Thursday, July 10, 2014

Fasıldan Fasıla 3

Her gün gönüllerin kendisine daha derin bir muhabbet ve teveccüh gösterdiği böylesine güzel hizmet anlayışları içine, her zaman hubb-u câh, şöhret arzusu vb. başka başka mülâhazalarla girmek isteyenler olacaktır; bu yol takip edildiği sürece bunlar hasbîlik ve adanmışlık ruhu üzerine kurulu böyle bir hizmet telâkkisi içine girme imkân ve fırsatını bulamayacaklardır. Meselâ siz, ibadet ü taatinizde çok derin olsanız, namazlarınızı uzunca kılsanız, nafile oruçları hiç kaçırmasanız, zannediyorum farklı mülâhazalarla içinize giren insanlar, aranızda uzun zaman barınamayacak, ilk fırsatta sizden ayrılacaklardır. Böylece bir taraftan Allah’la irtibat sağlanırken, öte taraftan da bünye gayet iyi korunmuş olacaktır.

***
Ancak kolektif şuurla altından kalkılabilecek işlerde her bir ferdin bir uyum kahramanı olması gerektiğine inanıyorum.
Evet, her bir fert, kobralarla anlaşabilecek kadar engin sineli ve onları idareye kararlı olmalıdır. Zaten en iyi arkadaş, en kötü insanlarla iyi geçinendir. Sadece iyi insanlarla iyi geçinmek, iyi insanların şiarı değildir. Bence iyi insan, en kötü insanlarla dahi iyi geçinebilen, atmosferin şihapları bağrında erittiği gibi, huysuzlukları, geçimsizlikleri… sadrında, sinesinde eritebilen ve şeytanla dahi –o kadar küfür ve dalâletine rağmen– bir diyaloğu olabilen insandır.
Fakat bütün gayretlere rağmen, uyum adına ortaya konan performans yeterli olmuyorsa, hâdisenin ânında, problemi çözeceğine inanılan birisine intikal ettirilmesi gereklidir. Ama bu mevzuda hiç mi hiç dedikoduya ve gıybete girilmemelidir.

***
Şehâmet dini, gayret dini ancak Müslümanlıktır;
Hakikî Müslümanlık en büyük bir kahramanlıktır.

Burada kastedilen hakikî Müslümanlık, muamelede, helâl ve haramda gösterilen Müslümanlıktır. Hep iyilik yapmak, hatta kötülüklere bile iyilikle karşılık vermek.. başına ne gelirse gelsin “of” bile dememek ve gıybetlere girmemek. İşte bence hakikî kahramanlık budur! Evet, bana göre kâmil insan, kendini affetmeye alıştıran insandır. “Falan babanı öldürmüş!” dediklerinde; “Affettim gitti, babam benim bu tavrıma nasıl bakar bilemeyeceğim ama ben bana ait yanıyla affediyor, Allah’a ait yanını da Allah’a havale ediyorum.” diyebiliyorsak, kâmil insan seviyesini yakalamışız demektir.

***
İnsanoğlu Âdem’in çocuğu olduğu kadar Hâbil’in, onun olduğu kadar Kâbil’in, Hud’un, Salih’in, Âd’ın ve Semud’un da çocuğudur. Beşerî bir realite olarak bunu kabullenmek çok önemlidir. İnsanoğlunu bu konumu içinde kabullendikten, hatta insanlarla münasebet tecrübelerini de işin içine kattıktan sonra, onunla ikili ilişkiler içine girebilirsin.. girebilir ve dersin ki bunun –affedersiniz– bir yakışıksız yanı var ve bana tekme sallayabilir, ben de böyle bir şeye maruz kalmamaya dikkat etmeliyim. Aynı zamanda onun bir melek yanı da var, o hâlde onunla yüz yüze münasebetler içinde de bulunabilirim.
Böyle olunca, insan insanlardan gelebilecek her türlü menfi ve müspet davranışa hazır olur. Kur’ân’ın وَالْكَاظِمِينَ الْغَيْظَ7 sözüyle ifade ettiği kinini, nefretini, gayzını yutan bir sine ile onları karşılar ve tıpkı bir atmosfer gibi, dünyasını karartacak şeyler bile o atmosfere çarptığında, âdeta ışık hüzmeleri hâline gelirler. Nitekim bunları hayat felsefesi hâline getiren insanlara bu tür şeyler çarptığında o üzücü hâdiseler birer ışık hâleleri hâline gelir ve onlara şehrayinler, cümbüşler, fener alayları, donanma geceleri yaşatır.
Bunları söylemek kolay, fakat gerçekleştirebilmek zorlardan zor olsa gerek.

***
Bana göre ahlâken en mazbut insan, Kur’ân ve Sünnet’in ölçüleri içinde en huysuz insanlarla bile geçinebilen, onlara karşı tavırlarını ayarlayabilen insandır. Daha önceleri aynı şeyi ifade ederken, “En iyi insan, kobralarla bile arkadaşlık yapabilen insandır.” demiştim. Rica ederim, Uzakdoğu’daki bir kısım yogiler kobralarla arkadaşlık yapabildikleri hâlde, bize ne oluyor ki biz birbirimizle geçinemiyoruz.! Hem de kutsî bir mefkûre etrafında...

***

Mühim bir zatın tespitine göre, Mustafa Kemal “Yurtta sulh, cihanda sulh.” sözüyle tamamen içe kapanık bir siyasî anlayış kastetmemiştir. Mustafa Kemal, Mark Artur’un, Türkiye’yi ziyaretinde ona: “Türkiye’nin bu hâliyle ayakta kalabilmesi, başta adalar probleminin çözülmesine, Balkanlar’daki Türk haklarının geri verilmesine ve Musul-Kerkük gibi yerlerin Türkiye’ye iltihak edilmesine bağlı…” olduğunu söylemiştir. O, böylesine önemli bir fikri, daha Japon Savaşı meydana gelmeden önce ifade ettiği hâlde, –maalesef– bu düşünce, sadece askerî arşivlerde saklı kalmış ve rical-i devlet tarafından da kaale alınmamıştır.
Önemli bir konuma sahip olan Türkiye’nin, komşularıyla kat-ı alâka edip, misak-ı millî ile çizilen sınırlar içinde, kendi kabuğuna çekilerek varlığını sürdürebilmesi kat’iyen düşünülemez. Kanaatimce bu konumdaki bir ülkenin, en başta yapması gerekli olan şey; kendi ülke insanını çağıyla hesaplaşmaya hazırlarken, günün müsaade ettiği ölçüde, çevresini bir güven hâlesi hâline getirmektir.

***

Ben şahsen yolunda bulunduğumuz bunca hizmetler karşılığında kendisini çok sevdiğim ve hayran olduğum Fatih’in İstanbul’u fethetmesini, hatta çağ açıp kapatmasını bana verseler, niye böyle küçük bir şey verdiler diye homurdanırım. Çünkü ben, bundan daha büyük bir şeye; evet Allah’ın rızasına talibim. Burada yanlış anlaşılmalara sebebiyet veririm endişesiyle yani kendisini Fatih’in önüne koyuyor denebilir mülâhazasıyla meseleyi biraz daha tavzih etmek istiyorum. Fatih aslında yaptığı şeylerle büyük olsa da, esas yapmayı planladığı şeylerle büyüklerden büyüktür. İşte o, bu yanıyla Hazreti Peygamber’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) tebciline mazhardır.11 Yani Fatih, İstanbul’un ötesinde çok daha geniş dünyalara ve merkezlere açılmayı planlıyordu ve işte o, bu hülyaları itibarıyla büyüktü. Aslında onun dünyaya açılması, askerî bir fetih değil, bir insanlık mesajı ve gönülleri Allah’la buluşturma gayretiydi. O zamanın anlayış ve şartları gereği, böyle bir açılmada asker ön planda görünüyordu. Bugün ise, ilim, ikna ve ahlâk ön planda olmak zorundadır. Bana gelince ben de Fatih’in İstanbul’u fethetmesine değil, onun hülyalarına âşığım. Bir televizyon programında dediğim gibi, en yüksek dünyevî makam bile teklif edilse dönüp, “Yahu bu insanlar niye bana hakaret ediyorlar ki? Neden birkaç basamak aşağı inmemi teklif ediyorlar ki?” derim. Bence, Allah, insanın mahiyetine Cebrail’e ulaşma istidadını koydu ise –ki koymuştur– insan himmetini âlî tutup onu geçmeye çalışmalıdır.