1963’lerde İzmir’de Risale-i Nur
derslerine devam etmeye başladım. O zaman Ahmet Feyzi Ağabey ve Avukat
Necdet Doğanata derslere gelir, Risaleler’den bir paragraf okunduktan
sonra “Buradan ne anladık?” diye sorarlardı. Çok güzel izahlar ortaya
çıkardı. O zaman ben daha İmam Hatip’in orta kısmındaydım. Dayım, Ege
Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde öğrenciydi. Ara sıra Bornova’daki
yurtlarına ziyarete giderdim. Ziraatta ve tıpta okuyan, evrimci ve
materyalist görüşlerle fikri bulanık veya tamamen inkâra sapmış olan
arkadaşlarından bazıları bana takılır, biraz da yukarıdan bakarak
“Tanrı var mıdır, yok
mudur?”
meseleleriyle ilgili sorular
sorarlardı. Ben de hep “Hüve Nüktesi” ile ilgili bildiğim ve duyduğum
izahlardan bir şeyler aktararak cevap vermeye çalışırdım. Bir
seferinde
“Afrika’nın
veya Amerika’nın balta girmemiş ormanlarına gidip yepyeni bir bitki
keşfetsem, sonraonun tohum veya çekirdeğini getirip bütün ziraat
profesörlerine ‘Bundan nasıl bir ağaç veya bitki meydana gelir? Boyu,
yaprakları, çiçekleri, meyveleri, rengi, kokusu nasıl olur. Kaç senede
ürün elde edilir?’ gibi sorular sorsam cevap veren çıkar mı? Bırakın Ege
Üniversitesi’ni dünyada buna cevap verecek birisi bulunabilir mi? Bütün
tohum ve çekirdeklerin hamuru oksijen, hidrojen, azot ve karbondan meydana geldiği
hâlde bu birbirine benzeyenlerden farklı farklı türler meydana geliyor?
Bu kadar profesörün bilemediği bir sorunun cevabını toprak nereden
biliyor? İçine atılan tohumların özelliğini ayırt ederek nasıl bu kadar
bitkiyi bağrından teker teker apayrı özelliklerle fışkırtıyor?”
meâlinde sözler söylerdim ve
susup kalırlardı. Şahid olduğum bu durumlardan dolayı gerçekten Risale-i
Nur Külliyatı’nın gücünü ve değerini anlardım. Çünkü nasıl oluyordu
da benim gibi bir orta son talebesi karşısında felsefe okumuş üniversite
öğrencileri susup kalıyorlardı? Belli ki bu, benimle ilgili değildi.
Tamamen Kur’ân’ın çağımıza bakan muhteşem tefsirinin, yani Risale-i Nur’un
gücüydü.