünyada
bile cezasını görür. Bundan dolayıdır ki, Müslümanlar, Müslümanların ülkeleri,
diyarları, dünyada ehl-i küfürden ve onların memleketlerinden daha fazla ceza
veya azaba, kıtlığa, işgale, depremlere, tsunamilere, sel baskınlarına vb.
maruz kalmaktadır.
**
Kur’ân, kendisinden daha ilk inen “Oku!” emrinde Cenab-ı
Allah için “Rabb” ismini ve Rabb için de “Yaratan” sıfatını kullanmakla,
yaratılışın, yani insanın ve kâinatın okunması gerektiğini ifade eder, bizi
kâinatı ve insanı incelemeye çağırır. “Rabb’inin adına” demekle, yapacağımız
okuma işinin Allah için olması gerektiğini beyan buyurur. Okumayı Allah için
yapma, Allah için ilim yapma ve tahsil etme, meselâ nükleer silahlar üretmeye,
çevreyi kirletmeye, fıtrata yanlış müdaheleye, zulme izin vermez. “Rabb’inin
adıyla” demekle, okumaya, ilmî çalışmalara Allah diyerek, Besmele çekerek
başlanmasını, gayr-ı meşrû bir işe Allah adı anılarak başlanamayacağı için de,
yapılan okumanın ve ilmî çalışmanın meşrû olması gerektiğini emreder.
**
Dinî ilimlerin bir dalında âlim olan bir zâtın her dalda,
her dinî sahada âlim olması gerekmez. Bir müfessir, Tefsir’deki uzmanlığı
seviyesinde Fıkıh’ta, Hadis’te, Tasavvuf’ta uzman olamaz. Bunun gibi, Fıkıh’ta,
Hadis’te uzman olan bir âlim de aynı seviyede Tefsir’de uzman olamayabilir.
Dolayısıyla çok büyük müfessir diye her müfessirin, çok büyük hadisçi diye her
muhaddisin, çok büyük fakih diye her fakihin diğer dinî ilim dallarında da her
söylediklerine doğru nazarıyla bakılmaz.