Tuesday, August 29, 2017
Almanların Çanakkale Savaşı'ndaki Katkıları
Bugün birçok kişi Çanakkale Savaşı’nı Liman von Sanders’in değil de Mustafa Kemal’in yönettiğini sanıyor. Halbuki Mustafa Kemal, bu cephedeki onlarca ikincil komutandan biriydi.
**
Almanların bütün derdi, müttefik filonun Karadeniz’e açılarak zayıflamış bulunan Ruslara askerî destek gitmesini önlemekti. Bu, Almanlar için bir düşman cephesinin düşmesi demekti. Sanders’in amacı da ülkesinin kendisinden beklediği gibi, müttefik filolarım önce Çanakkale Boğazı’nda durdurmak, olmaz ise İstanbul Boğazı’ndan geçirmemekti. Alınan tüm tedbirlerin ana teması bu idi.
**
Liman von Sanders’in anılarının en can alıcı satırları ise şunlardır: “Fakat Türk Genel Karargâhı, düşman filosunun 20 Şubat’tan 1 Mart’a kadarki zaman içinde Boğaz’ı geçeceğini kabul ettiğinden, alman askerî kararlar tam anlamıyla felaketti. Bu emirler tamamen uygulansaydı, Almanya ve Avusturya, daha 1915 ilkbaharında harbe Türkiyesiz devam etmek zorunda kalacaklardı. Zira bu emirlere göre Türkiye, Çanakkale Boğazı’nı adeta terk ediyordu. .. 23 Şubat’ta Enver Paşa’ya yazdığım bir yazı ile aldıkları tedbirlerin hayal edilemeyecek kötülükler getirebileceğini bildirdim. Enver Paşa cevabında tek kelime ile olsun gerekçe göstermeden, benim görüşümü paylaşmadığını bildiriyordu. Enver Paşanın bu isabetsiz ve zararlı emirleri beni rahatsız ediyordu. 1 Mart tarihinde, bu kararların değiştirilmesine yardım etmeleri için Alman Büyükelçiliği’ne ve Askerî Kabine Şefi vasıtasıyla Alman İmparatorluğu’na başvurdum. Bu iki makam görüşümün uygulanması için ne yaptılar bilemem fakat bir şeyler yapmış olacaklar ki, baştan sona hatalı olan söz konusu kararlar hiç uygulanmadı.”
**
Aslında Çanakkale’de görev yapan Alman er, astsubay ve subayların sayısı ise en çok 500 kişiye çıkmıştı. Bunların 150 kadarı kurmay heyeti ve ordu komutanı, 200’ü istihkâm taburunun er ve subay- astsubayları, geri kalanlarının da büyük kısmı sağlık hizmetlerinde görev alan Alman askerleriydi. Bu sayılara bakınca Almanlar komutayı, Türkler ise savaşçı gücü oluşturuyorlardı diyenlere hak vermek mümkün. Ancak Almanların katkıda bulundukları başka alanlar da vardı. Örneğin Nisan ayından itibaren altı Alman denizaltısı Çanakkale bölgesinde faaliyete geçmişti. Bu denizaltı filosu kısa sürede İtilaf donanmasının korkulu rüyası oldu. Bir Alman denizaltısı 25 Mayıs’ta Majestic, iki gün sonra ise Tri- umph adlı zırhlıları torpilleyerek batırdı. Bu tarihten sonra Arc Royal uçak gemisi Ege’de rahatça keşif görevi yapamaz oldu ve İmroz’a çekildi. 7 Ağustos’ta başlayan Anafartalar Harekâtı sırasında da denizaltılar önemli rol oynadılar. 12 Ağustos’ta Alman denizaltılarının saldırısı ile Fransızlar dört, İngilizler dokuz de- nizaltılarını yitirdiler. Osmanlı Donanması da Hayreddin zırhlısını, Peleng-i Derya topçekerini, Yarhisar torpidosunu ve birkaç küçük gemisini yitirdi.
Hava kuvvetlerine Alman katkısı da az bilinir. Savaş başlar başlamaz Almanya Osmanlı İmparatorluğu’na 12 sivil pilot, 32 sivil uçak, 24 Rumpler ve Albatros B uçağı tahsis etmiş, grubun başına da Pilot Üsteğmen Serno getirilmiş, Yeşilköy’de bir talim alanı hazırlanmıştı. Ama Romanya ve Bulgaristan’ın o sırada tarafsız olması yüzünden uçakların ilk partisinin İstanbul’a getirilmesi ancak Mart 1915’te olmuştu. Bu ilk dört uçaktan üçü Çanakkale’ye gönderildi. Savaş boyunca Osmanlı hava kuvvetlerinde bulunan 415 uçağın 30’u Alman İmparatorluk Donanması’na ait deniz uçak bölüğünden, 55’i Alman ‘Paşa’ uçak birliğiydi. Çanakkale bölgesini donanma uçak bölüğü koruyordu.
Çanakkale Savaşı'nda Ne Kadar Şehit Verildi?
Çanakkale Savaşı ile ilgili çarpıtmalardan biri de Türk tarafının verdiği ‘şehit’ sayısıyla ilgilidir. Askeri terminolojide ‘zayiat’ teriminin anlamını bilmemekten mi yoksa gerçek ‘şehit’ sayısını az bulmak yüzünden mi bilinmez ama yıllardır üniversite hocalarından cumhurbaşkanlarına kadar uzanan geniş bir yelpazede, ‘250 bin şehit’ten söz etmek adet olmuştur. Halbuki Genelkurmay Başkanlığı verilerine göre, Çanakkale’de 57.263 şehit, 97.874 yaralı, 11.178 kayıp, 7.084 hava değişimi, 20.297 hastalık sonucu ölüm, 14 bin hastaneye götürülen olmak üzere 207.696 ‘zayiat’ (kayıp, savaş dışı kalan) vardır. Elbette, Genelkurmay’ın Şehitlerimiz kitabında künyeleri verilen 105 gayrimüslim Osmanlı askeri ‘şehit’ sayılmazlar! Aslında yaklaşık 2,5 yıl süren ‘Kurtuluş Savaşı’ sırasında 9.900 civarında şehit ve 31 bin civarında yaralı verildiği düşünülünce 8,5 ayda kaybedilen insan sayısı korkunçtur. Ama bu rakam bile milliyetçi çevreleri tatmin etmediği için durmadan abartılır. İtilaf Devletleri’nin kayıpları konusunda da çelişkili açıklamalar olmakla birlikte genel kanı, onların ölü sayısının bizimkinden az, toplam kayıplarının eşit olduğu yolundadır. Bu da başka ilginç bir durumdur, çünkü Türk tarafı pozisyon açısından çok daha avantajlıdır.
Sonuç olarak 8,5 ay önce büyük bir kibirle Çanakkale önlerinde boy gösteren İtilaf donanmasının süklüm püklüm, fakat ciddi bir zayiat vermeden bölgeden ayrılması, özellikle İngiliz tarih yazımına ‘zafer’ olarak geçmiştir. Ama herkes Çanakkale Savaşları’nın gerçek galibinin Osmanlı tarafı olduğunu bilir. Bugün pek çok kişi Çanakkale Savaşı’nı Türk ulus-devletinin kuruluş efsanesinin prelüdü sayıyor. Bazıları ise, Osmanlı’nın Müslüman tebaasının Hıristiyan dünyaya karşı ‘cihad’ savaşı olarak kurgulamaya çalışıyor. Halbuki, Osmanlı İmparatorluğu da, adı üstünde aynen savaştığı devletler gibi emperyal bir güçtü. Savaşa, dünyanın yeniden paylaşımından pay almak için kendi arzusuyla girmişti. Dahası, İtilaf Devletleri’ni kendisine savaş ilan etmeye, dolayısıyla Çanakkale’ye saldırmaya adeta mecbur bırakmıştı. Çanakkale, Osmanlı ordularının Irak’taki Kutü’l Amara ile birlikte galip geldiği iki cepheden biriydi. Düşmanı Çanakkale’den püskürttükten üç yıl sonra, aynı donanma hiçbir engelle karşılaşmadan İstanbul’a kadar gelecek, tarih sahnesinden püskürtülen Osmanlı İmparatorluğu olacaktı.
Saturday, August 26, 2017
Göre Göre Sarıkamış Faciası
Bütün olumsuzluklara rağmen 9-18 Kasım 1914’te 3. Ordu, Rusları Köprüköy’de durdurdu. Ama Kumandan Haşan İzzet Paşa, askerin giyim ve iaşesinin yetersizliğini ve kış şartlarını düşünerek çekilen Rusların peşine düşmedi. Enver Paşa 25 Kasım 1914 tarihinde durumu yerinde tetkik etmesi için Harbiye’den sınıf arkadaşı Yarbay Hafız Hakkı’yı cepheye gönderdi.
**
Vücudu cephede, aklı karısında olan Enver Paşa, 16 Aralık’ta Alman kurmay ve generalleriyle Erzurum’a geldi ve hocası Hasan İzzet Paşa’ya şöyle bağırdı:
“Hatalı davrandınız, başarılı olamadınız! Rus Ordusu burada yok edilmeliydi. Şimdi hemen harekete geçip, Rus Ordusu’nu yok edeceksiniz!”
Yaşlı asker cesaretle cevap verdi:
“Olmaz! Havaları görüyorsunuz. Her yerde kar var. Karakış başlamıştır. Bu şartlar altında bir harekât faciaya dönüşebilir. Kış şiddetini kaybetsin, yollar açılsın, düşmana haddini bildiririz!”
Enver öfkeyle haykırdı:
“Eğer hocam olmasaydınız, sizi idam ettirirdim!”
**
22 Aralık günü, 3. Ordu’ya bağlı 9, 10, 11. Kolordular harekâta başladı. Zemheri denilen kışın en soğuk günleriydi. Kar kalınlığı bazı yerlerde bir metreyi geçiyordu. Sıfırın altında 39 derecelik soğuklar, düşmandan daha tehlikeliydi. Gündüz başlayan yürüyüşte yumuşayan çarıklar gece donmaya, ayakları mengene gibi sıkmaya başlıyordu. Adım atmak neredeyse imkânsızdı. Askerler donmamak için oldukları yerde atlıyor, zıplıyor, kendilerini yerden yere vuruyordu ama nafile. Ayak parmaklarından başlayan donma, yavaş yavaş tüm vücutlarına yayılıyordu. Kimi yere çömeldi, kimi oturdu, kimi yuvarlandı, kimi bir ağaç gövdesine dayandı. Ortalık kardan heykellerle doldu.24 Aralık’ta Beyköy’le Kuruköy’e ulaşmayı sadece 3.200 kişi başarmıştı. “Onları teslim alamadım. Çünkü bizden çok evvel Allahlarına teslim olmuşlardı” diye yazdı Rus Kurmay Başkanı Pietroroviç raporuna. Ama Enver Paşa inadından dönmedi. Acımasız emrini verdi: “Geri adım atanı üstü vuracaktır!” Ardından örnek olması için 40-50 kişi kurşuna dizildi. Daha sonraki infazlar zaten az olan kurşunların ziyan olmaması için iple yapılacaktı. Ağaçlarda donmuş insan cesetleri sallanıyordu.30 Aralık’ta Enver Paşa, yatağında donmuş ayaklarıyla yatan yaveri Kazım Bey’e kayıtsız ifadelerle bakıyordu. Bu arada 29. Tümen Kumandanı Albay Arif Bey’i “emirleri dinlemedi” diye kurşuna dizmeye kalktı.
**
1 Ocak 1915 günü Albay Hafız Hakkı Paşa başkumandan vekiline itiraf etti: “Bitti paşam, ordumuzun kısm-i küllisi mahvoldu.” Her şeyin bittiğini anlayan Enver Paşa, Albay Hafız Hakkı Bey’i ‘Paşa’ yaparak 3. Ordu’nun başına geçirdikten sonra Erzurum’a doğru yola çıktı. Enver’i götüren kızak, yolda bir Rus karakol birliği ile karşılaştı ancak Rus askerleri kendisini tanımadıkları için kurtuldu. 4 Ocak 1915’te Hafız Hakkı Paşa geri çekilme emri verdi ve Sarıkamış Harekâtı sona erdi. Paşa durumu şu Fransızca sözlerle tanımlamıştı: “Şeref hariç, her şey bitti!” Bir yandan cepheden firar hazırlıkları yapan Enver Paşa ise 8 Ocak’ta Harbiye Nezareti’ne “Ruslara karşı başlamış olan harekât Rus ordusunun kat’i surette mağlubiyeti ile neticelenmediyse de, düşmanı hudut haricine çıkarmaya ve düşman arazisinin bir kısmını istilaya ve hasım ordusunun iyiden iyiye sarsılmasına meydan verdi” diye yazmayı ihmal etmemişti.
10 Ocak 1915’te önce Erzurum’a, oradan da otomobille Refahiye-Suşehri üzerinden İstanbul’a ulaşan Enver Paşa, ilk iş olarak cepheden her gün en az bir, bazen iki mektup yazdığı karısı Naciye Sultan’a sarılmış, ardından da Cercle d’Orient Kulübü’nde verilen ziyafete katılmıştı. İstanbul gazetelerinde Genel Karargâh’ın zafer bildirisi yayımlanmıştı: “Ordumuz Sarıkamış’a dek ilerleyerek kesin başarı kazanmıştır.” O günlerde kendisine, 3. Ordu mıntıkasında yaklaşık 600 bin civarında askerin ‘zayi olduğunu’ söyleyen Harbiye Nezareti’nin Ordu İkmal Dairesi Müdür vekili Miralay Behiç (Erkin) Bey’e şöyle demişti: “Bunlar nasıl olsa bir gün ölecek değiller miydi!”
**
Enver Paşa bunları söylerken, Hafız Hakkı Paşa, Erzurum’da tifüsten son nefesini verirken, Rusların esir aldığı on binlerce Osmanlı askeri Hazar Denizi’ndeki kıraç ve susuz Nargin (Nergis) Adası’nda, merkezî Rusya’daki Varnavino, Sibirya’daki Krasnoyarsk, Priamur, Novanikolaievsk, Novosibirsk, Omsk kamplarına doğru götürülüyorlardı.
24 Nisan 1915 günü, yabancı basından ve kaçan esirlerden Sarıkamış faciasının aslını öğrenen halkı yatıştırmak için gazetelerde Ermenilerin düşmanla ittifak yapıp orduyu arkadan vurduğuna dair yazılar boy göstermişti. Bu konuda başı çeken Harb Mecmuası'nı çıkaran Albay Seyfı’nin de içinde bulunduğu gizli komite bir karar aldı ve İstanbul’daki Ermeni cemaatinin önde gelenlerinden oluşan 235 kişilik ilk kafile Ayaş ve Çankırı’ya doğru yola çıkarıldı. Bu kişilerin çoğundan bir daha haber alınamadı.
**
Ancak halk bunları hiç bilmedi. Sadece askere gönderdikleri evlatlarından uzun süredir haber alamadıkları için olan biteni hissediyor ama “hiç haber almamak, kötü haber almaktan evladır” deyip tevekkülle büyüklerinin açıklamalarını bekliyorlardı. Bırakın halkı, dönemin sadrazamı Said Halim Paşa bile “Sarıkamış felaketini çok sonra haber aldığını” söyleyecekti. Çünkü İttihat ve Terakki, savaş aleyhine yayınları önlemek için hükümetin resmî gazetesi sayılan Tanin haricindeki bütün gazeteleri kapatmıştı. Askerî sansür ancak 11 Haziran 1918’de kaldırıldı. Fakat Sarıkamış konusundaki sansür ancak 1921 yılında kırıldı. 9. Kolordu Kurmay Başkanı Yarbay Köprülü Şerif (İlden) Bey, 3,5 yıllık Sibirya esaretinden sonra İstanbul’a geldiğinde askerliğe dönmek istemiş ama emekli edildiğini öğrenmişti. Köprülü Şerif Bey Sarıkamış İhata Manevrası ve Meydan Muharebesi adlı hatıratını ancak 1921 yılında, Akşam gazetesinde tefrika edebildi. Yedi yıllık suskunluk nihayet bozulmuştu. Bunu başka yayınlar izledi. Ancak Sarıkamış’ın gerçek bilançosu hiçbir zaman ortaya çıkmadı.
**
Yıllardır tartışılır, Sarıkamış’ta cepheye kaç kişi sürülmüştü, kaç kişi şehit olmuştu? Bu konuda ilk rakam 1933’te telaffuz edildi. Genelkurmay tarafından yapılan açıklamaya göre ‘zayiat’ yani ‘kayıp’ sayısı 109.274 idi. Bu kayıpların ne kadarı ‘şehit’, ne kadarı ‘yaralı’, ne kadarı ‘esir’, ne kadarı ‘firari’ açıklanmamıştı. Daha sonra faciadan beri halk arasında yaygın kanaate uygun olarak “90 bin şehit verildi” dendi, ama sonra bu sayının Enver’in prestijini sarstığı görülünce sayı düşürülmeye çalışıldı. Ordunun tüm mevcudu 75 bin kişiyken, nasıl 90 bin şehit verilebilirdi ki? Tüm arşivler elinin altında olduğu halde yıllardır bu konuda bilimsel bir araştırma yayınlamamış olan Genelkurmay 18 Aralık 2007’de internet sitesine koyduğu ‘bilgi notu’yla rakamı sessizce revize etti: Sarıkamış’ta tek kurşun atmadan şehit olanların sayısı 60 bindi!
Peki, bu sayılar doğru muydu? Sarıkamış’ta yaşanan hezimeti sayesinde öğrendiğimiz 9. Kolordu Kurmay Başkanı Yarbay Köp- rülülü Şerif (İlden) Bey’e göre 3. Ordu’nun mevcudu 190 bindi. Yani pekâlâ 90 bin şehit verilmiş olabilirdi.
Sayılar konusu bir yana bırakıldığında daha önemli soru ortaya çıkıyordu: Bu ‘zayiat’ kimin suçuydu? Harekâta karar veren, bunu komuta kademesine zorla kabul ettiren, askerleri giysisiz, iaşesiz -39 derecede cepheye süren Enver Paşa’nın suçlandığını sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Kimi çevreler, o günlerin İttihatçıları gibi Ermeni çetelerini suçladı, kimi Köprüköy’de düşmanı takip etmeyen 3. Ordu Kumandanı Hasan İzzet Paşa’ya attı suçu, kimi en az Enver Paşa kadar hırslı ama strateji ve taktik cahili olan 10. Kolordu Kumandanı Hafız Hakkı Paşa’ya, kimi Osmanlı Genelkurmayı’nın başındaki Alman generali General Bronsart von Schellendorf'a...
**
Vücudu cephede, aklı karısında olan Enver Paşa, 16 Aralık’ta Alman kurmay ve generalleriyle Erzurum’a geldi ve hocası Hasan İzzet Paşa’ya şöyle bağırdı:
“Hatalı davrandınız, başarılı olamadınız! Rus Ordusu burada yok edilmeliydi. Şimdi hemen harekete geçip, Rus Ordusu’nu yok edeceksiniz!”
Yaşlı asker cesaretle cevap verdi:
“Olmaz! Havaları görüyorsunuz. Her yerde kar var. Karakış başlamıştır. Bu şartlar altında bir harekât faciaya dönüşebilir. Kış şiddetini kaybetsin, yollar açılsın, düşmana haddini bildiririz!”
Enver öfkeyle haykırdı:
“Eğer hocam olmasaydınız, sizi idam ettirirdim!”
**
22 Aralık günü, 3. Ordu’ya bağlı 9, 10, 11. Kolordular harekâta başladı. Zemheri denilen kışın en soğuk günleriydi. Kar kalınlığı bazı yerlerde bir metreyi geçiyordu. Sıfırın altında 39 derecelik soğuklar, düşmandan daha tehlikeliydi. Gündüz başlayan yürüyüşte yumuşayan çarıklar gece donmaya, ayakları mengene gibi sıkmaya başlıyordu. Adım atmak neredeyse imkânsızdı. Askerler donmamak için oldukları yerde atlıyor, zıplıyor, kendilerini yerden yere vuruyordu ama nafile. Ayak parmaklarından başlayan donma, yavaş yavaş tüm vücutlarına yayılıyordu. Kimi yere çömeldi, kimi oturdu, kimi yuvarlandı, kimi bir ağaç gövdesine dayandı. Ortalık kardan heykellerle doldu.24 Aralık’ta Beyköy’le Kuruköy’e ulaşmayı sadece 3.200 kişi başarmıştı. “Onları teslim alamadım. Çünkü bizden çok evvel Allahlarına teslim olmuşlardı” diye yazdı Rus Kurmay Başkanı Pietroroviç raporuna. Ama Enver Paşa inadından dönmedi. Acımasız emrini verdi: “Geri adım atanı üstü vuracaktır!” Ardından örnek olması için 40-50 kişi kurşuna dizildi. Daha sonraki infazlar zaten az olan kurşunların ziyan olmaması için iple yapılacaktı. Ağaçlarda donmuş insan cesetleri sallanıyordu.30 Aralık’ta Enver Paşa, yatağında donmuş ayaklarıyla yatan yaveri Kazım Bey’e kayıtsız ifadelerle bakıyordu. Bu arada 29. Tümen Kumandanı Albay Arif Bey’i “emirleri dinlemedi” diye kurşuna dizmeye kalktı.
**
1 Ocak 1915 günü Albay Hafız Hakkı Paşa başkumandan vekiline itiraf etti: “Bitti paşam, ordumuzun kısm-i küllisi mahvoldu.” Her şeyin bittiğini anlayan Enver Paşa, Albay Hafız Hakkı Bey’i ‘Paşa’ yaparak 3. Ordu’nun başına geçirdikten sonra Erzurum’a doğru yola çıktı. Enver’i götüren kızak, yolda bir Rus karakol birliği ile karşılaştı ancak Rus askerleri kendisini tanımadıkları için kurtuldu. 4 Ocak 1915’te Hafız Hakkı Paşa geri çekilme emri verdi ve Sarıkamış Harekâtı sona erdi. Paşa durumu şu Fransızca sözlerle tanımlamıştı: “Şeref hariç, her şey bitti!” Bir yandan cepheden firar hazırlıkları yapan Enver Paşa ise 8 Ocak’ta Harbiye Nezareti’ne “Ruslara karşı başlamış olan harekât Rus ordusunun kat’i surette mağlubiyeti ile neticelenmediyse de, düşmanı hudut haricine çıkarmaya ve düşman arazisinin bir kısmını istilaya ve hasım ordusunun iyiden iyiye sarsılmasına meydan verdi” diye yazmayı ihmal etmemişti.
10 Ocak 1915’te önce Erzurum’a, oradan da otomobille Refahiye-Suşehri üzerinden İstanbul’a ulaşan Enver Paşa, ilk iş olarak cepheden her gün en az bir, bazen iki mektup yazdığı karısı Naciye Sultan’a sarılmış, ardından da Cercle d’Orient Kulübü’nde verilen ziyafete katılmıştı. İstanbul gazetelerinde Genel Karargâh’ın zafer bildirisi yayımlanmıştı: “Ordumuz Sarıkamış’a dek ilerleyerek kesin başarı kazanmıştır.” O günlerde kendisine, 3. Ordu mıntıkasında yaklaşık 600 bin civarında askerin ‘zayi olduğunu’ söyleyen Harbiye Nezareti’nin Ordu İkmal Dairesi Müdür vekili Miralay Behiç (Erkin) Bey’e şöyle demişti: “Bunlar nasıl olsa bir gün ölecek değiller miydi!”
**
Enver Paşa bunları söylerken, Hafız Hakkı Paşa, Erzurum’da tifüsten son nefesini verirken, Rusların esir aldığı on binlerce Osmanlı askeri Hazar Denizi’ndeki kıraç ve susuz Nargin (Nergis) Adası’nda, merkezî Rusya’daki Varnavino, Sibirya’daki Krasnoyarsk, Priamur, Novanikolaievsk, Novosibirsk, Omsk kamplarına doğru götürülüyorlardı.
24 Nisan 1915 günü, yabancı basından ve kaçan esirlerden Sarıkamış faciasının aslını öğrenen halkı yatıştırmak için gazetelerde Ermenilerin düşmanla ittifak yapıp orduyu arkadan vurduğuna dair yazılar boy göstermişti. Bu konuda başı çeken Harb Mecmuası'nı çıkaran Albay Seyfı’nin de içinde bulunduğu gizli komite bir karar aldı ve İstanbul’daki Ermeni cemaatinin önde gelenlerinden oluşan 235 kişilik ilk kafile Ayaş ve Çankırı’ya doğru yola çıkarıldı. Bu kişilerin çoğundan bir daha haber alınamadı.
**
Ancak halk bunları hiç bilmedi. Sadece askere gönderdikleri evlatlarından uzun süredir haber alamadıkları için olan biteni hissediyor ama “hiç haber almamak, kötü haber almaktan evladır” deyip tevekkülle büyüklerinin açıklamalarını bekliyorlardı. Bırakın halkı, dönemin sadrazamı Said Halim Paşa bile “Sarıkamış felaketini çok sonra haber aldığını” söyleyecekti. Çünkü İttihat ve Terakki, savaş aleyhine yayınları önlemek için hükümetin resmî gazetesi sayılan Tanin haricindeki bütün gazeteleri kapatmıştı. Askerî sansür ancak 11 Haziran 1918’de kaldırıldı. Fakat Sarıkamış konusundaki sansür ancak 1921 yılında kırıldı. 9. Kolordu Kurmay Başkanı Yarbay Köprülü Şerif (İlden) Bey, 3,5 yıllık Sibirya esaretinden sonra İstanbul’a geldiğinde askerliğe dönmek istemiş ama emekli edildiğini öğrenmişti. Köprülü Şerif Bey Sarıkamış İhata Manevrası ve Meydan Muharebesi adlı hatıratını ancak 1921 yılında, Akşam gazetesinde tefrika edebildi. Yedi yıllık suskunluk nihayet bozulmuştu. Bunu başka yayınlar izledi. Ancak Sarıkamış’ın gerçek bilançosu hiçbir zaman ortaya çıkmadı.
**
Yıllardır tartışılır, Sarıkamış’ta cepheye kaç kişi sürülmüştü, kaç kişi şehit olmuştu? Bu konuda ilk rakam 1933’te telaffuz edildi. Genelkurmay tarafından yapılan açıklamaya göre ‘zayiat’ yani ‘kayıp’ sayısı 109.274 idi. Bu kayıpların ne kadarı ‘şehit’, ne kadarı ‘yaralı’, ne kadarı ‘esir’, ne kadarı ‘firari’ açıklanmamıştı. Daha sonra faciadan beri halk arasında yaygın kanaate uygun olarak “90 bin şehit verildi” dendi, ama sonra bu sayının Enver’in prestijini sarstığı görülünce sayı düşürülmeye çalışıldı. Ordunun tüm mevcudu 75 bin kişiyken, nasıl 90 bin şehit verilebilirdi ki? Tüm arşivler elinin altında olduğu halde yıllardır bu konuda bilimsel bir araştırma yayınlamamış olan Genelkurmay 18 Aralık 2007’de internet sitesine koyduğu ‘bilgi notu’yla rakamı sessizce revize etti: Sarıkamış’ta tek kurşun atmadan şehit olanların sayısı 60 bindi!
Peki, bu sayılar doğru muydu? Sarıkamış’ta yaşanan hezimeti sayesinde öğrendiğimiz 9. Kolordu Kurmay Başkanı Yarbay Köp- rülülü Şerif (İlden) Bey’e göre 3. Ordu’nun mevcudu 190 bindi. Yani pekâlâ 90 bin şehit verilmiş olabilirdi.
Sayılar konusu bir yana bırakıldığında daha önemli soru ortaya çıkıyordu: Bu ‘zayiat’ kimin suçuydu? Harekâta karar veren, bunu komuta kademesine zorla kabul ettiren, askerleri giysisiz, iaşesiz -39 derecede cepheye süren Enver Paşa’nın suçlandığını sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Kimi çevreler, o günlerin İttihatçıları gibi Ermeni çetelerini suçladı, kimi Köprüköy’de düşmanı takip etmeyen 3. Ordu Kumandanı Hasan İzzet Paşa’ya attı suçu, kimi en az Enver Paşa kadar hırslı ama strateji ve taktik cahili olan 10. Kolordu Kumandanı Hafız Hakkı Paşa’ya, kimi Osmanlı Genelkurmayı’nın başındaki Alman generali General Bronsart von Schellendorf'a...
101 Yıl Önce Suriye
1915 yılı sonunda Suriye’de zahire fiyatları aşırı arttı, bölgede büyük bir kıtlık yaşandı. Buna ertesi yıl veba salgını eklendi. Bütün bu felaketlerin üzerine Cemal Paşa’nın cepheye mühimmat şevkinde kullanılan trenlerin yakıt ihtiyacı için bölgedeki sedir ormanlarını katletmesi, ordunun hayvan ve yiyecek ihtiyacını karşılamak için halkın elindekilere geçersiz Osmanlı banknotları vererek el koyması eklenince Osmanlı idaresi ile bölge halkı arasındaki bağlar kopma noktasına geldi.
Bunlar olurken, Cemal Paşa’nın emriyle 1915 yılının son günlerinden başlayarak 1916 yılının Nisan ayına kadar Suriye ve Lübnan’da bir dizi tutuklama yapıldı. Suçlama devlete ihanet etmek, Fransa ve İngiltere’nin himayesinde bir Arap devleti kurmak ve Osmanlı halifeliğinin yerine bir Arap halifeliği tesis etmekti. Suriye’nin Aliye kasabasında kurulan mahkemede 200 kadar kişi yargılanmış ancak sadece üç kişi idama mahkûm edilmişti. Diğerlerine gıyaben idam, kalebentlik, kürek gibi cezalar verilmişti. Cemal Paşa kararı beğenmedi ve kendini mahkeme yerine koyarak geri kalan 23 kişinin de idam edilmesine karar verdi. İddialara göre, Mahkeme Başkanı Şükrü Bey, Cemal Paşa’nın idam cezası verirken dayandığı belgelerin eski tarihli (1913 yılına ait) olduğunu hatırlattığında Cemal Paşa “Tarih kafanda paralansın!” diye bağırmıştı.
İnfazlar 6 Mayıs 1916’da gerçekleştirildi. Yedi kişi Şam’da, 14 kişi de Beyrut’ta idam edildi. Özetle Cemal Paşa’nın Suriye ve Lübnan’daki “gaddarane idaresi’ ve özellikle idamlar Arap milliyetçiliğinde bir dönüm noktası oldu. (6 Mayıs bugün bile Suriye ve Lübnan’da ‘Şehitler Günü’dür.) İdamlardan 1,5 ay kadar sonra Mekke Şerifi Hüseyin’in kendi adına çıkardığı bir fetva ile başlayan sözde ‘Arap İsyanı’, Türk tarih yazımında ‘Arapların Türk- leri arkadan hançerlemesi’ olarak anılıyor.
Balkan Harbi ve Nazım Paşa
Osmanlı Devleti’nin Avrupa’daki topraklarının büyük bir kısmını kaybettiği Balkan Savaşlarında da komutanlardan kaynaklanan liyakat problemleri yaşandı. Özellikle İttihat ve Terakki karşıtı olarak kurulan “Büyük Kabine”, ismine rağmen çok büyük hatalar yaptı.
Sadrazam Gazi Ahmet Muhtar Paşa Balkan Savaşları öncesinde 1912 Temmuz’unda hükümeti kurduğunda liyakati olmadığı halde Nazım Paşa’yı Harbiye Nazırı olarak atamıştı. Nazım Paşa böyle bir savaşı idare edebilecek kabiliyet ve donanıma sahip değildi. O sırada Osmanlı ordusunun en üst rütbeli subayı olan Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Reisi (Genelkurmay Başkanı) Ahmet İzzet Paşa ise Yemen’de görev yapmaktaydı. Nazım Paşa göreve geldikten sonra büyük bir hata yaparak 1908 ve 1909’da silah altına alınan 60-70.000 redif askerini terhis ederek orduyu büyük bir zaafa uğratmıştı.
İzzet Paşa, Erkân-ı Harbiye Reisi olduktan sonra 1910 yılında Osmanlı Devleti’nin savaşa girme ihtimallerine göre on iki farklı harekât planı yaptırmış ve Alman komutan Goltz Paşa’nın onayını almıştı. Bu planların beş tanesi Balkan devletlerinin Osmanlı Devleti’ne karşı savaş açma ihtimaline karşı hazırlanmıştı. Bunlardan 5 numaralı plan, dört Balkan devletinin Osmanlı Devleti’ne karşı birlikte savaş açma ihtimaline göre idi.
Nazım Paşa 5 numaralı planı dikkate almak yerine bütün planları karıştırarak yeni bir plan hazırlattı. Ancak bu planda dört devletin birden harekete geçeceği dikkate alınmadığı gibi İzzet Paşa’nın planlarındaki “savunma” anlayışının yerini “taarruz” almıştı.
Daima Taarruz
Nazım Paşa bütün stratejisini hayalci bir şekilde “başlangıçtan itibaren daima taarruz” şeklinde bir garip prensibe göre yapmıştı. Bunda Nazım Paşa’nın öğrenim gördüğü Fransızların St. Cyr Akademisi’nin “offensive a autrence- ne pahasına olursa olsun hücumla hedefe ulaşma” fikrinin de etkisi olmuştu.
Nazım Paşa kamuoyunun bir an önce Sofya, Atina ve Belgrat’a girme isteğine ve kısa zamanda büyük bir zafer kazanılacağına olan beklentisine uygun hareket etmişti. Savaşın başında bütün subaylara “Merasim elbiselerinizi mutlaka yanınıza alınız. Çünkü Sofya’ya girerken ihtiyacınız olacak” demişti.
Bu “fetih” hayaline karşılık savaşan iki ordudan Şark ve Garp Ordusunun bağlantısı kısa sürede kopmuş, Nazım Paşa soğukkanlılığını kaybederek panikle kararlar vermiş ve Bulgarlar bir ayda Çatalca’ya kadar gelmişlerdi. Osmanlı Devleti, liyakatsiz komutanların hayalci planlarının faturasını iki ayda Rumeli’nin büyük bölümünü kaybederek ödüyordu.
Sadrazam A. Muhtar Paşa’nın özrü ise kabahatinden büyük oldu. Kendisine Nazım Paşa’yı neden Harbiye Nazırı yaptığı sorulduğunda nepotizmin zirvesini yaparak “Aslında Bahriye Nazırı olan oğlu Mahmut Muhtar Paşa’yı yapmak istediğini, ancak tepkilerden çekindiğinden” Nazım Paşa’yı tayin ettiği cevabını vermişti.
Bir savaşı “idare, hazırlık ve uygulama” şeklinde üç aşamada düşünecek olursak yetersiz bir kabine ve liyakati olmayan bir Harbiye Nazırı nedeniyle Balkan Harbi iyi yönetilememiş, hazırlık aşamasında mevcut planlar dikkate alınmamış ve uygulamada yapılan hatalarla yüzyıllardır Osmanlı egemenliğinde kalan topraklar birkaç ayda kaybedilmiştir.
Savaştaki ağır mağlubiyet Mahmut Muhtar Paşa Hükümeti’nin düşmesine ve Kâmil Paşa Hükümeti’nin kurulmasına neden oldu. Ancak Nazım Paşa’nın bu ağır mağlubiyete rağmen makamını koruması ve 23 Ocak 1913’deki Babıali Baskını’nda Yakup Cemil’in tabancasından çıkan kurşunlarla hayatını kaybedene kadar görevine devam etmesi ilginç bir durumdur.
Serdar Efeoğlu, tr724 August 16, 2017
Friday, August 25, 2017
America's Population Before Columbus
On May 30, 1539, Hernando de Soto landed his private army near Tampa Bay, in Florida. Soto, as he was called, was a novel figure: half warrior, half venture capitalist. He had grown very rich very young by becoming a market leader in the nascent trade for Indian slaves. The profits had helped to fund Pizarro's seizure of the Incan empire, which had made Soto wealthier still. Looking quite literally for new worlds to conquer, he persuaded the Spanish Crown to let him loose in North America. He spent one fortune to make another. He came to Florida with 200 horses, 600 soldiers, and 300 pigs.
From today's perspective, it is difficult to imagine the ethical system that would justify Soto's actions. For four years his force, looking for gold, wandered through what is now Florida, Georgia, North and South Carolina, Tennessee, Alabama, Mississippi, Arkansas, and Texas, wrecking almost everything it touched. The inhabitants often fought back vigorously, but they had never before encountered an army with horses and guns. Soto died of fever with his expedition in ruins; along the way his men had managed to rape, torture, enslave, and kill countless Indians. But the worst thing the Spaniards did, some researchers say, was entirely without malice—bring the pigs.
According to Charles Hudson, an anthropologist at the University of Georgia who spent fifteen years reconstructing the path of the expedition, Soto crossed the Mississippi a few miles downstream from the present site of Memphis. It was a nervous passage: the Spaniards were watched by several thousand Indian warriors. Utterly without fear, Soto brushed past the Indian force into what is now eastern Arkansas, through thickly settled land—"very well peopled with large towns," one of his men later recalled, "two or three of which were to be seen from one town." Eventually the Spaniards approached a cluster of small cities, each protected by earthen walls, sizeable moats, and deadeye archers. In his usual fashion, Soto brazenly marched in, stole food, and marched out.
After Soto left, no Europeans visited this part of the Mississippi Valley for more than a century. Early in 1682 whites appeared again, this time Frenchmen in canoes. One of them was Réné-Robert Cavelier, Sieur de la Salle. The French passed through the area where Soto had found cities cheek by jowl. It was deserted—La Salle didn't see an Indian village for 200 miles. About fifty settlements existed in this strip of the Mississippi when Soto showed up, according to Anne Ramenofsky, an anthropologist at the University of New Mexico. By La Salle's time the number had shrunk to perhaps ten, some probably inhabited by recent immigrants. Soto "had a privileged glimpse" of an Indian world, Hudson says. "The window opened and slammed shut. When the French came in and the record opened up again, it was a transformed reality. A civilization crumbled. The question is, how did this happen?"
The question is even more complex than it may seem. Disaster of this magnitude suggests epidemic disease. In the view of Ramenofsky and Patricia Galloway, an anthropologist at the University of Texas, the source of the contagion was very likely not Soto's army but its ambulatory meat locker: his 300 pigs. Soto's force itself was too small to be an effective biological weapon. Sicknesses like measles and smallpox would have burned through his 600 soldiers long before they reached the Mississippi. But the same would not have held true for the pigs, which multiplied rapidly and were able to transmit their diseases to wildlife in the surrounding forest. When human beings and domesticated animals live close together, they trade microbes with abandon. Over time mutation spawns new diseases: avian influenza becomes human influenza, bovine rinderpest becomes measles. Unlike Europeans, Indians did not live in close quarters with animals—they domesticated only the dog, the llama, the alpaca, the guinea pig, and, here and there, the turkey and the Muscovy duck. In some ways this is not surprising: the New World had fewer animal candidates for taming than the Old. Moreover, few Indians carry the gene that permits adults to digest lactose, a form of sugar abundant in milk. Non-milk-drinkers, one imagines, would be less likely to work at domesticating milk-giving animals. But this is guesswork. The fact is that what scientists call zoonotic disease was little known in the Americas. Swine alone can disseminate anthrax, brucellosis, leptospirosis, taeniasis, trichinosis, and tuberculosis. Pigs breed exuberantly and can transmit diseases to deer and turkeys. Only a few of Soto's pigs would have had to wander off to infect the forest.
Indeed, the calamity wrought by Soto apparently extended across the whole Southeast. The Coosa city-states, in western Georgia, and the Caddoan-speaking civilization, centered on the Texas-Arkansas border, disintegrated soon after Soto appeared. The Caddo had had a taste for monumental architecture: public plazas, ceremonial platforms, mausoleums. After Soto's army left, notes Timothy K. Perttula, an archaeological consultant in Austin, Texas, the Caddo stopped building community centers and began digging community cemeteries. Between Soto's and La Salle's visits, Perttula believes, the Caddoan population fell from about 200,000 to about 8,500—a drop of nearly 96 percent.
In the eighteenth century the tally shrank further, to 1,400. An equivalent loss today in the population of New York City would reduce it to 56,000—not enough to fill Yankee Stadium. "That's one reason whites think of Indians as nomadic hunters," says Russell Thornton, an anthropologist at the University of California at Los Angeles. "Everything else—all the heavily populated urbanized societies—was wiped out."
Could a few pigs truly wreak this much destruction? Such apocalyptic scenarios invite skepticism. As a rule, viruses, microbes, and parasites are rarely lethal on so wide a scale—a pest that wipes out its host species does not have a bright evolutionary future. In its worst outbreak, from 1347 to 1351, the European Black Death claimed only a third of its victims. (The rest survived, though they were often disfigured or crippled by its effects.) The Indians in Soto's path, if Dobyns, Ramenofsky, and Perttula are correct, endured losses that were incomprehensibly greater.
One reason is that Indians were fresh territory for many plagues, not just one. Smallpox, typhoid, bubonic plague, influenza, mumps, measles, whooping cough—all rained down on the Americas in the century after Columbus. (Cholera, malaria, and scarlet fever came later.) Having little experience with epidemic diseases, Indians had no knowledge of how to combat them. In contrast, Europeans were well versed in the brutal logic of quarantine. They boarded up houses in which plague appeared and fled to the countryside. In Indian New England, Neal Salisbury, a historian at Smith College, wrote in Manitou and Providence (1982), family and friends gathered with the shaman at the sufferer's bedside to wait out the illness—a practice that "could only have served to spread the disease more rapidly."
**
Human history, in Crosby's interpretation, is marked by two world-altering centers of invention: the Middle East and central Mexico, where Indian groups independently created nearly all of the Neolithic innovations, writing included. The Neolithic Revolution began in the Middle East about 10,000 years ago. In the next few millennia humankind invented the wheel, the metal tool, and agriculture. The Sumerians eventually put these inventions together, added writing, and became the world's first civilization. Afterward Sumeria's heirs in Europe and Asia frantically copied one another's happiest discoveries; innovations ricocheted from one corner of Eurasia to another, stimulating technological progress. Native Americans, who had crossed to Alaska before Sumeria, missed out on the bounty. "They had to do everything on their own," Crosby says. Remarkably, they succeeded.
When Columbus appeared in the Caribbean, the descendants of the world's two Neolithic civilizations collided, with overwhelming consequences for both. American Neolithic development occurred later than that of the Middle East, possibly because the Indians needed more time to build up the requisite population density. Without beasts of burden they could not capitalize on the wheel (for individual workers on uneven terrain skids are nearly as effective as carts for hauling), and they never developed steel. But in agriculture they handily outstripped the children of Sumeria. Every tomato in Italy, every potato in Ireland, and every hot pepper in Thailand came from this hemisphere. Worldwide, more than half the crops grown today were initially developed in the Americas.
Maize, as corn is called in the rest of the world, was a triumph with global implications. Indians developed an extraordinary number of maize varieties for different growing conditions, which meant that the crop could and did spread throughout the planet. Central and Southern Europeans became particularly dependent on it; maize was the staple of Serbia, Romania, and Moldavia by the nineteenth century. Indian crops dramatically reduced hunger, Crosby says, which led to an Old World population boom.
Along with peanuts and manioc, maize came to Africa and transformed agriculture there, too. "The probability is that the population of Africa was greatly increased because of maize and other American Indian crops," Crosby says. "Those extra people helped make the slave trade possible." Maize conquered Africa at the time when introduced diseases were leveling Indian societies. The Spanish, the Portuguese, and the British were alarmed by the death rate among Indians, because they wanted to exploit them as workers. Faced with a labor shortage, the Europeans turned their eyes to Africa. The continent's quarrelsome societies helped slave traders to siphon off millions of people. The maize-fed population boom, Crosby believes, let the awful trade continue without pumping the well dry.
Back home in the Americas, Indian agriculture long sustained some of the world's largest cities. The Aztec capital of Tenochtitlán dazzled Hernán Cortés in 1519; it was bigger than Paris, Europe's greatest metropolis. The Spaniards gawped like hayseeds at the wide streets, ornately carved buildings, and markets bright with goods from hundreds of miles away. They had never before seen a city with botanical gardens, for the excellent reason that none existed in Europe. The same novelty attended the force of a thousand men that kept the crowded streets immaculate. (Streets that weren't ankle-deep in sewage! The conquistadors had never heard of such a thing.) Central America was not the only locus of prosperity. Thousands of miles north, John Smith, of Pocahontas fame, visited Massachusetts in 1614, before it was emptied by disease, and declared that the land was "so planted with Gardens and Corne fields, and so well inhabited with a goodly, strong and well proportioned people ... [that] I would rather live here than any where."
Smith was promoting colonization, and so had reason to exaggerate. But he also knew the hunger, sickness, and oppression of European life. France—"by any standards a privileged country," according to its great historian, Fernand Braudel—experienced seven nationwide famines in the fifteenth century and thirteen in the sixteenth. Disease was hunger's constant companion. During epidemics in London the dead were heaped onto carts "like common dung" (the simile is Daniel Defoe's) and trundled through the streets. The infant death rate in London orphanages, according to one contemporary source, was 88 percent. Governments were harsh, the rule of law arbitrary. The gibbets poking up in the background of so many old paintings were, Braudel observed, "merely a realistic detail."
**
The Earth Shall Weep, James Wilson's history of Indian America, puts the comparison bluntly: "the western hemisphere was larger, richer, and more populous than Europe." Much of it was freer, too. Europeans, accustomed to the serfdom that thrived from Naples to the Baltic Sea, were puzzled and alarmed by the democratic spirit and respect for human rights in many Indian societies, especially those in North America. In theory, the sachems of New England Indian groups were absolute monarchs. In practice, the colonial leader Roger Williams wrote, "they will not conclude of ought ... unto which the people are averse."
Pre-1492 America wasn't a disease-free paradise, Dobyns says, although in his "exuberance as a writer," he told me recently, he once made that claim. Indians had ailments of their own, notably parasites, tuberculosis, and anemia. The daily grind was wearing; life-spans in America were only as long as or a little longer than those in Europe, if the evidence of indigenous graveyards is to be believed. Nor was it a political utopia—the Inca, for instance, invented refinements to totalitarian rule that would have intrigued Stalin. Inveterate practitioners of what the historian Francis Jennings described as "state terrorism practiced horrifically on a huge scale," the Inca ruled so cruelly that one can speculate that their surviving subjects might actually have been better off under Spanish rule.
I asked seven anthropologists, archaeologists, and historians if they would rather have been a typical Indian or a typical European in 1491. None was delighted by the question, because it required judging the past by the standards of today—a fallacy disparaged as "presentism" by social scientists. But every one chose to be an Indian. Some early colonists gave the same answer. Horrifying the leaders of Jamestown and Plymouth, scores of English ran off to live with the Indians.
As for the Indians, evidence suggests that they often viewed Europeans with disdain. The Hurons, a chagrined missionary reported, thought the French possessed "little intelligence in comparison to themselves." Europeans, Indians said, were physically weak, sexually untrustworthy, atrociously ugly, and just plain dirty. (Spaniards, who seldom if ever bathed, were amazed by the Aztec desire for personal cleanliness.) A Jesuit reported that the "Savages" were disgusted by handkerchiefs: "They say, we place what is unclean in a fine white piece of linen, and put it away in our pockets as something very precious, while they throw it upon the ground." The Micmac scoffed at the notion of French superiority. If Christian civilization was so wonderful, why were its inhabitants leaving?
Like people everywhere, Indians survived by cleverly exploiting their environment. Europeans tended to manage land by breaking it into fragments for farmers and herders. Indians often worked on such a grand scale that the scope of their ambition can be hard to grasp. They created small plots, as Europeans did (about 1.5 million acres of terraces still exist in the Peruvian Andes), but they also reshaped entire landscapes to suit their purposes. A principal tool was fire, used to keep down underbrush and create the open, grassy conditions favorable for game. Rather than domesticating animals for meat, Indians retooled whole ecosystems to grow bumper crops of elk, deer, and bison.
The first white settlers in Ohio found forests as open as English parks—they could drive carriages through the woods. Along the Hudson River the annual fall burning lit up the banks for miles on end; so flashy was the show that the Dutch in New Amsterdam boated upriver to goggle at the blaze like children at fireworks. In North America, Indian torches had their biggest impact on the Midwestern prairie, much or most of which was created and maintained by fire. Millennia of exuberant burning shaped the plains into vast buffalo farms. When Indian societies disintegrated, forest invaded savannah in Wisconsin, Illinois, Kansas, Nebraska, and the Texas Hill Country. Is it possible that the Indians changed the Americas more than the invading Europeans did? "The answer is probably yes for most regions for the next 250 years or so" after Columbus, William Denevan wrote, "and for some regions right up to the present time."
Source: https://www.theatlantic.com/magazine/archive/2002/03/1491/302445/
Tuesday, August 15, 2017
Zaman Günlerle Ölçülemez!
“Rahmetli babam bir gün, paranın centavos veya pesosla ölçüldüğü gibi, zamanın günlerle ölçülemeyeceğini, çünkü bütün pesolar aynıyken, her gün, hatta her saatin farklı olduğunu söylemişti.”
Friday, August 11, 2017
Hep Eksildik, Hala Eksiliyoruz!
“Gidiyorum Ekrem, benim üzerimde de, kızın üzerinde de çok hakları var. Gözümüzün önünde kesecekler adamları. Yok bana hiç bir şey olmaz, Türk’üm ben! Hele bir yeltensinler.” diyen Meltem Hanım, 6 Eylül gecesi soluğu Rum komşularının evinde almıştı.
6 kişilik ailenin artık havasızlıktan boğulmak üzere oldukları, tahta-bina evin bodrumundan önce “Elefterya neredesiniz?” diye bağıran bir kadın sesi duyuldu. Mutfağa düşen bir taşla başlayan yağmalamadan kaçmak için tek yol kiler olarak kullandıkları yarı-bodruma saklanmaktı.
Elefterya, Meltem’in sesini tanımış, bodrumun merdivenlerinin yarısını çıkınca “Sadece mala zararla kalmayacaklar gibi, cana da zarar gelebilir, katliamlar olacak diyorlar, siz bu gece gelin bize kalın Allah aşkına!” dediğini duymuştu. “Tamam ama gelin alın bizi…” diyebildi.
Meltem, tekrar eve döndü, kocası Ekrem’i ve oğlu Erol’u da alıp Elefterya’ların evinin önünde durdular, savaş alanına dönmüş Çengelköy’deki komşularını karşıda bulunan kendi evlerine bir “operasyon” yaparcasına geçirdiler.
O zaman liseli bir kız olan Yasemin, Meltem’in kızı, tüm bunları bir savaş muhabiri gibi karşı camdan seyrediyor, beraber yaşadıkları bu insanlara neden saldırıldığını anlayamıyordu, diğer taraftan “Ne olur Eli teyzelere bir şey olmasın Allah’ım” diye yakarıyordu.
Eleftarya içeri girdiğinde biraz rahatlamıştı, demek ki kendilerine sahip çıkacak kadar seven tek de olsa bir aile çıkmıştı. O an Ekrem’in annesi “Atatürk’ün evini bombalamak da ne demek, yılan beslemişiz bağrımızda” dedi.
Selanik’i hiç görmemişti Eleftarya, yurdu yâri İstanbul’du. Demek beraber yaşamamışız, bizi beslemişler Türkler diye düşündü. Daha fazlasını hissedemeyecek kadar acıya boğulmuştu… Yaşlı kadının dedikleri değen ama acıtamayan kurşunlardı…
İki komşu aile, o gece hiç olmadıkları kadar yakın, diz dize oturdular.
İki komşu aile, hiç içmedikleri kadar çok çay içtiler.
İki komşu aile, hiç korkmadıkları kadar korktular.
Ve iki komşu aile, hiç susmadıkları kadar susmak zorunda kaldılar.
Yıl 1955’du.
Devlet, “milliyetçi güçleri”, Kıbrıs politikası için halk desteği sağlamak amacı ile uydurduğu bir yalan haberle galeyana getirmek için kullanmıştı.
“Rumlar Atatürk’ün evini bombaladılar” yalanı, plana uygun şekilde gazetelerde yayınlanmasının hemen ardından, halkın “milliyetçi” duygularını coşturan öncü kuvvetler vazifelerini yapmış, zaten üzerinde çalışılan “gavur nefreti” hedefini bulmuştu.
6-7 Eylül’de Beyoğlu, Kurtuluş, Şişli, Nişantaşı, Eminönü, Fatih, Eyüp, Bakırköy, Yeşilköy, Ortaköy, Arnavutköy, Bebek, Moda, Kadıköy, Kuzguncuk, Çengelköy ve Adalar’da yaşanan olayları, Cumhuriyet Dönemi’nde “Beraber Yaşama” hayalinden İstanbulluları istemeden de olsa vazgeçiren en önemli olaylardı.
Binlerce ev, binlerce işyeri yağmalandı.
Kiliselere saldırıldı, bazı kilise papazları kiliseye kitlenerek yakıldı, şansı olanlar yükselen kahkahalar eşliğinde serseriler tarafından sünnet edildi.
Mezarlıklar yağmalandı, ölüler kabristanlarından çıkarılıp sürüklendi, cesetlerin ağzında altın dişler arandı…
Gayrimüslimlerin bu topraklardan temizlenmesi, DP’ye CHP’den miras kalmıştı.
DP’lilerin “biz bir iki cam kırılacağını sanmıştık” sözleri boşundaydı, yüzlerce kızın ırzına geçilmişti. Rumların yanında Ermeniler, Yahudiler, bir gecede herksin “kanlısı” olmuşlardı.
Devlet “bir taşla çok kuş” vurmuştu.
Bu uyduruk vatanperverlik ile Kıbrıs görüşmelerinde kullanacağı şantajı bulmuş, kapitalin el değiştirmesi için önemli bir operasyon yapmış ayrıca, 1960 darbesinde DP hükümetinin yargılanması sağlayacak önemli golü atmıştı.
Toplum psikolojisi. İnsanları evlerde tutamadık. Halkın iradesi vs. boş laflardı.
Devlet bu topraklarda beyin yıkamayı, hedef göstermeyi hep iyi bilmiş, halk saldırmayı hep sevmişti.
1955 yılının 6 Eylül’ünde dışarda hala kan gövdeyi götürüyordu.
Yasemin, komşularının çayını tazelerken bir taraftan da çeyizlerini düşünmeden edemiyordu. Elefterya’nın dikip hazırladığı çeyiz sandığı, Elefteryan’nın evindeydi. Babası “bu ne bolluk, gözünüz doysun!” diye söylenmesin diye “güvenli” bir yerde muhafaza etmeyi daha doğru bulmuşlardı.
Yasemin usulca, eve alelacele giren ağabeyi Erol’un kolunu tuttu, “Ağabey, sandığı, alsak mı?” dedi. Soluklanayım, dedi Erol. Annesi ceketini çıkar oğlum dedi, biraz hızlıca çekince, Erol’un cebine sakladığı taşlar ceketin cebinden döküldü.
Meltem hanım utançtan yerin dibine batarken, ne diyeceğini şaşırmıştı. Evlerinde sakladıkları Rum komşular, başka bir Rum evini taşlamak için istiflenen “mühimmattı” görmüşlerdi.
Elefterya göz yaşlarını tutamadı o an, “Biz ne fenalık yaptık evladım size” deyince Melten oğluna ancak “Git gözüm görmesin seni” diyebildi.
Tüm bunlar olup biterken, Çengelköy Rum Kilisesi’nin çanı genç “vatanseverler” tarafından sökülüyordu. Orta yaşlı “vatanseverlerin” “Helal Olsun” naraları vatanseverlikleri sınır tanımayan gençler, her gün Rum balıkçılar ile sohbet ettikleri sahilden söktükleri çanı atıp, huzur içinde başka evler yağmalamaya gittiler.
İki gün sonra Elefterya sevdiği İstanbul’u bırakmamak için kendini kandırmaya, her gün selam verdiği insanların iki gece önce ailesi gibi yüzlerce aileyi yok etmek istediklerini unutmak istercesine evine doğru giderken yan evdeki Ayşe Hanım’ın selamını alır ümidi ile kafasını kaldırdığında, pis bir gülümse ile karşılaştı.
“Dün Şeker Bayramıydı, Yarın Kurban” dedi Ayşe hanım sinsince…
Zülüm ne tanıdık, düşmanlık ne değişmez değil mi?
O yıllarda bunu yapanlar, günümüzde beyinleri yıkanmış herkesi düşman gören “vatandaşlıktan çıkaralım, asalım keselim, evlerini karılarını alalım” diyenlerin torunları…
Devletin her düşman bildiğini, her işine gelmeyeni “parçala” emrini sadıkça yerine getiren ardından da paylarını almak için ağzından salyalar akan canavarları hiç değişmediler.
Sustukça, sıra hepimize geldi. Ermeniler, Rumlar, Kürtler, Müslümanlar… Rejim kimi hedefe koyduysa sorgulamadan kervanlara katıldık.
Sıra bize gelince “Biz size ne ettik” diye sorduk ama sıra onlardayken “onlar size ne etti” diye birlik olamadık…
Yasemin, 65 yaşında, geçen hafta konuştuğumuzda “… Bu nefret, bu dışlama bana o günleri hatırlatıyor,” dedi. Haklı. Çünkü nefret hedefi farklı bile olsa hep aynı.
Yasemin’in anlattığı çan hikayesine, Yani Vlastos’un muhteşem kitabında (“Baba Konuşabilir miyim?) yer verilmiş. Vlastos olaylardan sonra dalgıçlıkta usta Rum gençlerin çanı çıkarıp yerine tekrar astıklarından bahsediyor…
Yaseminle konuşurken çandan da bahsettim sevinçle. “ Anlattığın çanı, meğer koymuş yerine Rumlar, senin haberin yok muydu?” dedim…
“Ne fark eder. Zarar gördüler, korktular, kovuldular, kalamadılar, koruyamadık ve çok eksildik…” dedi.
Hep eksildik, hala eksiliyoruz…
Melis Burgaz, Kronos
A Quiet Kind of Fascism
For all their patriotism, Americans rarely think about how their national identities relate to their personal ones. This indifference is particular to the psychology of white Americans and has a history unique to the US. In recent years, however, this national identity has become more difficult to ignore. Americans can no longer travel in foreign countries without noticing the strange weight we carry with us. In these years after the wars in Iraq and Afghanistan, and the many wars that followed, it has become more difficult to gallivant across the world absorbing its wisdom and resources for one’s own personal use. Americans abroad now do not have the same swagger, the easy, enormous smiles. You no longer want to speak so loud. There is always the vague risk of breaking something.
**
We were all patriotic, but I can’t even conceive of what else we could have been, because our entire experience was domestic, interior, American. We went to church on Sundays, until church time was usurped by soccer games. I don’t remember a strong sense of civic engagement. Instead I had the feeling that people could take things from you if you didn’t stay vigilant. Our goals remained local: homecoming queen, state champs, a scholarship to Trenton State, barbecues in the backyard. The lone Asian kid in our class studied hard and went to Berkeley; the Indian went to Yale. Black people never came to Wall. The world was white, Christian; the world was us.
We did not study world maps, because international geography, as a subject, had been phased out of many state curriculums long before. There was no sense of the US being one country on a planet of many countries. Even the Soviet Union seemed something more like the Death Star – flying overhead, ready to laser us to smithereens – than a country with people in it.
**
In 2007, after I had worked for six years as a journalist in New York, I won a writing fellowship that would send me to Turkey for two years. I had applied for it on a whim. No part of me expected to win the thing. Even as my friends wished me congratulations, I detected a look of concern on their faces, as if I was crazy to leave all this, as if 29 was a little too late to be finding myself. I had never even been to Turkey before.
In the weeks before my departure, I spent hours explaining Turkey’s international relevance to my bored loved ones, no doubt deploying the cliche that Istanbul was the bridge between east and west. I told everyone that I chose Turkey because I wanted to learn about the Islamic world. The secret reason I wanted to go was that Baldwin had lived in Istanbul in the 1960s, on and off, for almost a decade. I had seen a documentary about Baldwin that said he felt more comfortable as a black, gay man in Istanbul than in Paris or New York.
When I heard that, it made so little sense to me, sitting in my Brooklyn apartment, that a space opened in the universe. I couldn’t believe that New York could be more illiberal than a place such as Turkey, because I couldn’t conceive of how prejudiced New York and Paris had been in that era; and because I thought that as you went east, life degraded into the past, the opposite of progress. The idea of Baldwin in Turkey somehow placed America’s race problem, and America itself, in a mysterious and tantalising international context. I took a chance that Istanbul might be the place where the secret workings of history would be revealed.
**
American exceptionalism did not only define the US as a special nation among lesser nations; it also demanded that all Americans believe they, too, were somehow superior to others. How could I, as an American, understand a foreign people, when unconsciously I did not extend the most basic faith to other people that I extended to myself? This was a limitation that was beyond racism, beyond prejudice and beyond ignorance. This was a kind of nationalism so insidious that I had not known to call it nationalism; this was a self-delusion so complete that I could not see where it began and ended, could not root it out, could not destroy it.
**
A friend had told me that Emre was one of the most brilliant people he had ever met. As the evening passed, I was gaining a lot from his analysis of Turkish politics, especially when I asked him whether he voted for Erdoğan’s Justice and Development party (AKP), and he spat back, outraged, “Did you vote for George W Bush?” Until that point I had not realised the two might be equivalent.
Then, three beers in, Emre mentioned that the US had planned the September 11 attacks. I had heard this before. Conspiracy theories were common in Turkey; for example, when the military claimed that the PKK, the Kurdish militant group, had attacked a police station, some Turks believed the military itself had done it; they believed it even in cases where Turkish civilians had died. In other words, the idea was that rightwing forces, such as the military, bombed neutral targets, or even rightwing targets, so they could then blame it on the leftwing groups, such as the PKK. To Turks, bombing one’s own country seemed like a real possibility.
“Come on, you don’t believe that,” I said.
“Why not?” he snapped. “I do.”
“But it’s a conspiracy theory.”
He laughed. “Americans always dismiss these things as conspiracy theories. It’s the rest of the world who have had to deal with your conspiracies.”
I ignored him. “I guess I have faith in American journalism,” I said. “Someone else would have figured this out if it were true.”
**
The deep state – a system of mafia-like paramilitary organisations operating outside of the law, sometimes at the behest of the official military – was a whole other story. Turks explained that the deep state had been formed during the cold war as a way of countering communism, and then mutated into a force for destroying all threats to the Turkish state. The power that some Turks attributed to this entity sometimes strained credulity. But the point was that Turks had been living for years with the idea that some secret force controlled the fate of their nation.
In fact, elements of the deep state were rumoured to have had ties to the CIA during the cold war, and though that too smacked of a conspiracy theory, this was the reality that Turkish people lived in. The sheer number of international interventions the US launched in those decades is astonishing, especially those during years when American power was considered comparatively innocent. There were the successful assassinations: Patrice Lumumba, prime minister of the Democratic Republic of Congo, in 1961; General Rafael Trujillo of the Dominican Republic, also in 1961; Ngo Dinh Diem, president of South Vietnam, in 1963. There were the unsuccessful assassinations: Castro, Castro, and Castro. There were the much hoped-for assassinations: Nasser, Nasser, Nasser. And, of course, US-sponsored, -supported or -staged regime changes: Iran, Guatemala, Iraq, Congo, Syria, Dominican Republic, South Vietnam, Indonesia, Brazil, Chile, Bolivia, Uruguay and Argentina. The Americans trained or supported secret police forces everywhere from Cambodia to Colombia, the Philippines to Peru, Iran to Vietnam. Many Turks believed that the US at least encouraged the 1971 and 1980 military coups in Turkey, though I could find little about these events in any conventional histories anywhere.
But what I could see was that the effects of such meddling were comparable to those of September 11 – just as huge, life-changing and disruptive to the country and to people’s lives. Perhaps Emre did not believe that September 11 was a straightforward affair of evidence and proof because his experience – his reality – taught him that very rarely were any of these surreally monumental events easily explainable. I did not think Emre’s theory about the attacks was plausible. But I began to wonder whether there was much difference between a foreigner’s paranoia that the Americans planned September 11 and the Americans’ paranoia that the whole world should pay for September 11 with an endless global war on terror.
**
The next time a Turk told me she believed the US had bombed itself on September 11 (I heard this with some regularity; this time it was from a young student at Istanbul’s Boğaziçi University), I repeated my claim about believing in the integrity of American journalism. She replied, a bit sheepishly, “Well, right, we can’t trust our journalism. We can’t take that for granted.”
The words “take that for granted” gave me pause. Having lived in Turkey for more than a year, witnessing how nationalistic propaganda had inspired people’s views of the world and of themselves, I wondered from where the belief in our objectivity and rigour in journalism came. Why would Americans be objective and everyone else subjective?
I thought that because Turkey had poorly functioning institutions – they didn’t have a reliable justice system, as compared to an American system I believed to be functional – it often felt as if there was no truth. Turks were always sceptical of official histories, and blithely dismissive of the government’s line. But was it rather that the Turks, with their beautiful scepticism, were actually just less nationalistic than me?
American exceptionalism had declared my country unique in the world, the one truly free and modern country, and instead of ever considering that that exceptionalism was no different from any other country’s nationalistic propaganda, I had internalised this belief. Wasn’t that indeed what successful propaganda was supposed to do? I had not questioned the institution of American journalism outside of the standards it set for itself – which, after all, was the only way I would discern its flaws and prejudices; instead, I accepted those standards as the best standards any country could possibly have.
**
By the end of my first year abroad, I read US newspapers differently. I could see how alienating they were to foreigners, the way articles spoke always from a position of American power, treating foreign countries as if they were America’s misbehaving children. I listened to my compatriots with critical ears: the way our discussion of foreign policy had become infused since September 11 with these officious, official words, bureaucratic corporate military language: collateral damage, imminent threat, freedom, freedom, freedom.
Even so, I was conscious that if I had long ago succumbed to the pathology of American nationalism, I wouldn’t know it – even if I understood the history of injustice in America, even if I was furious about the invasion of Iraq. I was a white American. I still had this fundamental faith in my country in a way that suddenly, in comparison to the Turks, made me feel immature and naive.
I came to notice that a community of activists and intellectuals in Turkey – the liberal ones – were indeed questioning what “Turkishness” meant in new ways. Many of them had been brainwashed in their schools about their own history; about Atatürk, Turkey’s first president; about the supposed evil of the Armenians and the Kurds and the Arabs; about the fragility of their borders and the rapaciousness of all outsiders; and about the historic and eternal goodness of the Turkish republic.
“It is different in the United States,” I once said, not entirely realising what I was saying until the words came out. I had never been called upon to explain this. “We are told it is the greatest country on earth. The thing is, we will never reconsider that narrative the way you are doing just now, because to us, that isn’t propaganda, that is truth. And to us, that isn’t nationalism, it’s patriotism. And the thing is, we will never question any of it because at the same time, all we are being told is how free-thinking we are, that we are free. So we don’t know there is anything wrong in believing our country is the greatest on earth. The whole thing sort of convinces you that a collective consciousness in the world came to that very conclusion.”
“Wow,” a friend once replied. “How strange. That is a very quiet kind of fascism, isn’t it?”
It was a quiet kind of fascism that would mean I would always see Turkey as beneath the country I came from, and also that would mean I believed my uniquely benevolent country to have uniquely benevolent intentions towards the peoples of the world.
Suzy Hansen, Guardian
Subscribe to:
Posts (Atom)