Dünyeviler meclisinde, “Dinsizlik meydan alıyor. Din adına meydana çıkmak lâzım.” diyenlere verdiği cevap da ufuk açıcıdır. Millî ve dinî duygularımızı, kendi emellerine ulaşmak için kullanmak isteyen ve bizleri, yükselecekleri hedefler için, sadece üzerine basılacak bir merdiven basamağı gibi görenlere karşı da ikazlarda bulunmaktadır. Dini ve Kur’an’ı kendi emelleri için kullananların, İslâmiyet’e yapacakları kötülükleri; kuvvetli hasmı karşısında yiyeceği darbelerden kurtulmak için Kur’an’ı kendisine siper yapanların kötü durumlarına benzetmek suretiyle anlatmaktadır. Siyasetin eli, her zaman mukaddeslerimizden uzak tutulmalıdır. Onları kendi zaaf ve zayıflıkları sebebiyle, yere düşürmeye hiç kimsenin hakkı yoktur. Onlar, hep yukarıda ve nefislerimizin kusur ve kirli arzularından çok yükseklerde durmalı ve tutulmalıdır.
***
Bediüzzaman Hazretleri; arzu ve hevesini fikir suretinde görenlerin durumuna uygun bir misal verir: Birinci Dünya Savaşı’nda “Biz bu savaşa niye girdik? Müslümanlar mağlûp olacak.” diyen birisinin, sonunda “Ben size dememiş miydim?” diyebilmesi için mağlûbiyetimizi arzuladığını ele alarak, meseleyi izah etmektedir.
Aslında, bu kişi, işin başında neticeye dair endişeye kapılmış ve bu yüzden böyle demiş olabilir. Ama, sonra mağlûp olmamamız için gidip şehit olmak dahil, elinden gelen herşeyi yapması ve “Aman Allah’ım ne olur, benim düşüncemi doğru çıkarma!” diye dua etmesi gerekirdi. Ama kim bilir, bizi savaşa sokan İttihatçılara mı, onlardan bazılarına mı bir husumeti vardı bilinmez. İşte böyle hislerle bir şey arzuluyor, bunu tahakkuk ettirenleri alkışlıyor, bize vurduğu darbelerden de zevk alıyor! Bu nasıl insanlıktır!..
***
Rüya hacda sükût etti. Çünkü, haccın ve ondaki hikmetin ihmali, musibeti değil, gazap ve kahrı celbetti. Cezası da keffâretü’z-zünûp değil, kessâretü’z-zünûb oldu (günahları kat kat artırdı). Haccın bilhassa tanışma ile, fikir birliğini, yardımlaşma ile teşrik-i mesâiyi tazammun eden içindeki İslâmın yüce siyasetinin ve geniş içtimaî faydaların ihmâlidir ki, düşmana milyonlarla Müslümanı, İslâm aleyhinde kullanma zemini hazırlamıştır.
İşte Hind, düşman zannederek, halbuki pederini öldürmüş, başında oturmuş bağırıyor.
İşte Tatar, Kafkas, öldürülmesine yardım ettiği şahıs, bîçare valideleri olduğunu “Ba’de harabi’l-Basra” (Basra harap olduktan, yani iş işten geçtikten sonra) anlıyor. Ayak ucunda ağlıyorlar.
İşte Arap, yanlışlıkla kahraman kardeşini öldürüp, hayretinden ağlamayı da bilmiyor.
İşte Afrika, birâderini tanımayarak öldürdü, şimdi vâveyla ediyor.
İşte Âlem-i İslâm, bayraktar oğlunun gafletle bilmeyerek öldürülmesine yardım etti, vâlide gibi saçlarını çekip âh u fizâr ediyor.
Milyonlarla ehl-i İslâm, hayr-ı mahz (tamamen hayır) olan hac seferine yolculuğa hazırlanmak yerine, şerr-i mahz olan düşman bayrağı altında dünyada uzun seyahatler ettirildi. Bütün bunlardan ibret alınız...
***
“Rüyada Bir Hitabe”de, Birinci Dünya Savaşı’nda Müslümanların başına gelen bu mağlûbiyet musibetinin sebebi sorulmuştu. Musibet, günahlara kefarettir. Onun için, orada meselenin kefaret yönü anlatılmıştı. Hâlbuki, bazı günahlar gazap-ı İlâhi’yi celbeder. Gazap ise günahlara kefaret değil; bilâkis günahların çoğalmasına sebeptir. Namaz, oruç ve zekatın terki musibeti celbetmiştir, ama hac ibadetinin terki gazabı celbetmiştir. Haccın iki yönü, vardır: Bir yönü, şahsın manevî terakkisi ile ilgilidir. İnsan hac atmosferinde bir velilik kazanabilir. İkinci yönü içtimaî tarafıdır ki, İslâm cemaati ve İslâm dünyası ile ilgilidir. Bu yönüyle, hac büyük bir İslâmî kongredir. Müslümanlar, hacda kardeşçe bütün meselelerini görüşmeli, “Dünya nereye gidiyor?”, “Müslümanlara düşen nedir?” gibi meseleleri görüşerek bir vaziyet almalıdırlar. İşte; hacdaki İslâm’ın bu engin ve derin siyaseti yerine getirilmediği için, gazap ve kahır kendini göstermiş, İslâm düşmanları, Müslümanları yine Müslümanlar aleyhine kullanmışlardır. Başta İngilizler olmak üzere Avrupalılar ve Ruslar “Biz halifenizle beraber aynı safta savaşıyoruz.” diyerek Dünyadan habersiz sömürge Müslümanlarını, gafil ve dünyadan habersiz olan bu güruhu, Osmanlı Devleti aleyhine savaştırmışlardır. Bazıları Çanakkale’de, bazıları İstanbul’da ezanları duyunca meseleyi anlayabilmiştir. Ama, artık iş işten çoktan geçmiştir. Hâlbuki, her sene hac mevsiminde bunlar konuşulsaydı, kim kiminle savaştığı, Müslüman halklara bildirilseydi, herhalde bu kadar kolay kandırılmaları mümkün olmazdı...”