Wednesday, July 30, 2014

İslam ve Cihad

Aslında cihad ve benzeri İslamî nitelikli kavramlar üzerinde doğru ve sağlıklı bir düşünceye sahip olmak için üç hususun göz önünde tutulması gerekmektedir. Bir; Müslüman birey, toplum
ve devletin düşünce ve hareketlerinin meşruiyet çerçevesini oluşturan temel nasslar. Yani Kur’an ve sünnet. İki; 15 asırlık İslam tarihi sürecinde bu nassların Müslümanlar tarafından hayata
yansıtılış biçimleri. Bir başka ifade ile gelenek ve kültürel yapılar. Üç; Müslümanları dışarıdan gözlemleyen insanların bilgi ve gözlem düzeylerine göre sahip olduğu ve yaydığı kanaatler.

Cihad özelinde bunların ilkini yukarıda ele aldık ve cihadın sadece savaş demek olmadığını gösterdik.

İkinciye gelince; geçtiğimiz yüz yılın en belirgin özelliği sömürgecilik faaliyetleridir. Batılı devletlerin hâkim güç olarak başrolü oynadyıklaryı bu faaliyetlerde maalesef İslam dünyasyı da nasibini almıştır. Maddî ve manevî hemen her türlü değerin güçlüler tarafından sömürüldüğü bu süreçte bazyı Müslümanlar buna dur demek için silahlı ve silahsız faaliyetler adına örgütlenmişlerdir.

Cihad kavramı bu örgütler ve bu örgütlerin teorisyenler sayılan din adamları tarafından dinamik bir güç olarak kullanılmıştır. Böylece cihad diğer anlamlarından sarfı nazarla sadece savaş boyutu ile öne çıkmıştır. Artık cihad hem korunması gereken beş temel esasın Batılı güçlere karşı korunmasında, hem de moral değerler bağlamında teşvik edici, harekete geçirici bir faktörün adı olmuştur. Bunun ötesinde Hz. Peygamber, Hulefa-i Raşidin ve takip eden dönemlerde müşrik, Hıristiyan ve Yahudilerle gerçekleşen savaşlaryın dini savaşlar gibi algyılanmasyı, yorumlanmasyı ve adlandırılması söz konusudur. Bu yaklaşım ve sömürge faaliyetlerine karşı takınılan tavırlar İslamî gelenek içinde cihadın anlam kaymasına ya da sadece savaş boyutunun öncelikli olarak ele alınmasına yol açan ayrı bir unsur olmuştur.

Üçüncü husus ise; Müslümanları dışarıdan gözlemleyen insanların eksik bilgi ve gözlem seviyelerine göre yaydığı kanaatlerdir. Genelde Batılıların başı çektiği bu grup ister ilmî faaliyetler isterse beşerî ilişkilerdeki eksik bilgi, menfaat düşüncesi, gözlem eksikliği, hasmane yaklaşımları ve bütün bunlara bağlı olarak yaptıkları yorumlar sonucu "cihadı uygarlığı tehdit eden dinî yayılma, herhangi bir siyasî amacı gerçekleştirmek üzere başvurulan terör veya kör bir fanatizm, dinî taassubun körüklediği bir fanatizm olarak görmüşlerdir."

İslam'da Savaş İlanı

Savaş ilanı meselesi ayrıca üzerinde durulmas gereken, İslam'ın öne çıkarttığı hususlardan birisidir. Hem mevcut anlaşma ve sözleşmeyi bozduklarını ilan hem de savaş ilanı, İslam hukukunda olduğu şekliyle hiç bir hukuk sisteminde önemsenmemiştir.

İslam, Uluslararası Lahey Adalet Divanının ancak 1907'de onayladığı savaş kararının ilanı, baskın ve gizli operasyonların yasak olması gibi şeyleri asırlar önce kayd altına almıştır. Kaldı ki günümüzde modern dünyanın Lahey kararlarını nasıl uyguladıkları herkesin malumudur.

İslam Hukukçularının ortaya koyduğu sıcak savaş esnasında kuralların hatırlatılması konuya bir bütün halinde bakılmasına sebep olacaktır. Buna göre;

1- Devletin ilan ettiği savaş halinin bulunması şarttır. Eman istemeleri durumunda savaşa son vermek mecburidir. (Tevbe,9/6)

2- Düşman muharip vasfını haiz olmalıdır. Aksi takdirde düşman dahi olsa masumdur. Bu sebeple din adamlarına, sivil halka, çocuklara, cephe gerisi hizmet veren kadınlara dokunulamaz. Nitekim savaş meydanında öldürülen kadını gördüğünde Hz. Peygamberin "Ama bu savaşmıyordu" seklindeki tepkisi bunu isbatlamaktadir.

3- Düşmanın fiilî bir şer veya zararının bulunmasıdır. Buna göre, muharib vasfını haiz olduğu halde fiilî bir zararı söz konusu olmayanlar savaş meydanında bile öldürülemez. Sadece esir alınabilir ve esirlik müddetince insanî muamele yapılır. Hz. Peygamberin (s.a.s.) savaş meydanında kendisini öldürmeye azm etmiş düşmanlarına bile beddua etmemesi bu konuda oldukça önemli bir örnektir.

4- Cahiliye döneminde yaygın olsa ve düşmanlar tarafında Müslüman şehitlere uygulansa bile savaş meydanlarında öldürülen insanların cesetlerinin parçalanması, kulaklarının ve burunlarının kesilmesi, gözlerinin çıkarılması (müsle) yasaktır.

İnsan Bozulursa


Sunday, July 27, 2014

Ehli Kitap'ın Kestiği Et

Kur'an'ın vermiş olduğu ruhsattan hareketle Efendimiz (s.a.s.) ehl-i kitabın yiyeceklerini yemiştir. Söz gelimi Hayber Yahudilerinin ikram ettikleri zehirli koyunun budundan bir lokma almış, sonra zehirli olduğunu anlayınca onu tükürmüştür. Hz. Peygamberin (s.a.s.) burada hayvanın kesimi ile alakalı bir soru sormaması, ikramı geri çevirmemesi bizler için önemli mesajlardır.

İslam vs. Hristiyanlık

"Muzaffer Müslümanlar tarafından Hıristiyan Araplara hicretin birinci asrından bahsolunan ve gelecek nesillerde devam eden mezkur mücahedelerden çıkaracağımız şudur ki: Hıristiyan kabileler kendi ihtiyarları ve kendi arzuları ile İslama gelmişlerdir. Zamanımıza kadar Müslüman ahali arasında yaşayan Hıristiyan Arapların varlığı, İslam'ın bu konudaki toleransının mücessem bir delilini teşkil eder. Aslında şayet İslam hâkimiyetine ilk girmeleri ile onlara herhangi bir baskı uygulanmış olsaydı Hıristiyan
kabileler Abbasî dönemine kadar zaten gelemezlerdi."

Dinlerarası Diyalog


Dinlerarası diyalog, dinlerin üstünlüğünün söz konusu edildiği ve karşılıklı atşmaların,
sataşmaların yaşandığı bir münazara olmadığı gibi, "beni dinleme mecburiyetindesin" çizgisinde bir monolog, "biz Hz. İsa ve Hz. Musa'yı kabulleniyoruz, siz de Hz. Muhammed'i (s.a.s.) kabulleneceksiniz" anlamında bir dayatma platformu da değildir.

***



***
Biz hoşgörü, diyalog, herkese saygı, herkesi kendi konumunda kabullenme derken, Efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem)'in Medine Vesikası'nı seslendiriyor, Veda Hutbesi'nde beyan buyurdu›u hakikatleri haykırıyoruz. Böylece vazifemizi ve vecibemizi yapıyoruz. Kaynaklarımız bunun böyle olmasını söylüyorsa, bunu bir vazife ve vecibe olarak müntesiplerinin omuzlarına yüklüyorsa bu süreci biz kendimize mal edemeyiz. Hiç kimse de edemez. O sizin şefkatinizin, merhametinizin ürünü değildir. Aksine İslam'ın şefkati, merhametidir. Bizden öncekiler bu noktada kusur yapmış, dâhilî veya hâricî sebeplerle, haklı ya da haksız nedenlerle farklı bir yolda yürümüş olabilirler. Bunlar bizi alakadar etmiyor, biz yapabilirsek, yapabiliyorsak vazifemizi yapıyoruz.

***
Hocaefendi'de insan telakkisi ve buna bağlı olarak insana sevgi ve muhabbet anlayışı başkaları ile diyalogda merkezî bir role sahiptir. Onun insan telakkisi tek kelime ile İslam'ın insan telakkisidir. Yunus Emre'nin enfes ifadesiyle "Yaratandan ötürü yaratılanı sevme" diye özetleyebileceğimiz bu anlayış, yaklaşım ve kabul Hocaefendi'nin insanlarla ferdî ve içtimaî iliflkisinin temelini oluşturmuştur. İki noktaya dikkat çekiyor Hocaefendi; bir; "Sevgi varlığın sebebi, özü ve varlıkları birbirine başlayan en güçlü bağdır." İki; insan Allah'ın sanatdır. Öyleyse "Allah'ın sanatı olan insanlara sevgiyle yaklaşmama, Allah'ı da, Allah'ı sevenleri de, Allah'ın sevdiklerini de rencide eder." Allah'ı rencide eder; çünkü bu O'nun sanatına karşı alakasızlıktır. Allah'ı sevenleri ve O'nun sevdiklerini rencide eder; çünkü Allah'a karşı olan alakasızlık bunlara karşı alakasızlıktır. Öyleyse insana farklı bir bakış açısı Müslümanın kendi temel çizgisinden kayması demektir.

***

'Sen insanı sev ve insanlığa hayran ol! Aç herkese, açabildiğin kadar sineni; ummanlar gibi olsun! İnançla geril ve insana sevgi duy; kalmasın alaka duymadığın ve el uzatmadığın mahzun bir gönül!..'










Misâlîler Meclisi'nin Soruları

Misâlîler meclisinde o meclisin reisi tekrar sordu ve “Musibet her zaman hıyanetin neticesidir ve mükâfatın da sebebidir. Ey şu asrın adamı, kader bir sille vurdu, kazaya da çarptırdı. Hangi fiilinizle kazaya, hem kadere böyle bir fetva verdirdiniz ki, ilâhî kaza, musibetle hükmedip sizleri hırpaladı? Çünkü umumî musibetlere daima ekseriyetin hatası sebep olur?” dedi. Dedim:

İnsanların fikri dalâleti, Nemrutça inadı, Firavunca gururu, yerde şişti şişti, göklere yetişti. Hem de yaratılışın hassas sırrına dokundu. Bunun üzerine, şu Birinci Dünya Savaşı’nın göklerden indirdiği tufan ve tâûna benzeyen zelzelesi, gavura yapıştırdı semâvî bir silleyi. Demek ki, şu musibet, bütün insanlığın musibetiydi. Bütün insanlığa şâmil olan bu musibetin müşterek sebebi, maddecilikten gelen ve hayvanî hürriyet ve hevânın istibdadından doğan dalâlet fikri idi.

Misâlîler Meclisi’nin, Birinci Dünya Savaşı ile başımıza gelen musibetve felâketin hikmetini sorup kader sırrını araştırmasına karşılıkverilen cevap çok enteresan... Allah nimet verdikçe insanlığa düşenvazife, bunlara karşı şükür ve hamd ile karşılık vermek iken, maalesefinsanlar, bilhassa Cenâb-ı Hakk’ın fen, teknik ve teknoloji yoluylayaptığı müthiş ihsanlara nankörce cevap verdiler. Aynen Karun’un“Ben bunları ilmimle elde ettim.” (Kassas, 28/78) demesi gibi bir tavıraldılar. Bilhassa uçakların yapılması ile göklere çıktıkça Firavunlukve Nemrudluk damarları kabarmaya başladı: “Beşerin dalâlet-i fikrisi,Nemrudâne inadı, Firavunâne gururu şişti şişti zeminde, yetiştisemâvâta” Artık “Gökleri bir kâğıt gibi deleceğiz ve Tanrının yokluğunuispat edeceğiz!” demeye başladılar. Nitekim Firavun da veziriHâmân’a “Bana bir kule yap, bakalım Musa’nın iddia ettiği gibi göklerde bir ilâh var mı araştıralım?” (Gafir, 40/36) demişti. (Günümüzde Rusastronotu Yuri Gagarin’in de benzer bir iddiasının olduğu söylenmişti.)Tabii bu sözler “Dokundu hassas sırr-ı hilkate.” Evet insanın yaratılışhikmeti böyle bir nank.rlük değildi. Onun için de “Semâvâttan indirditufan, tâun misali, şu harbin zelzelesi, gavura yapıştırdı semâvî birsilleyi.” Cenâb-ı Hak, insanlar azıp taşınca yerden gökten belâlarınıyağdırır. Sodom Gomore’de Lut kavmine ve diğer Ad ve Semudkavimlerine yaptığı gibi... Ama bazen bunu teröristin elinde bombanınpatlaması gibi, teknoloji ile küfrân-ı nimet edip şişinen insanların ellerindeaynı şeyleri patlatmakla veya ellerindeki gelişmiş silâhları birbirlerininkafalarına vurdurmakla yapar. Ama bunu anlamayan zavallılarbunun İlâhî bir sille, unutulmaz bir ceza olduğunu bir türlü akıledemezler. “Demek ki, şu musibet, bütün beşer musibetiydi. Nev’enumûma şamil. Bir müşterek sebebi; maddîyunluktan gelen dalâletfikriydi, hürriyet-i hayvânî, hevanın istibdadı.” Birinci ve İkinci DünyaSavaşı bütün insanlığı derinden sarsmıştı. Medeniyetin imkânları şeklindeAllah’ın bağışladığı, aslında ilhâmen ikram ettiği bu nimetlerin vemeyvelerin şükrü eda edilmemiş Cenâb-ı Hak, bizlere bu hususta Hz.Süleyman ile bir misal vermektedir:

“Daha sonra Süleyman onların (Sebe Melikesi Belkıs ve adamlarının)itaatlerini bildirmek üzere huzuruna geleceklerini öğreninceyanındaki danışmanlarına: ‘Değerli danışmanlarım, onların itaatiçinde huzuruma gelmelerinden önce içinizden kim onun tahtınıbana getirebilir?’ dedi. Cinlerden mağrur ve iddiacı bir ifrit: ‘Ben, senmakamından kalkmadan, onu sana getirebilirim. Benim onu taşımayagücüm yeter, hem de zâyi etmeden güvenilir tarzda getirecek emin birkimseyim.’ dedi. Ama yanında kitaptan ilim olan bir zât da: ‘Ben, seng.zünü açıp kapamadan onu getirebilirim.’ der demez, Süleyman,Kraliçenin tahtının yanıbaşında durduğunu görünce: Bu, Rabbiminlütuflarından, şükür mü edeceğim, yoksa nankörlerden mi olacağımdiye beni sınamak içindir bu nimet. Şükreden sadece kendi lehineolarak şükreder, nank.rlük eden ise bilmelidir ki, Rabbim onun şükründenmüstağnidir, şükrüne ihtiyacı yoktur, ihsan ve keremi boldur.”(Neml, 27/38-40).

– Acaba bizim suçumuz neydi? Hazreti Üstad’a göre o da şu idi:

Hissemizin sebebi, İslâmiyet’in rükünlerindeki ihmal ve terkimizdi. Zira Cenâb-ı Hak, yirmi dört saatten bir saati beş vakit namaz için istedi, yalnız o saati, bizden yine bizim için emretti, hem istedi. Tembellikle terk ettik. Gafletle ihmal oldu. Şöyle de ceza gördük: Beş senede, yirmi dört saatte daima tâlim ve meşakkatle tahrik ve
koşturmakla bir nevi namaz kıldırdı. Hem senede yalnız bir ayı, oruç için istedi. Nefsimize acıdık. Keffâret olarak, beş sene cebren oruç tutturdu. Kendi verdiği malından, kırkından veya onundan birini zekât istedi. Cimrilikle zulmettik, haramı karıştırdık, isteyerek vermedik. O da bizden yığılmış zekâtı aldırdı. Haramdan da kurtardı.

– Burada namaz, oruç ve zekât sayıldığı hâlde acaba niçin hactan
söz edilmedi?

Hac ile ilgili hususu ise Sünûhât isimli eserinde açıklıyor:
“Rüya hacda sükût etti. Çünkü haccın ve ondaki hikmetin ihmali, musibeti değil, gazap ve kahrı celbetti. Cezası da keff.retü’z-zünûb (günahlara kefaret) değil. Kessâretü’z-zünûb (günahları çoğaltma) oldu. Haccın bilhassa tanışmakla fikir birliğine ulaşmayı, yardımlaşma ile çalışmaları ortak hâle getirmeyi tazammun eden içindeki İslâm’ın
yüce siyasetinin ve çok geniş içtimâî faydaların ihmalidir ki, düşmana milyonlarla İslâm’ı, İslâm aleyhinde kullanmaya zemin hazırladı.

İşte Hind, düşman zannederek, hâlbuki pederini öldürmüş, başında oturmuş bağırıyor. (İngilizler, Hind’li Müslümanları, Halifenizle ittifak hâlindeyiz, savaşa katılın diye karşımıza çıkarmışlardı. Çoğunun aklı başına ancak Çanakkale’de, İstanbul’da ezan seslerini duyunca geldi.)

İşte Tatar, Kafkas, .ldürülmesine yardım ettiği şahıs, biçare vâlideleri olduğuna, ‘Basra harap olduktan sonra’ anlıyor. Ayak ucunda ağlıyorlar. (Onlar da Ruslar’ın benzer bir oyununa gelmişlerdi.)

İşte Arap, yanlışlıkla kahraman kardeşini .ldürüp hayretinden ağlamayı da bilmiyor. (O da meşhur İngiliz casusu Lâvrens’in kışkırtmalarına ve entrikalarına kanıp bilmeden din kardeşine düşman oldu.) İşte Afrika, biraderini tanımayarak .ldürdü, şimdi vaveylâ (feryat) ediyor.

İşte Âlem-i İslâm, bayraktar oğlunun (Osmanlı’nın) gafletle bilmeyerek öldürülmesine yardım etti. Vâlide gibi saçlarını çekip âh ü fîzâr ediyor. Milyonlarla ehl-i İslâm, tamamen hayır olan hac seferi için yola koyulmak yerine, tamamen şer olan düşman bayrağı altında dünyada uzun seyahatler ettirildi. İbret alınız.”(Aslından sadeleştirilerek alınmıştır).

– Peki neden böyle bir ceza uygun bulundu? Üstad, şöyle cevap veriyor:

Amel, ceza cinsindendir. Ceza, amel cinsindendir.
– Gazap ve kahır cezalarından farklı olarak musibetlerin hem keffâret olma, hem de sevaba vesile olma gibi bir özelliği var. Acaba bu meselede nasıl bir tecelli oldu? Üstad, cevap veriyor:

Aslında sâlih amel iki çeşittir: Birisi, müsbet ve irâdî; diğeri, menfî ve mecburî. Bütün elemler, musibetler, sâlih amellerdendir; fakat menfî ve mecburîdir. Hadis, teselli verdi. Bu günahkâr millet, ( Birinci Dünya Savaşı’nda) kanıyla abdest aldı, fiilî bir tövbe etti. Âcil mükâfat olarak, şu milletin beşte biri olan dört milyonuna velâyet derecesi,
şehitlik mertebesi ile gazilik verdi. Günahı sildi. Bu Yüce Misâlî Meclis, benim bu s.zümü beğendi. Ben de birden uyandım. Belki uyanarak yeni yatmış oldum. .ünkü bence uyanıklık hâli, rüyadır. Rüya ise bir nevi uyanıklıktır. Orda asrın vekili. Burada
Said Nursî... (Aslından sadeleştirilerek alınmıştır).
(Lemaât’tan Alınan Kısım Burada Bitti)

Besmele ve Salavat

Altıncı Sır’da Üstad Hazretleri, hadsiz âcizlik ve nihayetsizlik fakirlik içinde yuvarlanan çaresiz insanlığa hitap ederek, âcizlikten, fakirlikten ve bîçarelikten kurtaracak şöyle bir çâre söylüyor: Yıldızlarla zerrelerin beraber olarak kemâl-i intizam ve itaatle –beraber– ordusunda hizmet ettiği Zât’a ulaşmanın vesile ve şefaatçisi, rahmettir. Bu ebedî ve tükenmez nur hazinesini bulmanın çâresi: Besmele ve Salavâttır. Çünkü Salavât; rahmetin en parlak misali ve mümessili ve o rahmetin en belâgatlı bir lisanı ve dellâlı olan ve “âlemlere rahmet” unvânıyla Kur’ân’da isimlendirilen Muhammed Aleyhisselâm’a rahmet
duasıdır. Rahmet duası olan Salavât getirmek ise, Allah’ın rahmetine ulaşmak için en kolay bir anahtardır. Bismillâhirrahmânirrahîm de en birinci bir anahtardır.

İşte bu anahtarları yani Besmele ve Salavât’ı rahmet kapılarını ve hazinelerini açmak için hiç durmadan kullanmak ve o engin feyizlerden ve nurlardan istifade etmek lâzımdır.
Besmele ve Salavât’ın bereketi ile ilgili yaşanmış pek çok olay vardır. Bazı misaller:

• Yurt dışı hizmetlerinde bulunmuş M uammer Hocamız diyor ki: “Açılacak okul için her türlü imkanı, malzemeyi hazırladığımız halde, o yabancı ülkedeki bir idareci ‘Hayır olmaz! Biz sizin ne niyetle geldiğinizi biliyoruz. Hemen def’ olup gidin!’ diye tutturdu. Ne demişsek dinletemedik. Ben konuşmama devam ediyordum. Arkadaşıma, “Sen İhlâs ile 51 Besmele’ye devam et!’ dedim. Ellerimi arkaya bağlayıp, ikna konuşmamı sürdürmeye gayret ettim. Bir müddet sonra, baktım, o kaplan tavırlı adam birden değişti. ‘Ne demek! Tabii, bu okulu açacaksınız. Ben de yardımcı olacağım elbette!’ demeye başladı. Baktım
arkadaşımın dudakları artık kıpırdamıyordu. Demek ki 51 Besmele’yi içten gele gele okumayı bitirmişti. Bunu hiç unutmuyorum.”

• 1982’nin sonu 1983’ün başlarıydı. İslâmiyet’in cibilli düşmanlarından bazıları, 12 Eylül 1980 darbecilerinin kafasına sinsice, dindarların ellerindeki bütün mülk ve mallara el konulması, vakıf ve derneklerinin imkânlarının devletleştirilmesi fikrini sokmuşlardı. Başta Kenan Evren olarak onlar aslında İslâmiyet’e karşı değillerdi. Hatta din bilgisi

derslerini mecbur etmişlerdi. Ama zihinleri çeşitli telkinlere açıktı. Bu büyük tehlikeye karşı, esbab açısından her türlü gayret gösterildi, fakat bir netice alınamadı. Bunun üzere bir araya gelinip 4444 salavât, yani salât-ı tefriciye okundu. Baştan hava bulutlu ve kapalı
iken, salavâtlar bitince hava açıldı. Güneş gülümseyerek yüzünü gösterdi. Bunu te’vil-i ehadis (olayların dili ve yorumu) açısından iyiye yorduk. Gerçekten, ne oldu ise, darbeciler bundan vazgeçtiler. Zaten sonra seçim havasına girildi. Sivil idare de böyle bir şey yapmadı. Bunun bizzat şâhidiyim. Bunun benzeri pek çok olayda, 4444 salavâtın, yani salât-ı tefriciyenin, kerâmet derecesinde güzelliklere sebep olduğuna dair pek
çok bilgiye sahibiz.

Dua


Muhabbet

Refika-yı hayatına muhabbetin, madem hüsn-ü sîret (güzel ahlâkına) ve mâden-i şefkat ve hediye-i rahmet olduğuna bina edilmiş. O refikaya samimî muhabbet ve merhamet edersen, o da sana ciddî
hürmet ve muhabbet eder. İkiniz ihtiyar oldukça o hâl ziyadeleşir, mesûdâne hayatını geçirirsin. Yoksa hüsn-ü sûrete (dış, yüz güzelliğine) muhabbet nefsanî olsa, o muhabbet çabuk bozulur, hüsn-ü muaşereti (aradaki güzel muameleyi ve güzelce geçinme şekillerini) de bozar.

***
Gençliğe muhabbetin ise: Madem Cenâb-ı Hakk’ın güzel bir nimeti cihetinde sevmişsin; elbette onu ibadette sarfedersin, sefâhette boğdurup öldürmezsin. Öyle ise o gençlikte kazandığın ibadetler, o
fânî gençliğin bâkî meyveleridir. Sen ihtiyarlandıkça, gençliğin iyilikleri olan bâkî meyvelerini elde ettiğin hâlde, gençliğin zararlarından, taşkınlıklarından kurtulursun. Hem ihtiyarlıkta daha ziyade ibadete muvaffakiyet ve merhamet-i ilâhiyeye daha ziyade liyakat kazandığını düşünürsün. Ehl-i gaflet gibi beş-on senelik bir gençlik lezzetine mukabil, elli senede “Eyvah gençliğim gitti.” diye teessüf edip, gençliğe ağlamayacaksın.

***
Enbiya ve evliyaya Kur’ân’ın tarif ettiği tarzda muhabbetin neticesi:
O enbiya ve evliyanın şefaatlerinden berzahta, haşirde istifade etmekle beraber; gayet ulvî ve onlara lâyık makam ve füyuzâttan o muhabbet vâsıtasıyla istifâza etmektir (feyizlenmektir).
Evet “Kişi sevdiği ile beraberdir.” sırrınca, âdi bir adam, en yüksek bir makama, muhabbet ettiği âlî makam bir zâtın tebaiyetiyle (tâbi olmakla) girebilir.

Tecelli ve Esma 2

Nasıl bir asker padişahından aldığı türlü türlü nişanları,
resmî vakitlerde takıp padişahın nazarında görünmekle, onun
iltifâtât-ı âsârını gösterdiği gibi, sen dahi esmâ-yı ilâhiyenin cilvelerinin
sana verdikleri letâif-i insâniye murassaâtıyla bilerek süslenip, o
Şâhid-i Ezelî’nin nazar-ı şuhûd ve işhâdına görünmektir.

Cenâb-ı Hak, insanları diğer mahlûkâttan farklı olarak pek çok istidat
ve kabiliyet ve çok ince donanımlarla yaratmıştır. İbadette derinlik,
hudû’ ve huşû’, takva, vera’ ve zühd ile bütün âlemlerin numûneleri ve
pencereleri olan bu ince duygular geliştirilirse, bilhassa resm-i geçit
vakitleri olan namaz, dua ve ibadetlerinde insan, rütbe ve nişanlarını
takan komutanlar gibi, bu latîfeleri birer çiçek gibi açtırarak, Cenâb-ı
Hakk’a karşı o şuurlu ubûdiyette bulunursa, bu durum hem O’nu
(c.c.) memnun ve râzı edecek hem de meleklere karşı Hz. Âdem’in
üstünlüğü imtihanında meleklerin “Biz sana tesbih ve hamd ediyoruz;
yeryüzünde kan dökecek ve fitne çıkaracak bu insanı yaratma hikmetin
nedir?” (Bakara, 2/30) diye sordukları soruya böylece fiilî bir cevap
olacaktır.

Bazı hadis-i şeriflerin meâlen ifadesiyle “Cenâb-ı Hak, insanların bu
güzel hâlleri ile meleklere karşı, ‘Bakın benim insan kullarıma!’ diyerek
iftihar-ı kudsî ile iftihar edecektir.

Tecelli ve İsimler

Aslında yaratılan her şey, Cenâb-ı Hakk’ın güzel isimlerinin tecellilerini göstermekte ve ilâhî sanatları ortaya koymaktadır. Ancak onlar bunun farkında olmayabilirler. Nasıl ki saat, vakitleri bildirir ama
kendisi ne yaptığının farkında değildir. İnsan ise farkındadır. Onun için teşhir ve izhar hizmetini bilerek, şuurluca yapmak mecburiyetindedir.

Ayrıca zikreden, tesbih eden diğer mahlûkât, sağır adam gibi sadece kendi evrad ve ezkârları ile alâkadar iken, insanlar hem kendilerinin hem de diğerlerinin tesbihat ve zikirlerinden haberdardırlar.
Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) Miraç’ta okuduğu “Ettehıyyâtü” yü okurken, toprak, su, hava ve nur unsurlarının yanında bütün mevcudatın tahiyyât, tebrikât, salavât ve tayyibatlarını da birer halife ve kumandan olarak Cenâb-ı Hakk’a bütün varlıklar adına takdim etme makamındadırlar.

Zerreler Hakkında

Ayrıca hava zerrelerinin vazifelerinden birisi de nefislere yelpaze ve canlılara nefes olmaktır. Yani, teneffüsle kanı temizleme, vücut sıcaklığını sağlama ve vücuttan dışarı çıkarken de ağızda harflerin
oluşmasına vesile olmaktır. Bu husus Otuz İkinci Söz’ün Birinci Mevkıf’ının uzun hâşiyesinde şöyle izah edilmiştir:

“Cenâb-ı Hak, insanın bedenini gayet muntazam bir şehir hükmünde yaratmıştır. Damarların bir kısmı (yani sinirler), telgraf ve telefon vazifesini görür. Bir kısmı da çeşmelerin boruları hükmünde kanın dolaşmasına vesiledir. Kanın içinde “alyuvarlar” ve “akyuvarlar” diye iki kısım küre yaratılmıştır. Alyuvarlar, bedenin hücreciklerine erzak dağıtır ve ilâhî bir kanunla –tüccar ve erzak memurları gibi–
hücreciklere erzak yetiştirirler. Akyuvarlar, alyuvarlara göre azınlıktadırlar. Vazifeleri, hastalık ve benzeri düşmanlara karşı asker gibi müdâfaadır. Ne zaman müdâfaaya geçseler, mevlevî gibi iki dönme
hareketi ile hayret verici bir hâl alırlar.

Genelde kanın umumî iki vazifesi vardır: Biri, bedendeki hücrelerin tahribatını tamir etmek. Diğeri, hücreciklerin enkazını toplayıp, bedeni temizlemektir. Toplardamarlar ve atardamarlar namında iki
kısım damarlar vardır. Bir kısmı, sâfî kanı getirir, dağıtır, sâfî kanın kanallarıdır. Diğer kısmı, enkazı toplayan bulanık kanın mecrasıdır ki, şu ikinci kısım ise kanı, nefesin geldiği akciğere getirir.
Cenâb-ı Hak, havada azot ve oksijen olarak iki unsur yaratmıştır. Oksijen ise, nefes içinde kana temas ettiği vakit, kanı kirleten yoğun karbon elementini mıknatıs gibi kendine çeker. Onunla birleşir
ve karbondioksit denilen zehirli bir gaza d.nüştürür. Böylece, hem normal vücut ısısını temin eder, hem kanı tasfiye edip temizler. Çünkü Cenâb-ı Hak, kimya ilminde, kimyevî aşk tabir edilen şiddetli
bir münasebeti oksijen ile karbona vermiştir. Bu iki element birbirine yakın olduğu vakit, o ilâhî kanun ile birleşir. Fennen sâbittir ki, birleşmeden hararet meydana gelir. Çünkü birleşme, bir nevi yanmadır.
O sırrın hikmeti de şudur ki: O iki elementin her birisinin zerrelerinin ayrı ayrı hareketleri var. Birleşme vaktinde her iki zerre, yani oksijenin zerresi karbonun zerresiyle birleşince bir tek hareketle hareket eder. Bir hareket açıkta kalır. .ünkü birleşmeden önce iki hareketti. Şimdi iki zerre bir oldu, yani her iki zerre bir zerre hükmünde bir hareket aldı. Diğer hareket, Cenâb-ı Hakk’ın bir kanunu ile hararete inkılâp etti. Zâten “Hareket, harareti doğurur.” yerleşmiş bir kanundur. İşte bu sırra binâen, insan bedenindeki normal sıcaklık, bu kimyevî birleşim ile temin edildiği gibi, kandaki karbon alındığı için kan da temizlenmiş olur. İşte nefes dâhile girdiği vakit, vücudun hem kanını temizliyor, hem hayat ateşini tutuşturup yakıyor. Çıktığı vakit (boğazdaki ses tellerine dokunarak) ağızda, ilâhî kudretin mu’cizeleri olan kelime meyvelerini veriyor.” (Aslından sadeleştirilerek alınmıştır).

Duanın Gücü

Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) sahabelerinden olan Ebu Muallâk isimli bir zât vardı. Ebu Muallâk, ticarî ortaklık kuran, dürüst ve takva sahibi bir kimseydi. Bir gün yola çıkmıştı. Karşısına silahlı bir haydut çıktı ve kendisine “Neyin varsa, çıkar ver. Seni öldüreceğim!” dedi. Ebu Muallâk, “Eğer maksadın mal ise, al götür hepsini.” dedi. Ama haydut, “Hayır, ben yalnızca senin canını istiyorum!” deyince, Ebu Muallâk “Öyleyse, bana izin ver de bir namaz kılayım.” dedi. Haydut, “İstediğin kadar namaz kılabilirsin!” dedi. Ebu Muallâk namazını tamamladıktan sonra Allah’a yönelerek üç defa şöyle niyaz etti: “Ey kalblerin Sevgilisi, ey Arş’ın Sahibi ey Mecîd (şanı pek yüce
olan), ey dilediğini yapan Allah’ım! Ulaşılamayan izzet ve şerefin, olağanüstü saltanatın ve Arş’ını ihata eden Nurunun hürmetine beni şu hırsızın ve haydutun şerrinden korumanı diliyorum. Ey darda kalanların imdadına yetişen Allah’ım! Yetiş imdadıma, kurtar beni!”

Ebu Muallâk duasını bitirir bitirmez, elindeki mızrağı kulağının hizasında tutan bir süvarı çıkageldi. Süvari, o haydutu yakaladı ve öldürdü. Ebu Muallâk kendisine dönen süvariye: “Sen de kimsin?
Yoksa Allah senin vesilenle mi beni bu hayduttan kurtardı?” dedi.

Süvari şöyle cevap verdi: “Ben dördüncü kat semâdanım. Sen ilk duanı yapınca, semânın kapılarının çatırdağını duydum. İkinci defa dua ettiğinde, gök sâkinlerinin arbedesini işittim. Üçüncü kere dua
ettiğini duyunca ‘Zorda kalan biri dua ediyor.’ denildi. Bunu duyduktan sonra Cenâb-ı Hak’tan beni o zâlim adamı öldürmeye memur etmesini niyaz ettim. Allah Teâlâ da, isteğime: ‘Bilesin ki, abdest alıp dört rekat namaz kılan ve bu duayı yapanlara, darda kalsa da, kalmasa da yardım ederim.’ buyurdu.”

Monday, July 21, 2014

Batı Medeniyeti, Roma Dehası ve İslam Hidayeti


Şimdiye kadar müslümanlar isteyerek bu medeniyete girmemişler ve şu medeniyet onlara yaramamış, hem de onlara müthiş bir esaret prangası vurmuş. İnsanlık için ilâç olması lâzım gelirken zehir olmuş. Bu medeniyet insanlığın yüzde seksenini meşakkate ve bedbahtlığa atmış. Yüzde onunu yalnızlığa ve yalancı bir saadet vermiş. Diğer kalan yüzde onunu da ikisinin arasında rahatsız bir vaziyette bırakmış. Ticaretin gelen kazancı, zalim azınlığın olmuş. Fakat saadet, herkese olan saadettir. En azından çoğunluk için kurtuluşa vesile olmalıdır. İnsanlığa rahmet olarak inen şu Kur’ân, ancak herkese veya büyük çoğunluğa saadet veren bir medeniyet tarzını kabul eder. Şimdiki tarzda ise, kötü arzular serbest olmuş, nefsanî düşkünlükler hür olmuştur; hayvanî bir hürriyet, kötü arzular tahakküm eder; nefsânîlikler de insanı istibdatları altına alırlar. Zarurî ihtiyaç olmayan şeyleri zarurî ihtiyaç hükmüne geçirmişler ve insanların rahatlarını gidermişler. Bedevîlikte bir adam dört şeye muhtaç iken, medeniyet yüz şeye muhtaç ve fakir etmiştir. Helâl kazanç, masrafa kifâyet etmemiştir. Bu yüzden insanları hile ve harama sevk etmiştir. Ahlâkın esasını şu noktadan bozmuştur. Cemaate, insanlığa servet ve haşmet vermiştir ama ferdi şahsen hem ahlâksız, hem fakir hâle düşürmüştür. Bunun şâhidi çoktur. İlk çağdaki bütün vahşet ve cinâyeti, gadr ve hıyaneti bu habis medeniyet tek bir defada kustu. Hâlâ midesi bulanmaktadır.
***
İslâmiyet’in bu medeniye karşı niçin çekimser davranmış olduğunun bir sebebini izah etmesi için buna dikkat et: Eski Roma ve Yunan’ın iki dehası vardı; bunlar bir asıldan doğmuş ikizlerdi. Ama biri hayalci, biri de maddeperestti. Su ile yağ imtizac etmediği gibi bunlar arasında da bir imtizac olmadı. Uzun zamanın geçmesinin bu imtizaca bir faydası olmadığı gibi; medeniyet çabaladı, Hıristiyanlık da çalıştı, ama hiçbirisi bunları mezc etmeye muvaffak olmadı. Her biri ekseriyetle bağımsızlığını korudu. Hatta şu anda bile o iki rûhun sanki cesetleri değişmiş gibi... Artık maddeperest eski Roma’yı Almanlar; hayalci Yunan’ı da Fransızlar temsil etmekte... Güya başlarından bir nevi tenasüh geçmişe benziyor.

İşte ey kardeşim, zamanın gösterdiği gibi, o ikiz iki deha, imtizac sebeplerini böyle öküz gibi reddettiler. Şimdi bile barışmadılar. Madem onlar ikizdi, kardeş ve arkadaştı, ilerlemede yoldaştı; buna rağmen birbiriyle döğüştüler, hiç de barışmadılar. Bunlar böyle olursa; nasıl olur.. aslı, madeni, kaynağı, doğuşu başka çeşit olan Kur’ân nuru ve İslâm hidâyeti şu medeniyetin ruhu olan Roma dehâsıyla barışabilsin, onunla mezc olup birleşebilsin; imkânı var mıdır?
***

Roma dehası ile İslâm hidâyetinin kaynaklarının farklılığını anlatırken:

Hüda ve hidâyetin semâdan indiğini, vahiyle Allah’tan geldiğini hâlbuki dehânın yerden çıktığını; ayrıca hüdanın kalbde işleyip beyni de işlettiğini, hâlbuki dehanın beyinde işleyip kalbi karıştırdığını ifade ettikten sonra hüdanın ruhû nurlandırdığını ve Cenâb-ı Hakk’ın çekirdek ve tohûmlar hâlinde yerleştirdiği istidat, kabiliyet ve ince duyguları sümbül sümbül geliştirip açtırdığını, karanlık tabiatın mumla ışıklandığını, istidât-ı kemâlinin birden bire yol aldığını, insanın nefis ve cismaniyet yönünü emre amâde bir hizmetkâr yaptığını, himmetli insanları melek simâsında gösterdiğini s.ylüyor. Halbuki dehanın nefis ve cisme bakıp tabiata girerek, nefsi tarla hâline getirerek nefsânî istidatları geliştirdiğini, ruha hizmetkâr ettiğini ve insanda ekilen ve insanı insan yapan belki de meleklerden üstün hâle getiren sır, hafî ve ahfâ gibi letâif ve diğer güzel istidat çekirdeklerini kuruttuğunu, şeytanın simasını insanda gösterdiğini söylüyor. Zaten İstiklâl Harbi’nden sonra Ankara’da yazdığı “Hubab” isimli eserinde, medenî mümin ile medenî kâfirin suret, siret, zahir ve batın farklarını gâyet beliğ bir tarzda beyan
ediyor ve neticede aralarındaki farkı körlere de göstermek için diyor ki: “Eğer istersen hayalinle ‘Nurşin’ karyesindeki Seyda’nın meclisine git bak. Orada fukara kıyafetinde melekler, padişahlar ve insan elbisesinde melaikeleri bir sohbet-i kudsîyede göreceksin. Sonra Paris’e git ve en büyük localarına gir, göreceksin ki, akrepler insan libası giymişler ve ifritler adam suretini almışlar.”

“Huda ve hidâyet dünya ve ahirette saadet verip iki cihana ışık saçıyor ve böylece insanı yükseltiyor” diyen Üstad, dehayı anlatırken onu deccala benzetiyor. Onun hem şaşı olduğunu, hem de sadece dünya ve maddeyi gören tek gözü bulunduğunu söyledikten sonra maddeperest ve dünyaperver olan bu anlayışın, nasıl canavarlaştığını da izah ediyor. .ünkü sağır tabiata tapıp kör kuvvetin fermanına tâbi olduğu için, nankörce Allah’ın yeryüzünde bütün insanlar hattâ bütün canlılar için hazırladığı imkânları sahipsiz ganimet gibi gasb ederek, canavarca bir hisle tabiattan koparmaya çalıştığını ifade ediyor. Bu saldırganlığın, nükleer atıklar, ozon tabakası tehlikesi ve çevre faciaları gibi felaketlerle insanlığı karşı karşıya getirdiğini çok iyi biliyoruz. Öldürülen canlılar, yok edilen ormanlar, çok büyük bir israfla sırf bazılarının zenginliklerine zenginlik katmak, para kazanma hırslarını tatmin etmek gibi bencilliklere hizmet için yapılıyor. Aslında bu gidiş dünyanın sonunu da hazırlayıp kıyametin kopmasına davetiye
çıkarıyor.

Halbuki hüda şuurlu bir sanatı tanıdığı, hikmetli bir kudrete baktığı için önce âleme şükran nurunu serpiyor. Evet hüdanın nazarında, zeminin sinesinde kâinatın yüzünde serpilmiş olan nimetler Allah’ın
rahmetinin meyveleridir. Her nimetin altında ihsan eden eli görür ve şükürle öptürür. İlâhî nimetler, hesabı sorulacak ilâhî kıymetler olduğu için hidâyete mazhar olanlar onu israf edemez. Sadece çıkar duygusu ve kazanç hırsıyla yok edilemez. Yani hidâyete mazhariyette kendi iç problemlerini çözmüş olanlar çevre problemini çözmüş ve fıtrattaki dengeyi de sağlamış olurlar.
***

Medeniyette pek çok güzelliğinin varlığını da inkâr etmem. Fakat onlar, ne Hıristiyanlık’ın malı ne Avrupa’nın icadı ne de şu asrın sanatıdır. Belki umumun malıdır. Fikirlerin birbirine destek ve yardımından, semâvî prensiplerden, hem fıtrî ihtiyaçlardan bilhassa Muhammed Aleyhisselâm’ın dininden, İslâmî inkılâbdan doğan bir maldır. Kimse sahip çıkamaz.











Saturday, July 19, 2014

Öğretmenler İçin Beden Dili 2

***
***
***
***

Öğretmenler İçin Beden Dili



 ***
 ***





***

























***











***




Caillou ve Pepe kime oy verecek?


İki ila altı yaş arasında çocuğu olanlar bu arkadaşları çok iyi tanıyor. Hatta Canım Kardeşim Mine ile Müge’yi de. Onlar yeni Türkiye’nin kahramanları.
Bu yeni Türkiye’nin sakinlerinden biri de bizim evde yaşıyor. Geçenlerde en pahalı beyaz gömleğime yeşil fosforlu kalemle doğaçlama desenler çizip, benim için iyi bir şey yapmış olma düşüncesinin mutluluğuyla “Baak!” diye yanıma geldi. Eski Türkiye’de bunun karşılığı ağzının ortasına vurulacak bir tokat ya da en iyimser tahminle çığlık çığlığa bir azar.
Yeni Türkiye için önerilen cevap ise şöyle. “Güzel kızım. Benim için iyi bir şey yapmak istediğini biliyorum ve bu benim çok hoşuma gidiyor. Ancak ben bu gömleği düz beyaz seviyorum. Bu şekilde artık onu giyemem. O halde kollarını keselim ve bu senin ressam önlüğün olsun ve ressamlar resimlerini gömleklere değil kâğıtlara çizerler, anlaştık mı?”
Annem, bir seferinde bizim ressam Nilüfer’e yemek yedirmeye çalışıyordu. Konuşmalarına kulak kabarttım.
- Bak yemezsen Leyla (Nilüfer’in çok çok sevdiği kuzeni) yiyecek, diyor.
- Aman Anne söyleme öyle, diye fırladım.
Annem gönülsüz bir şekilde söylemini değiştirdi.
Bak Leyla yemeğini yedi, hadi sen de ye, dedi.
Ben yine atıldım ve tabii ki işine karışılan her Karadenizli kadının tepkisiyle karşılaşıp sağlam bir küfür yedim. Sonra Caillou’nun (kayyu diye okunuyor bu arada) babası gibi masanın altına bir bez serdim, tabağı Nilüfer’in önüne çekip kaşığı da eline tutuşturdum. Yemeğini bitirdiğinde hepimizin onu alkışlayacağını müjdeledim.
Biz eski Türkiye’nin insanları, bir kaşık yemek yedirilmek uğruna en sevdiğimiz kuzenlerimizle kıyaslandık, ruhumuza düşmanlık tohumları ekilerek büyütüldük. Rol modelimiz dünyanın en hasis, en dalavereci karakteri Keloğlan’dı. Çarpım tablosundan soru yağmuruna tutup toplum içinde bizi küçük duruma düşürmek için yarışan dayılarımız oldu. Eti senin kemiği benim, dayak cennetten çıkma “vecizelerini” saymıyorum bile.
Yeni Türkiye’nin çocukları ise kaşığı ağzına denk getirebilecek kol hareketini yapabildiği günden itibaren yemeğini kendi başına yiyor. İlk başlarda yarısını üzerine döküyor, sonra bu oran gittikçe azalıyor.
Cumhurbaşkanlığı adaylarının lansman toplantılarından sonra 70 yaşındaki aday Ekmeleddin İhsanoğlu eski Türkiye’yi, 60 yaşındaki Erdoğan yeni Türkiye’yi temsil ediyor tespitleri yapıldı. Çay karıştırma sesinden göbek atmaya hazır bir ruh halinde Erdoğan övgüsü yapmaya teşne dostlarımıza “yeni olan ne?” diye sormak isterim.
Ceberut devlet vesayetini yenip halkı iktidar etmek mi yeni? Yoo.
Menderes bunu yapmıştı. Ezanı Türkçeleştiren, halkı “reşo-memo” diye aşağılayan, en küçük aykırı sesi en ağır şekilde ezen devlet vesayetini yenmiş, ilk defa halkı iktidara getirmişti.
Köprü yapmak mı yeni? Yoo.
Üçüncü köprüyü yapmakta ne var? İlk köprüyü Demirel yapmıştı. Hâlâ onun yaptığı barajlardan gelen elektrikle ampullerimiz yanıyor.
Bir milyona tuvalete giderken sıfırları atıp bir liraya tuvalete gitmek mi yeni? Yoo.
Özal dünyada sıfır hükmünde olan Türk parasını konvertibl hale getirdi. Cebinde dövizle yakalananın beş yıl hapis yattığı bir sistemi değiştirdi.
Duble yol yapmak mı yeni? Yoo.
Yine Özal yolu olmayan köy bırakmadı. Evet belki duble değildi ama hiç yokken yapılan yol, o yolları iki katı genişletmekten daha büyük bir iş olsa gerekti. Ayrıca ilk paralı otobanları da o yaptı. Hatta onların gelirlerini sattı, o paralarla yeni yollar yaptı. Köylere gitmişken elektriksiz ve susuz köy de bırakmadı.
Dış politikada görülmemiş başarılar mı yeni? Yoo.
İnönü devrinde Türkiye, Birleşmiş Milletler’i kuran 50 ülkeden biri oldu. Menderes zamanında NATO’ya üye oldu. Libya’ya gemi gönderip vatandaşları kurtarmakla kıyaslanamayacak bir hamleyi Ecevit ve Erbakan yaptı; Kıbrıs’a askerî harekat düzenledi, Rumlar tarafından katledilen Türkleri kurtardı. Cami cemaatinin Hıristiyan kulübü deyip kötülediği bir kamuoyuna rağmen ANAP iktidarında birleşmiş Avrupa’nın bir üyesi olmak için resmen başvuru yapıldı. Mesut Yılmaz, Avrupa Birliği’nin yolu Diyarbakır’dan geçer, dedi.
İşte dostlarım yeni Türkiye diye iddialı bir laf etmeden önce iyi düşünmek lazım. Erdoğan hepsini daha iyi yapmış olabilir ancak yaptıkları yeni değil. Kendisi de yeni bir lider değil. Bu Türkiye de yeni bir Türkiye değil. Evet, daha iyi bir Türkiye ama asla yeni değil.
Yeni Türkiye şu anda “agu-gugu” diyor, çişini bezine yapıyor. Daha büyüyecekler ve o gün geldiğinde gerçekten yeni bir Türkiye olacak. “Höt-zöt” edenin değil ikna edenin kazandığı, kaba kuvvetin değil zarafetin fark yarattığı, güçlü olanın değil haklı olanın baş tacı edildiği, insan ilişkilerinde nefretin değil tahammülün belirleyici olduğu bir Türkiye olacak. Güzel olacak.
Üzgünüm. Caillou bu adaylardan hiçbirine oy vermeyecek.

Thursday, July 17, 2014

Kelimelerin Etkisi











Beden Dilini Tamamlayan Unsurlar

***

Tevekkül

Bu temsilde, gemiye bilet alıp öyle binmek bir nevi sebepleri hazırlamaktır. Artık gemiye girdikten sonra yükleri sırtına taşımanın bir mânâsı yok. Yani biz üzerimize düşen sebepleri hazırlayıp yerine getirdikten sonra Cenâb-ı Hakk’a güvenip tevekkül edeceğiz. Bu meselede şöyle bir soru karşımıza çıkabilir. “Madem Müslüman da diğer insanlar gibi bütün sebepleri hazırlamak durumunda.. o zaman diğerlerinden fark ne ve bu hususta ne elde etmiş oluyor?” Bilmeliyiz ki, tevekkül; her şeyden önce imanın bir gereğidir. İmanın icabı olarak tevekkül eden mümin sevap kazanır. Ayrıca diğer insanlar bütün esbabı hazırlasalar bile tevekkülleri yoksa dünya kadar bir yükü başlarında ve kalblerinde taşırlar. Râzıklarını, Mâliklerini bilmedikleri için “Acaba işler kesat mı gider? Acaba fakir mi kalırız? Acaba iflas mı ederim? Acaba kıtlık mı olur? Acaba aç mı kalırız? ” gibi binlerce endişe ve vesveseyi üzerlerinde taşımaktan kurtulamazlar.

havada sebatsız vücudları bulunan harfler


















Üstad Hazretleri satır aralarında da bazı gerçekleri sıkıştırıveriyor. Mesela “havada sebatsız vücudları bulunan harfler” diyor. Yani biz kelimeleri telaffuz edince, havayı dinleyenler anlayacak kadar meşgul ediyorlar. Eğer tahtaya yazılan kelimeler gibi kalsalardı ne olurdu? Bir tahtayı yazıp doldurduğumuzda yeni şeyler yazmak için ya başka temiz bir tahtaya geçmemiz veya yazı yazdığımız tahtayı silip temizlememiz gerekirdi. Kelimeler havada kalıp sebat etseydi, bir müddet sonra ya sesle kirlettiğimiz mekânı terk edip başka temiz yere geçecektik veya sesle kirlenen mekândaki sesleri tahta siler gibi temizlemeye, pencere ve kapıdan atmaya çalışacaktık. Ama nereye kadar... Çok kısa zamanda dünya ses kirliliğinden içinde durulmaz hâle gelirdi. İşte Cenâb-ı Hak, sebatsız varlıklar olarak yarattığı kelimeleri mânâyı ifade etmelerinden hemen sonra titreşimler hâlinde oradan alıp götürüyor. Misal ve mânâ âlemlerine, Levh-i Mahfuz’a yerleştiriyor; asla kaybolup yok olmalarına müsaade etmiyor.

havada sebatsız vücudları bulunan harfler


















Üstad Hazretleri satır aralarında da bazı gerçekleri sıkıştırıveriyor. Mesela “havada sebatsız vücudları bulunan harfler” diyor. Yani biz kelimeleri telaffuz edince, havayı dinleyenler anlayacak kadar meşgul ediyorlar. Eğer tahtaya yazılan kelimeler gibi kalsalardı ne olurdu? Bir tahtayı yazıp doldurduğumuzda yeni şeyler yazmak için ya başka temiz bir tahtaya geçmemiz veya yazı yazdığımız tahtayı silip temizlememiz gerekirdi. Kelimeler havada kalıp sebat etseydi, bir müddet sonra ya sesle kirlettiğimiz mekânı terk edip başka temiz yere geçecektik veya sesle kirlenen mekândaki sesleri tahta siler gibi temizlemeye, pencere ve kapıdan atmaya çalışacaktık. Ama nereye kadar... Çok kısa zamanda dünya ses kirliliğinden içinde durulmaz hâle gelirdi. İşte Cenâb-ı Hak, sebatsız varlıklar olarak yarattığı kelimeleri mânâyı ifade etmelerinden hemen sonra titreşimler hâlinde oradan alıp götürüyor. Misal ve mânâ âlemlerine, Levh-i Mahfuz’a yerleştiriyor; asla kaybolup yok olmalarına müsaade etmiyor.

Kelimelerin Misal ve Mana Alemlerine Aksedişleri

Ağızdan çıkan her bir kelimenin misal ve mânâ âlemine bir aksediş şekli vardır. Mesela “Elhamdülillah” kelimesi bir cennet meyvesi gibi... Bir gıybet cümlesi de ölü eti (leş) gibi... Yahya Kemal, ezan kelimelerinin sanki kristalleşmiş şekillerini ruhânîlerin gördüklerini “Cümleten görür ervah Allahu Ekber’i” diye ifade etmektedir. Onun için Kur’ânî kelimeler okunduğunda mekân nurlanır, şifâlanır... Siz yorgun argın eve gelirsiniz. Eğer o hâlde kalsanız, yatsıyı ona göre kılarsınız. Teheccüde kalkmak zor gelir. Belki sabah namazını zar zor kılarsınız. Ama Kur’ânî sohbetlerin olduğu yere gidince, hava şifalanıp nurlandığı için hafiflersiniz ve bu namazların hepsini rahatlıkla edâ edersiniz. Tersine gıybet edilen, müstehcen şeyler konuşulan yerler de habîsâtla (yani kötü, çirkin şeylerle; habis ruhlarla) dolar. İnsana gaflet ve sıkıntı basar. Bu tür ortamlara girmeme hususunda çok dikkatli olunması gerekir.

Monday, July 14, 2014

İnsan: Minyatür Bir Kainat


İnsan, minyatür bir kâinattır. “Ne var ise âlemde, âdemdedir âdemde” denildiği gibi kâinatta ne var ise, hepsinin küçücük birer örneği Âdemoğlu insanda vardır. Kâinatın fihristesi olan insan ile kâinat arasında bir karşılaştırma yapacak olursak, büyük büyük varlıkların, küçük misal ve numûnelerinin insanda toplanmış olduğunu görürüz. Mesela Arş-ı Âzam’ın örneği, insanda kalbdir. Lümme-i şeytaniye (şeytanın vesvese v.s. üfürdüğü hortumu) şeytanların varlığına delildir. İnsandaki sır, hafî ve ahfa gibi latîfeler, kâinatta meleklerin ve ruhanilerin varlığına delildir. Hâfızamız, Levh-i Mahfuz’a; hayal duygumuz, misal ve mânâ âlemlerinin varlığına işaret ederler. İnsanda cennetin de cehennemin de küçücük bir numûnesi vardır. Bir günah işlediğimiz veya bir kötülük yaptığımız zaman içimizde cehennem azabını andıran bir pişmanlık azabı hissederiz. Bir ibadet ve bir iyilik yapınca da cennet lezzetlerini andırır bir lezzet ve huzuru içimizde hissederiz.