Thursday, March 31, 2016

Geceyi İhya


Kıyâmu’l-Leyl’i, yani gece kalkışını, hep namaz kılmak olarak anlamak yanlıştır. Esas olan geceyi ihyadır, yani ölü geçirmeyip faydalı kılmaktır. Namaz, Kur’ân tilaveti ve evrat okuma gibi çeşitli zikirler yaparak geceyi ihya edebileceğimiz gibi, -âlimlerimizin belirttiği üzere- bilgimizi artırıcı meşguliyetlerle de ihya edebiliriz. Hatta bir müddet namazdan sonra, bilgi eksikliklerimizi tamamlayan gayretlerin ibadetten kat kat üstün olduğunu söyleyebiliriz. Nitekim Aleyhissalatu vesselam da bir hadislerinde, “Geceleyin bir müddet ilmî meşguliyet, onu (tamamiyle ibadetle) ihya etmekten hayırlıdır.” buyurmuştur.


Çocuk Hakları

İslam açısından insan, doğduğu andan büluğa erdiği güne kadar “çocuk” addedilir ve büyüklerden ayrı ele alınır. Bu yaklaşım, birçok açıdan ehemmiyetlidir:

1- Hukuk açısından önemlidir, çünkü büluğ anına kadar hukukî ehliyeti noksandır ve bir velinin nezaretindedir. Çocuk hukukî akitlerde bulunamaz. Çocuksu şeyler dışında veya örfen çocukların alıp-satması normal olan şeyler dışında alışveriş yapamaz. İşlediği suçlara ağır ceza verilemez.

2- Terbiye açısından da önemlidir. Çünkü terbiyesinden ailesi veya devlet sorumludur. Ailesi, onu hayata hazırlamakla mükelleftir. Çocuk büluğla birlikte Allah’a, ailesine, devlete ve çevresine karşı bir kısım sorumluluklar altına girdiği için artık mükelleftir ve şayet aklî bir noksanlığı yoksa üzerindeki vesayet kalkar, normal bir kimsenin bütün hak ve sorumluluklarına muhatap olur. İşte; ailenin, çocuğu, bütün bu sorumluluklarını tek başına yapabilecek formasyona kavuşturması gerekir. Açıktır ki, çocuğa bu seviyenin kazandırılması, onun başkaca meşguliyetlerden uzak olmasını gerektirir.

* Bu sebeple onun nafakası ailesinin üzerindedir.
* Ve onun hayata hazırlayıcı olmayan işlerle meşgul edilip istismar edilmesi caiz değildir. Bunu garantilemek üzere, İslam bazı tedbirler almıştır:

1- Nafakası aileye ait olduğu için çocuk, nafakası için çalıştırılmamalıdır.

2- Çocuğun, büluğdan önceki malı, kazancı yetim malı sayılır ve normal şartlarda anne-baba dahil herkese haramdır; son derece sınırlı şartlarda ve sıkı kayıtlarla anne-baba ondan istifade edebilir. Evladın malı, anne-babaya ancak büluğdan sonra helaldir.

3- Çocuğun, -herkese helal olan- kırların otu, ormanın odunu, derenin suyu… gibi emvâl-i mubâha’dan elde ettiği şeyler kendine aittir. Bunların ailesinin malına karışması, o malı aileye haram kılar. Öyleyse aile, çocukları bu nevi işlerde kazanç için çalıştırmamalıdır.

4- Baba, çocuğa, itibar ve değerce kendi mesleğinden daha aşağı olmayan bir meslek kazandırmalıdır. Çocuk, bu maksatla bir ustanın yanına konabilir. Fakihler, babanın, çocuğu ücretli bir işe de koyabileceğini söylerler; ancak çocuğun bu esnada elde ettiği kazançtan sadece çocuğun zaruri ihtiyaçları için harcayabileceğini, kendisi için harcayamayacağını belirtirler.

Görüldüğü üzere İslam hukukçuları; çocukları, hayata hazırlanma döneminde, ailenin bir kısım işleriyle meşgul ederek, daha iyi bir “formasyon” almasını engelleyecek istismarlardan korumak için, bugün çiftçi kesiminde ve hatta şehirlerde bile hiç uygulamada olmayan ve çoğunlukla da bilinmeyen inceliklere inerek, onları koruyucu hükümler getirmişlerdir.

Çocuk

“Allah sizleri annelerinizin karınlarından hiçbir şey bilmezler olarak çıkardı. Ancak sizlere işitme, gözler ve kalpler verdi, ola ki şükredersiniz.” (Nahl, 16/78)

İlk kısımda kaydettiğimiz âyet, çocuğun cahil olarak dünyaya geldiğini belirtirken, bu fıtrî cehaleti gidermede ona verilen ilim elde etme yollarına da dikkat çeker:

1- Kulak,
2- Göz,
3- Kalp

İlmi elde etmenin bu üç temel yoluna, aynı sıra ile başka sure ve âyetlerde de temas edilir. Kur’ân bazı kere, bu kelimelerin müteradiflerini (eş manalılarını) kullanır. Ayrıca sağır (summ), kör (umy), dilsiz (bukm, ebkem) kelimeleriyle de aynı mana ifade edilir. (Bakara 2/18) Bu âyetlerde çoğunluk itibariyle önce “kulağın” zikredilmiş olması dikkat çekicidir. Böylece ilahî irşat, bize ima eder ki, çocukta şahsiyetin inşasında ve ilim kazanmada, kulağın rolü, -pratik hayatta “gözü” daha önemli addetsek de- gözden daha öncelikli ve önemlidir. Nitekim, sağır olan aynı zamanda dilsizdir ve hiçbir manaya intikal edememektedir. Hâlbuki işitmesi olanlar, gözleri görmese bile, -pek çok dalda ihtisas dâhil- yüksek tahsil yapabilmektedir. Dikkatimizi çeken başka bir husus, Kur’ân’da, göz kulak gibi duyularla alınan bilgilerin kalpte işlenerek faydalı hale getirildiğine değinilmesidir:

Burada geçen kalp; bir hâldir, maddi değildir, ruhanî ve manevidir. Akıl, ruh, nefis, fuâd gibi başka kelimeler de yer yer, kalp manasında kullanılır.

Kur’ân’da fuâd yani “kalp” kelimesinin -yukarıda görüldüğü ve ayrıca belirtildiği üzere- bilgi kaynaklarını sayan âyetlerde büyük çoğunlukla üçüncü sırada zikredilmesinden hareketle şunu söyleyebiliriz: Çocukta karakter ve şahsiyetin inşasında, kalbin ve aklın rolü sonradan devreye girmektedir. Yani çocuk önce, aile ortamında işitip gördükleriyle kişiliğini bulmaktadır. Zaten aklî meleke, temyiz yaşı da denen 6-7 yaşlarına doğru sonradan inkişaf eden ve büluğla kemâle eren bir hâldir.
**
Aleyhissalatu Vesselam, çocukta dinî vasfın, konuşma yaşından itibaren ebeveynin tesiriyle teşekkül ettiğini belirtir. Batılı bir kısım eğitimciler de, altı yedi yaşlarına geldiğinde, çocukta karakterin tamamen veya dörtte üç nispetinde teşekkül ettiğini iddia etmektedirler. Şu hâlde, hangi kaynak esas alınırsa alınsın ortaya çıkan beşerî bir gerçek var: Çocuk, hayatının ilk yıllarında, yani henüz aklî melekesi devreye girmeden, duydukları ve gördükleriyle, şahsiyetini büyük ölçüde elde etmektedir. Bu durum, çocuğun şahsiyetinin inşasında, anne ve babanın ne derece müessir ve dolayısıyla onun geleceğini ne derece belirlemede ne kadar etkin olduğuna delil olur. Bundan dolayıdır ki, Kur’ân-ı Kerim, çocukların uhrevî saadet veya şekâvetinden anne ve babayı sorumlu kılmaktadır.
**
“… Onların kalpleri vardır ama anlamazlar, gözleri vardır ama görmezler, kulakları vardır işitmezler…” (A’râf, 7/179). Kur’ân böylelerini “sağır, dilsiz ve kör” olarak vasıflandırır. (Bakara, 2/18, 171; Enfâl, 8/22)

Bu son âyette, insan şahsiyetindeki olumsuz gelişmeye temas edilirken, dış âlemden bilgi edinme yollarından olan “kulak” kelimesiyle değil de, “kalb”le başlanması da dikkat çekicidir. Bu bize, temyiz yaşından ve hatta temyize götüren konuşma yaşından önce ruhî ve manevi terbiyeye öncelik verilmesi, çocuğun doğumdan itibaren kulaklarıyla işiteceklerine ve gözleriyle göreceklerine ihtimam gösterilmesi gereğini ifade eder. Çünkü âyet böylece, rüşdüne eren kimsenin, kulak ve göz yoluyla dış âlemden elde edeceği ham bilgilerin ilk yaşlarda teşekkül ettirilen kalp tarafından yoğrularak sağlıklı bilgiye dönüştürüleceğini ihsas ve iş’ar etmiş olmaktadır.

**
Çocuğun dinî şahsiyeti, hadiste geçtiği üzere, konuşmaya başladığı andan itibaren teşekkül ettiğine göre, öncelikle ilk yıllar olmak üzere büluğ öncesi eğitim, onu dinî bakımdan yüceltecek veya alçaltacaktır. Ya akledemeyen, anlamayan “kör”, “sağır” kılacak veya âlâ-yı illiyyîne, ahsen-i takvime (yücelerin yücesine) çıkaracaktır. Bu iki mertebe arasındaki müthiş uçurum, Kur’ân’a göre “kulak” ve “göz” yollarıyla elde edilen dışa ait ham bilgileri işleyen kalbe, kalbin bu ham bilgileri yorumlamasına bağlıdır.

**
Farz ve nafile olan bütün dinî değerlerin çocuklara mümkün mertebe erken yaşlarda öğretilmesi ve yaptırılması gerekir. Hz. Peygamber’in; kendi ailesinden bir çocuk konuşmaya başlayınca, itikada giren kısa âyetler ezberlettiği, keza ashabın da çocuklara kısa sureler, kısa dualar ezberlettikleri rivayetlerde gelmiştir. Özellikle farz olan ibadetlerin erken yaşlarda ele alınması çok önemlidir. Farz olan ibadetlerin çocuğa emredilmesinin, bu ibadetlerin farziyet, mecburiyet kazandığı büluğ çağına ertelenmesi yanlıştır. Aleyhissalatu Vesselam’ın, çocuklar yedi yaşına gelince namazın emredilmesi, on yaşına gelince namaz konusunda daha ciddi durulması hususundaki talimatı bilinmektedir (ki, az sonra hadisin metnini vereceğiz). İslam âlimleri “Temyiz yaşında namaz emredildiğine göre, namazın kılınmasında bilinmesi gereken nazarî bilgilerin, namazda okunacak âyetlerin, duaların, zikirlerin önceden öğretilmesi gerekir.” demişlerdir.







Ebeveyn vs. Dadı

Çocukların temel eğitiminde, ebeveyn ilgisinin önemine temas ettikten ve “Özellikle varlıklı İstanbul ailelerinde, bütün aile büyüklerinin iyi eğitim almış kimseler olmaları sebebiyle, çocuklarının temel eğitimini kendilerinin verdiklerini” belirttikten sonra, Osmanlılarda bir dönem mezkur geleneğin bozularak, bu hayatî işin başka ellere verildiğine de dikkat çekmemiz gerekmektedir. Yine Onur’un derlediklerinden öğreniyoruz ki, 19. asrın ortalarından itibaren, başta İstanbul olmak üzere, büyük şehirlerin varlıklı ailelerinin çocukları, “Çerkez dayı”, “Arap dadı”, “yaşlı lala” gibi unvanlarla anılan mürebbiler tarafından büyütülmektedir. Osmanlı’nın yıkılışının derin sebepleriyle ilgili daha gerçekçi bir ipucunu teşhis düşüncesiyle özellikle üzerinde durulması gereken bir durum, Tanzimat döneminde “bütün üst tabaka ailelerinde” yabancı mürebbiye tutmanın moda olması hadisesidir. Geleneksel anne-çocuk ilişkisini değiştiren, annenin çocuk üzerindeki hâkimiyetini azaltan  mürebbiliğin vahim hâlini, Merhume Samiha Ayverdi’nin sunduğu nefis tasvirden dinleyelim:

“… Kırk sene evvel İstanbul’da mürebbiyelik, topsuz tüfenksiz bir imparatorluk demekti. Müreffeh her Türk ailesinin içine adım atmak demek, orada asla muaheze ve itiraza çarpılmadan saltanat sürmekle birdi. Mürebbiyenin hususi odası, hizmetine verilen cariye, kaprislerine körü körüne itaat edilen bütün bir ev halkı vardı. Mürebbiye evin içinde kimsenin anlamadığı bir dille okutup yazdırdığı çocukla, ne yapar, ne söyleşir kimse bilmezdi. Bilinmesi lâzım olan bir şey varsa onun her yaptığının, her işlediğinin ayn-ı hikmet oluşu idi. İşte bu yüzden de çocuk altı yaşına geldiği halde, “Ezan okunuyor.” diyeceği yerde “İmam bağırıyor.” derdi. Henüz büyükbabası, konağında cemaatle namaz kıldığı, kendi babası Cuma namazlarını kaçırmadığı halde, mürebbiyenin şaheseri olan bu körpe insana, mukaddesatı, bir yüz karası imiş gibi, silinmek, bertaraf edilmek zevki aşılandı. 
Fakat çocuk, bu darbeyi sade imanına yemedi. Din, merkezden muhite açılan iç içe halkaların hepsini birden kucakladığı için ilk kastedilen o oldu ise de, milliyeti, an’anesi, bağları, hâtıraları hülasa tekmil kıymetleri teker teker kurşun sıkılan hedefler arasında kolay kolay devrilip gitti.
Artık çocuk himaye çağından çıkıp, mürebbiye de dört başı mâmur zaferinin hazzı ile eve vedâ edeceği zaman, sanki bu zaferin mükafatı olarak o, bilgisi, dirayeti ve nezaketi medhedilerek bir başka aileye tavsiye ve devredilmek suretiyle önüne yeni ve elverişli bir zemin daha hazırlandı. Böylece mürebbiye denen canlı tehlike, hâmili olduğu mikroba karşı muafiyete sahip bir portör çalımı ile, taşıdığı mikroplardan bol bol ve rastgele etrafına dağıttı durdu…”

Thursday, March 24, 2016

Yeni Huy

Gazali merhum, İhya’da, kendilerine batâlet ve uyuşukluk galebe çalan kimselerin, gayret ve çaba gösterme yoluyla huyun değişip ahlâkın güzelleşeceğini inkar ettiklerine dikkat çeker ve bu kimselerin düşüncelerinin yanlışlığını belirtir. Âyet ve hadislerden getirdiği delillere, terbiye ile önceki huyu değiştirilerek ehlileştirilen hayvanlardan örnekleri de ilave eden Gazali, riyazet ve gayretle ahlâkın değişeceğini savunur. Ona göre, yaratılıştan cömert olmayan kimse, kendisini zorlamak suretiyle cömertliğe alışabilir; mütevazı olarak yaratılmayan kimse de buna alışma zahmetine girmesi hâlinde mütevazı olabilir. Ve meseleyi şöyle noktalar: “Diğer kötü sıfatlar da böyle, zıddı ile -gayeye ulaşıncaya kadar- meşgul ola ola ve keza ibadete devam ederek ve nefsanî arzulara muhalefet suretiyle bâtın güzelleştirilir.”

Terbiyede Annenin Sorumluluğu Daha mı Büyük?


Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir hadislerinde, evlat üzerinde anne hakkının, manevi açıdan, baba hakkına nazaran üç misli fazla olduğunu ifade eder. Bu manayı pekiştirmek üzere: “Cennet annelerin ayağı altındadır.” buyurur. Çocuk üzerinde annenin bu ziyade hakkı; çocuğun terbiye döneminde annenin daha çok emeğinin geçmesinden, daha fazla etki ve katkısının bulunmasından ileri gelmiş olmalıdır.

Çocuğun, hamilelikten doğuma kadarki zamanda ve yine doğumdan başlamak üzere büyüyünceye kadarki dönemde anneye terettüp eden hizmet ve zahmetlerinin, babanınkiyle kıyaslandığında çok fazla olduğu anlaşılır. Âyet-i kerîme buna: “Annesi onu, karnında, zorluğa uğrayarak taşımış, onu güçlükle doğurmuştur…” diyerek dikkat çeker. (Ahkâf, 46/15) Keza terbiye açısından da çocuğun temel karakterleri kazanıp, şahsiyetini büyük ölçüde bulduğu, doğumdan 7-8 yaşlarına kadarki -hidâne de denmiş olan- en kıymetli terbiye döneminin annenin yetki ve sorumluluğunda olması da, çocuk üzerinde annenin etki ve katkısının büyüklüğünü gösterir. Bu terbiye döneminin önemini teyide yönelik olarak kaydetmek isteriz ki; günümüz terbiyecileri de, çocukta şahsiyet gelişmesinin altı-yedi yaşlarına kadar büyük ölçüde tamamlanacağını söylemekte müttefiktirler. 

İslam dünyasında, çocuk üzerinde anne hakkının üstünlüğünde icmadan bahseden âlim çoktur. Bunun sebebini yukarıda kaydettiğimiz âyeti de delil göstererek: 1- Hamilelik zahmeti, 2- Doğum zahmeti, 3- Emzirme döneminin zahmeti diye üç sebebe bağlarlar. Ancak, en azından istiğna yaşına kadar olan dönemdeki hizmetlerin zahmetleri, talim-terbiyedeki zahmetleri bu hesaplamada zikredilmez. Biz annelerin hadîslerde dörtte üç nispetinde gelen tekaddümlerinde, çocuğun hayatı boyunca üzerinde tesir edecek olan terbiyevî etkilerinin de hatırlanmasını, o noktadan annelere terettüp edecek lehlerindeki veya aleyhlerindeki durumların iyi açıklanması gerektiğini belirtmek istiyoruz. Şahsiyetin büyük ölçüde inşa edildiği o dönemde, ister istemez anne ile birlikte olan çocukların daha ciddi bir anne ilgisi görmelerine annelerin uhrevî sorumluluk düşüncesi etkili olacaktır.
Asrımızın büyük İslâm alimi Bediüzzaman, çocuklar üzerinde annelerin etkisini, eğitim ve terbiyelerindeki katkısını vurgulamak üzere, çocukların meslekî yönlendirmelerindeki yanlışlık ve maddeciliğe dikkat çekerken, babayı değil anneyi zikreder. Hanımlarla ilgili bir risalesinde, bir kadının çocuğunu kurtarmak için, herhangi bir ücret beklemeden evladı için kendini feda edecek derecelere varan fedakârlıklarını zikrederek, kadınları “şefkat kahramanları” olarak vasıflandırdıktan sonra, zamanımızda bir annenin, bu yüce şefkatini çocuğun sadece dünyasını kurtarmaya sarf ederek kötüye kullandığını belirtir. Aynen şöyle der: “O şefkatli vâlide, çocuğunun hayat-ı dünyeviyede tehlikeye girmemesi, istifade ve fayda görmesi için her fedakarlığı nazara alır, onu öyle terbiye eder. ‘Oğlum paşa olsun’ diye bütün malını verir; hâfız mektebinden alır, Avrupa’ya gönderir. Fakat o çocuğun hayat-ı ebediyesi tehlikeye girdiğini düşünmüyor ve dünya hapsinden kurtarmaya çalışıyor: Cehennem hapsine düşmesini nazara almıyor. Fıtrî şefkatin tam zıddı olarak, o mâsum çocuğunu âhirette şefaatçi olmak lâzım gelirken, davacı ediyor. O çocuk: ‘Niçin benim imanımı takviye etmeden bu helâketime sebebiyet verdin?’ diye şekva edecek. Dünyada da terbiye-i İslamiyeyi tam almadığı için vâlidesinin hârika şefkatinin hakkına karşı layıkıyla mukabele edemez.”

**
Şunu öncelikle belirtelim ki çocuğun icra planında ve terbiyesinde yetkiler, doğumdan istiğna yaşına (yani yeme, içme, giyme ve hatta taharetlenme gibi işleri kendi kendine yapabilme yaşına) kadar anneye; annenin olmadığı durumlarda, öncelik anne tarafından olmak üzere (anneanne, babaanne, teyze, hala gibi) bir kadına aittir. Çünkü Allah, kadınları çocuğun en ziyade muhtaç olduğu şeyle yani “şefkat”le mücehhez yaratmıştır. Şefkatte erkekler kadınlara yetişemezler.


Kıble Evler 2

“Evin kıble edinilmesi ne demek? Cenab-ı Hak, “Evlerinizde mescitler ittihaz edin!” demiyor, “Evlerinizi kıble ittihaz edin!” diyor. Âlimler bundan iki incelik çıkarmışlardır:

a- Bir kısım âlimler: “Hz. Adem’den beri, bütün semavî dinlerde kıble vardır.”, “Ortak kıble Kâbe’dir.”, “Tarih boyu evler, Kâbe istikametinde yapılmıştır. Sadece Resûlullah döneminde geçici bir süre için Kudüs kıble kılınmıştır.” vs. demiştir. Ancak, burada meselenin bu yönü üzerinde duracak değiliz, bu konumuzun dışına çıkmak olur.

b- Diğer bazı âlimler; “kıble” tabirinin ihtiva ettiği “karşılıklı (mütekâbilen)” manasını göz önüne alarak ‘evlerin kıble kılınması’ndan; evlerin, ‘karşılıklı olarak birbirine (mütekâbilen) yönelmiş kılınması’nı anlamış; bu manadan hareketle âyetten kastın “Birbirini destekleyen bir cemaatin husûlü” olduğu belirtilmiştir. Aynen şu ifade geçer: “Evlerin kıble kılınması(nın bir manası); onların, karşılıklı olarak birbirini destekleyen cemaatler şeklinde organize olmaları (veya organize edilmeleri)dir.”

Bu manadan hareketle, şu yoruma ulaşabiliriz: İsrailoğulları, Hz. Musa ve kardeşi Harun’un tedbiriyle mahallelerde hazırlanan -ve faaliyet merkezleri mahiyetinde olan- evler etrafında, birbirleriyle dayanışma ve irtibat içine girmişler, bilhassa ortak ibadet, çocukların ortak eğitimi gibi ihtiyaçlarını çözmeye çalışmışlar ve böylece âyet-i kerîmede Allah’ın kendilerine emrettiği, bütün evlerin kıble kılınması, yani her eve ulaşılarak, evlerin birer mescit ve mektep hâline getirilmesi suretiyle, yeni nesillerin bu evlerde yetiştirilmesi sağlanmıştır. Ve İsrailoğulları, Allah’ın kendilerine olan emrini yerine getirerek, talep etmiş oldukları kurtuluşa erme lütfunu hak etmişlerdir. Âyetteki, müjdele tabiriyle vadedilen, müminleri ilahi şekilde kurtarma işi de, Kızıl Deniz’den mucizevî bir geçişle yerine getirilmiş oluyor.

Bu uygulama, kıyamete kadar gelecek müminlere bir örnektir. Müminler; Hz. Musa zamanında olduğu gibi, hâkimiyeti ele geçiren Firavunlar yüzünden, nerede bir surette hürriyetlerini kaybetmiş, dinin gerektirdiği şekilde yaşamakta sıkıntı ve zorluklara düşmüşlerse, çocuklarına hür ve meşru ortamlarda alenen eğitim vermekten alıkonmuşlarsa, evlerine yönelmelidirler. Evlerini mescit ve mektep şeklinde kullanmalıdırlar. Onlar için en selametli ortam ev ortamıdır. Eğitimle ilgili bir kısım problemlerin -meselâ bir öğretici tutma gibi- çözümü de, komşu veya yakınların birbiriyle dayanışma içine girecekleri cemaat veya gruplar oluşturmalarını gerektirecektir.
**

“Evi kıble kılma”nın bir başka mesajı daha var: Tıpkı eski âlimlerin, ilim alma yoluna giren talebelere yaptıkları: “İlmi hocadan alın, kitabı kendinize kıble kılmayın, kim bunu yaparsa, hocası şeytandır.” tavsiye ve uyarılarındaki “kitabı kıble yapmak” tabiri, Arap örfünde, “kitap üzerinde yoğunlaşma”yı ifade ettiği gibi,”evin kıble kılınması” da eğitim-öğretim-ibadet meselelerinde evde yoğunlaşmayı ifade eder.

Bir başka ve daha açık bir ifade ile; eve yönelmek, evi kıble edinmek elbette eve bir mescit hüviyeti kazandırıp ev merkezli bir eğitim faaliyetine geçmeyi gerektirir. Yani, mescitlerin gördüğü ibadet, eğitim, öğretim, cemaatleşme gibi bütün hizmetler evlerde yerine getirilmelidir. Evlerin bu suretle kullanımı, müminler arası irtibatı azaltacak, herkesi kendi başına kılan bir içe kapanma şekline döndürecek tarzda olmamalıdır. Karşılıklı dayanışma şeklinde olmalıdır. Yani nasıl ki mescitler herkese açıktır. Haftanın bir gününde mecburi olmak üzere, her gün namaz vakitlerinde müminleri bir araya getirme, aynı mekânda toplayarak içtimaîleştirme hizmeti veriyorsa, evler de öyle olmalıdır. Mütekâbil (karşılıklı) olarak birbirinize rahatça gidip gelmeyi kolaylaştırmalısınız, resmiyeti azaltmalısınız. Böylece, mescitlerin verdiği bütün hizmetleri evler verebilmelidir. Yani, konulan yasaklar sebebiyle, cami, mektep, mahalle veya köy odası gibi ortak mekânlarda bir araya gelmenin zorlaştığı veya imkânsızlaştığı şartlarda:

* İbadet ve zikirler için evlerde bir araya gelmelisiniz.
* Dinî bilgilerinizi tazelemek, öğrenmek için evlerde bir araya gelmelisiniz.
* Yeni nesillerin talim, terbiye ve eğitimi için evler kullanılmalıdır.
* Her çeşit dini ve içtimaî merasimler evlerde yapılmalıdır.
* Bütün evler bu hizmetleri verebilecek durumda olmazsa, bazıları mutlaka bu hâle getirilmelidir.
* Veya (duruma göre ve şayet imkan olursa) bu hâle uygun, “ev” adı altında yeni inşaatlar gerçekleştirilmelidir.
* Bir yerleşim bölgesinde (şehir, köy, mahalle, oba vs.) herkesin aynı evde toplanması imkânsız ya da mahzurlu olabileceğine göre, yakın komşular, meslek grupları, akraba grupları, yaş grupları, cinsiyet grupları gibi daha küçük guruplar hâlinde ikili veya üçerli gruplardan başlayarak değişik sayıda gruplar teşkil edilerek, sırayla yani mütekâbilen olmak üzere mescitlerin verdiği hizmetlerin yerine getirilmesi için evlerde toplantılar gerçekleştirilmelidir.


Kıble Evler


Mısır’da azınlık şartlarında yaşayan İsrailoğulları’nın mabetlerinin yıkılıp ibadetlerinin yasaklandığı, imanlarını izhar edebilme işinin, az miktardaki gözü pek delikanlılara inhisar edecek kadar devlet terör ve zulmünün arttığı bir dönemde, bu tahammülü çok güç şartlardan kurtuluş talebinde bulunan müminlere şu ilahî emir geliyor:

“Biz Musa ve kardeşine: ‘Mısırda, kavminiz için evler hazırlayın; evlerinizi kıble kılın ve ibâdetinizi tam yapın, ey Musa (bu emri yerine getiren) müminlere (talep ettikleri kurtuluşu) müjdele!’ diye vahy ettik.” (Yunus, 10/87)

Evet, göreceğiz ki, bu vahiy onlara ve aynı şartları yaşayanlara bir kurtuluş reçetesidir.
**
Hz. Yusuf’tan sonra geçen uzun zaman içerisinde sayıları, Tevrat’ın bir âyetine göre (Çıkış 12,37) Mısır’dan çıkma anında altı yüz bin erkek olacak kadar artan Yahudiler, Mısır içtimai hayatında etkin bir hal alınca onlardan bir kısım tedirginlikler duyulmaya başlar. İşte bu safhada, -Taberî’de gelen rivayete göre, el-Velîd İbnu Mus’ab adındaki Firavun, onların sayıca artmalarını önlemek üzere bir kısım tedbirler alma gereğini duyar ve ağır işkenceler uygular. Tevrat’a göre, önce ağır işler vererek Yahudilerin çoğalmasını kontrol altında tutmayı dener, netice alamayınca, yeni doğan erkek çocukları öldürtmek suretiyle sayılarının artmasını önlemeye çalışır. Zamanla, erkeklerin tamamen tükenmesi halinde işçi sınıfının yok olacağı endişesi gündeme gelir, bu durumu önlemek için, istişare ile, erkeklerin bir yıl öldürülüp bir yıl sağ bırakılması kararına varılır. Kur’an’da açıklandığı üzere Hz. Musa, bu erkek çocuk katliamının uygulandığı bir yılda dünyaya gelir (Kasas, 28/7-ve devamı). Tevrat’ın Çıkış bölümünde, Yahudilere uygulanan ağır baskı biraz tasvir edilir: “Ve Mısır üzerine, Yusuf’u bilmeyen yeni bir kral çıktı ve kavmine dedi: “İşte, İsrailoğullarının kavmi bizden çok ve kuvvetlidir; gelin, onlara karşı akıllıca davranalım, yoksa çoğalacaklar ve olur ki, cenk vuku bulunca, onlar da düşmanlarımızla birleşirler ve bize karşı cenk edip memleketten çıkarırlar. Ve onlara yükleriyle (verilen işleriyle) eziyet etsinler diye üzerlerine angarya memurları koydular Ve Firavun için Pitom ve Raamses ambar şehirlerini yaptılar. Fakat onlar, ne kadar eziyet ettilerse o kadar çoğaldılar. Ve İsrailoğulları yüzünden korkuya düştüler” (Çıkış 1,8-12) Tevrat, daha sonraki âyetlerinde, onların sayılarını azaltmak için Firavun’un, zulüm ve baskıyı artırmaya karar vererek, adam başına günlük olarak dökülen kerpiç sayısını sabit tuttuğu halde, saman vermeyi kestiğini ve samanı da kendilerinin toplamasını emrettiğini, Yahudiler’in Mısır diyarına anız toplamaya dağıldığını, aynı miktar kerpiç dökme işi yerine getirilemeyince Yahudilerin, Firavun’a müracaat ederek: kendilerine yapabilecekleri iş buyurmayı talep ettiklerini, taleplerinin kabul edilmeyip baskının artırıldığını belirtir: Firavun’un cevabı kayda değer: “Siz tembelsiniz, tembel! Onun için “gidelim Rabb’e kurban keselim” diyorsunuz. Ve şimdi gidin çalışın ve saman da verilmeyecektir, fakat kerpiçlerin sayısını vereceksiniz” diyerek onları reddeder.

Kur’an-ı Kerim, belirtilen bu endişeye Şuara suresi’nin 34-35’inci âyetleri arasında, çok veciz bir üslupla temasla Firavun’un, kurmaylarına, Hz. Musa’yı mülkünü elinden almak isteyen bir sihirbaz olarak takdim ettiğini belirtir. Onu sihirle mat ederek Beni İsrail üzerindeki tesirini kırmak için sahneye koyduğu tedbirleri oldukça teferruatlı olarak kaydeder: Belirlenen bir şenlik gününde mâhir sihirbazları merkeze çağırma, sihirbazların mükafat talepleri, Firavun’un onlara tatlı vaatlerde bulunması gibi pek çok teferruata yer verilerek, Hz. Musa ile sihirbazların yarış sahnesini “Firavun’un nasıl organize ettiği ortaya konur. Yine belirtilir ki, yarış sonunda, Hz. Musa’nın değneği, bir yılana dönüşerek, sihirbazların göz boyamak için ortaya attıkları iplerini ve değneklerini yutar. Böylece sihirbazlar, Hz. Musa’nın yaptığı işin sihir değil, mucize olduğunu anlayıp secdeye kapanırlar ve: “Âlemlerin Rabbine, Musa ve Hârun’un Rabbine inandık.” diyerek imanlarını ilan ederler. (Şuarâ, 26/48)

Bu iman ve itiraf üzerine Firavun’un tepkisi, günümüzde, sadece insanların dışa yansıyan şekillerini değil -beyinleri yıkamaya yönelik maddî-mânevî baskı, korku, terör, tedhiş ve bunlara ilaveten bin bir çeşit propaganda oyunları yetmiyormuş gibi, insanların gözlerinin içine baka baka yalanlar, iftiralar da atarak [ve icabında hak noktasında mağlup olunca kuvvete başvurarak]- vicdanlarını da kontrol altına alma gayretindeki, toplum mühendisi de denen, despotların, deccâllerin uygulamalarını tıpkı tıpkısını hatırlatan bir üslupla şöyle olur: “Ben size izin vermeden ona iman mı ettiniz? Muhakkak ki, o, size sihri öğreten büyüğünüzdür. Şimdi bileceksiniz, ellerinizi ayaklarınızı andolsun, çaprazlama kestireceğim, hepinizi astıracağım!” (Şuara, 26/46)
**
1) Firavun, rejimi ve saltanatı için ciddi bir tehlike addettiği Hz. Musa’yı sihirbazlar vasıtasıyla mat edemeyince çok ağır bir terör uygulamıştır. Kol ve bacaklarını çaprazvâri kesme şeklindeki işkence ile tehdit savuran güç sahibi kimsenin uygulayacağı terör, gerçekten ürkütücü, korkutucu ve yıldırıcı olmalıdır. Nitekim Tevrat’ın, bu döneme temas eden âyetlerinden birinde geçen: “… Ve Musa, İsrailoğulları’na böyle söyledi; fakat can sıkıntısı ve ağır esirlik sebebiyle Musa’yı dinlemediler.”14 ifadesi, Yahudiler üzerindeki Firavunî terörün ne kadar ağır, ne kadar sindirici ve ürkütücü olduğunu gösterir.

Kur’ân-ı Kerim’de bu durum, Yunus suresinin 83’üncü âyetinde, korku yüzünden, sayıca az olan bir kısım gençler dışında (İsrailoğulları’ndan) hiç kimsenin Hz. Musa’ya imanını izhar edemediği belirtilerek teyit edilir.

2) 84-86. âyetlerden; Firavun’un uyguladığı terörün ilk şokunun atlatıldığı, zulüm ve baskı altındaki halkın Peygamberlerinin nasihatlerine kulak verecek hale geldiği, Hz.Musa’nın da onlara, yaşadıkları şartlarda uymaları gereken bir kısım taktikler verdiği, öncelikle de Allah’a tevekkül, ağır şartlara da sabır tavsiye ettiği, halkın buna uyup, elbirlik kendilerini selamete çıkaracak bir yol aradığı, en nihayette de Allah’tan kesin bir kurtuluş talep ettikleri anlaşılmaktadır. Bunu, Hz. Musa’nın sadece inanan gençlere değil, bütün Yahudilere yaptığı davetten ve halkın da bu davete verdiği müspet cevaptan anlamaktayız:

“Musa: Ey milletim! Allah’a inanıyorsanız ve teslim olmuşsanız O’na tevekkül ediniz.” dedi. (Halk da): “Allah’a tevekkül ettik. Ey Rabbimiz! Zâlim bir millet ile bizi imtihan etme. Rahmetinle bizi kâfirlerden kurtar.” dediler.” (Yunus, 10/84-86)

**
Cenab-ı Hak, Yahudi müminlerin kurtuluş duaları üzerine, onları hemen kurtuluşa erdirmemiş, fakat onları kurtuluşa götürecek bir yol göstermiş, bir başka tabirle, onlara: “Madem kurtuluş talep ediyorsunuz, Ben de size, içinde bulunduğunuz şartlarda sizi kurtuluşa götürecek, Benim nazarımda sizin kurtuluşunuzu hak ettirecek bir reçete göndereyim, buna uyarsanız sizin kurtuluşunuzu sağlarım.” mânâsında bir vahiyde bulunmuş, bir kurtuluş reçetesi göndermiş ve bu maksatla da, evlerin kıble kılınmasını emretmiştir:

“Biz Musa ve Kardeşine Mısır’da, kavminiz için evler hazırlayın; evlerinizi kıble kılın, ibadetlerinizi tam yapın. (Ey Musa! Bu emri yerine getiren) müminlere (mazhar olacakları kurtuluşu) müjdele! diye vahy ettik.”
**

Belirtmede fayda var. Burada, ayrıca Cenâb-ı Hakk’ın koyduğu bir kanunun uygulanmasını görmekteyiz: “Güçlünün zulmüne karşı sabretmek, ezici kuvvete karşı rastgele karşı çıkmamak.”

Nitekim Hz. Peygamber de, Mekke döneminde öyle yapmış, 13 yıl boyunca her çeşidiyle çok ağır zulüm ve işkencelere karşı sabretmiş, müminlere de sabrı tavsiye etmişti. Tahammülü aşan zulümlere dayanamayıp, “Bizim de adamlarımız, akrabalarımız var; biz senden sadece mukâbele etme izni talep ediyoruz.” diyenlere de Aleyhissalatu vesselam, Mekke hayatı boyunca hep “sabır” tavsiye etmiş, asla kaba kuvvetle karşılık vermeye izin vermemişti. Öyle ki, bu dönemde, müşriklerin işkencelerine dayanamayıp, karşılık vermek, onlarla mücadele etmek için izin isteyenlere Hz. Peygamber’in cevabı şöyle olmuştur: “Sizden önce yaşayanlar arasında öyleleri vardı ki, bazılarının vücutları kemiklerine kadar demir taraklarla tarandığı, bazılarının gövdeleri başlarının ortasından testerelerle ikiye bölündüğü halde, bu yapılanlara sabrettiler. İmanlarından vaz geçmediler.” Ancak, müşriklerin zulmü “Müslümanları tamamen yok etme derecesine ulaşması noktasında” da, yok olmaya götürecek bir karşılık verme izni yerine, hicret etme emri vermişti. Savaş izni, Medine’de devlet kurulduktan sonra ve müdafaa makamında gelmişti. Bu sebeple ilk savaşlar, Bedir, Uhud, ve Hendek, müminleri yok etmek üzere Medine’ye kadar gelen saldırgan müşriklere karşı Medine’yi müdafaa etmek üzere, şehrin harîminde yapılmış savaşlardı.
**

İbadetlerin tam yapılması emrediliyor: Bir kısım hürriyetlerin ve bu meyanda din hürriyetinin daraltıldığı şartlarda takip edilecek en mühim strateji olarak, “evlerin kıble kılınması ve ibadetlerin tam yapıl“ması” (veya bazı Türkçe meallerin ifadesiyle “namazların dosdoğru kılınması”nın emredilmesi”), dikkat çekicidir. Çünkü böyle zor durumlarda günümüz teâmülünde, “dağa çıkmak (isyan)”, “sokağa dökülmek (protesto)”, “sloganlar atmak”, “tankları taşlamak”, “güç, gövde gösterisi yapmak”, “canlı bomba olmak” gibi tepkilere başvuruluyor, her çeşidi ve en acımasız olanıyla anarşik eylemlere yer veriliyor. Hâlbuki Kur’ân, Firavun’un baskısının arttığı bir dönemde evlerin mescit ve mektep kılınmasını, müteakiben tahlil edeceğimiz üzere, aynı inancı paylaşanların “birbirleriyle dayanışma halinde olan cemaatler oluşturmalarını” ve “çokça namaz kılmalarını” emrediyor.

Öyleyse, böylesi şartlarda, başkaca tepki metotları İslamî değildir. Zaten sokağa dökülme eylemlerinin, -çoğu kere bu işe girişenlere uygulanacak- pek acımasız, hatta kanlı şekilde tenkil ve kazıma hareketlerinin, kanun ve kamuoyu nazarında meşru kılıcı tertipler olarak ajan provakatör denen kimseler tarafından başlatılıp tahrik edildiği de sonradan ortaya çıkmaktadır. Bunun nice örneklerini dünya her gün yaşamakta.















Monday, March 21, 2016

Ailede Dini Eğitim

İslam’a ait her çeşit değer (Farzlar, vacipler, sünnetler, haramlar, helaller, mekruhlar vs.), çocuklara küçüklüklerinden itibaren ağır ağır öğretilecek, uygulattırılacak ve çocuklar bu değerlere alıştırılacak. Ancak bunların çocuğa farz olmadığı bilinecek; bu sebeple de çocukta görülen gevşeklikler, aksamalar, eksiklikler, hatta tembellikler müsamaha ile karşılanacak ve çocuğun üzerine sert bir üslupla gidilmeyecek. Bilhassa farz ve haramlar hususundaki gevşekliklere sert ve ciddi tavırlar, çocuk on yaşına girdikten sonra gösterilecektir.

Bu arada, Resûlullah’ın: “…On yaşında namaz hususunda dövün.” emrini, “Namaz (ve çocuğu ilgilendiren farzlar ve haramlar) konusunda artık ciddi, sıkı davranın.” diye anlamamız daha muvafık olur. Çünkü Aleyhissalatu Vesselam’ın, bu sadetteki uygulamaya yönelik sünnetinde dayak mevcut değildir. Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) Validemiz, Resûlullah’ın ne hanımlarına ne hizmetçilerine ne de bir başkasına (dövmek niyetiyle) vurduğunu belirtir. Hz. Enes de, on yıl hizmet ettiğini belirttiği Resûlullah’ın, kendisinden sâdır olan herhangi bir olumsuzluk sebebiyle kendisini azarlamadığını, dövmediğini ve kendisine surat asmadığını açık bir üslupla dile getirir.


Metodumuz

Burada öncelikle belirtmek istediğimiz husus, meselelerimizin hallinde kendi kaynaklarımıza başvurma gereğidir. İslam, içtimaî hayatın her sayfasına, hatta her satır, her kelime ve noktasına kendine has çözüm ve metot verecek bir istiklaliyet ve zenginliğe sahiptir. Her çeşit problemini çözmede kendi kaynakları yeterlidir. Çünkü yüce dinimiz, mensuplarına kuru bir kültür veya sırf bir tefekkür veya salt bir ubudiyet ve züht hayatı teklif eden bir din değildir. Bir kısım kasıtlı iddiaların aksine o, müstakil bir medeniyet dinidir. Medenî hayatın gerektirdiği her şey onda vardır ve hepsi de kendine hastır: Hukuk, ahlâk, iktisat, bütün dallarıyla sanat, edebiyat, inanç, ibadet, tasavvuf, felsefe, talim-terbiye, kılık-kıyafet, takvim vs. günlük medenî hayatta ihtiyaç duyulan, akla gelen her şey İslam’da vardır. Hepsi de ilahî vahye dayanmaktadır. Resûl-i Ekrem (aleyhissalâtu vesselâm), hicretle Medine’yi şereflendirdiği zaman ortaya koyduğu ilk İslam Anayasası’nın ikinci maddesinde müstakilliğimizi:

“Müslümanlar müstakil bir ümmettir!” diye ilan etmiştir. Öyleyse Müslümanlar, problemlerini kendi kaynaklarından hareketle çözmek zorundadırlar, ithal reçetelerle dertlerine deva bulamazlar.

**
Islah işlerine kendimizden başlayacağız, başkasını suçlamak faydasızdır. Bazı kaynaklarımızda yer eden şu rivayet, bu sadette cidden mânidardır:

Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor:

“Ben Allah’ım! Meliklerin melikiyim. Meliklerin kalpleri ve dizginleri benim elimdedir. Eğer kullar bana itaat ederlerse, meliklerin kalplerini onlara karşı müşfik kılarım. Eğer bana asi olurlarsa, meliklerin kalplerini onlara karşı zalim ve ceza verici kılarım. Onlar da bunlara çok kötü muamelede bulunurlar. Durum böyle olunca, meliklere sebbetmekle meşgul olmayın, aksine kendinizi zikir ve tazarru ile meşgul edin. Meliklerinizin hakkından size bedel ben gelirim.”


Türk İnkılâbına Bakışlar


Bütün ortaçağ İslâm -ve Türk- kültürü, klâsik Yunan düşüncesinin babası Aristo’nun işaret ve tesiri altındadır. Büyük İslâm mütehassıslarından Edouard Montet: “Aristo’nun Araplar arasında oynadığı rol cidden harikuladedir, diyor, eserleri yalnız tercüme ve tefsir edilmekle kalmamış, fakat böyle bire dehayı ve her eserinin ayrı ayrı muhtevasını, temayüllerini anlamağa hazırlayan şerhler, methaller, esami ve tasnif cetvelleri yapılmıştır. Sonraları yalnız Aristo’ya, felsefesine ve üniversel ilmine mahsus ansiklopediler de vücuda getirilmiştir.”

Aristo’nun işareti altında ortaçağ İslâm iskolâstiğini ilk tesis edenler Türklerdir (Farabi, İbni Sina, X - XI inci asır). Bu, İslâm iskolâstiğinin Türk ve şark koludur. On bir ve on ikinci asırda, bu esaslar üstüne Endülüs’te bir garp okulu peyda olur. Bu kol, Arap İbni Rüşd ve Yahudi İmni Memun vasıtasiyle Aristo felsefesini Avrupa’ya tanıtmıştır. Demek ki ortaçağ Türk iskolâstiği, şarkta Yunan düşüncesini ilk yaşayan büyük bir fikir hareketi olmakla kalmamış, onun garpda tanınması için de ilk köprü vazifesini görmüştür. Garp âlimleri arasında Farabi’nin Türk olduğunu kabul etmeye başlayanlar varsa da (Les penseurs de’lİslâm Carra de Vaux cild 4 sahife 4 ve 7) bunların hepsi, eserlerini Arapça ve Acemce yazmış olması gibi, yalnız lisan delâletiyle İbni Sina’yı Arap veya Acem farzetmek hatasında ısrar eder. En büyük İslâm mütefekkirinin Türk olduğunu M. Şemsettin Günaltay, Türk Tarih Kurumunun neşrettiği (Büyük Türk Filozofu ve Tıp Üstadı İbni Sina) adlı eserdeki makalesinde bir kere daha ispat etmiş bulunuyor.

**
“Bir İspanyol âlimi, M. Asin Placios, çok dikkate değer bir keşifte bulunmuştur. Müslüman edebiyatında bir efsane silsilesi vardır ki, Muhammet’in seyahatlerini hikâye eder. Ondan sonra birçok şiirler içiçe geçmiş daireler içinde kapalı bir cehennem tasvir ederler. Son çember arzın merkezine yapışıp kalan şeytanları çepçevre sarmıştır. İşte bu eserler “İlâhî Komedi” nin kaynaklarından biridir. Böylece Dante, kendisine üstadı Brunetto Latini’nin öğrettiği Kuran tesirlerinden ilhamının büyük bir kısmını almıştır. Demek oluyor ki Hıristiyan dehasının şiir kudretinin en son derecesine yükselen bu eser, yalnız İncilin değil, Kuranın da kızıdır. En taşkın Hristiyanlık, böylece, elini İslâmlığa uzatmış oluyor.”

Gene bu muharrire (Eeon Abensour) göre: “Ortaçağ İslâm medeniyeti, insanlığın tam dönüm devrinde, eski kültür silinip de yenisi gelirken yaratılmış ilk Rönesanstan başka nedir?”

Bütün mesele Türk ve İslâm ortaçağın bu ilk Rönesansı yaratmış olduğu halde, sonraki Avrupa Rönesansından niçin uzak kaldığını tayin etmekten başlar. Bunun için de ortaçağ Türk ve İslâm düşüncesini bir hatırladıktan sonra aldığı istikamete bakmamız lâzım geliyor.

“Scolastique” tabiri Arapçadan gelmez. İslâm iskolâstiklerinin Arapça adı “hükema” ve “felâsife” dir. Bu mektep iki kola ayrılır: Şark ve garp. El-Kindi, Fârâbi ve İbni Sina birinci kolun, İbni Bace, İbni Tufeyl ve İbni Rüşd ikinci kolun müessisleridir. Ortaçağda şark ve garp İslâm felsefelerinin esas akideleri birdir ve iki kol birbirinden yalnız şahsî mizaç farklarıyla veya ikinci derecede ehemmiyeti olan noktalarda ayrılır.

İslâm iskolâstiği Yunan ananesinden, bilhassa yeni Eflâtunculuktan doğmuştur. Tamamıyla syucrtique = felifçi bir düşüncedir. Yeni Eflâtunculuk nasıl Aristo ile Eflâtun’un arasını bulmaya çalışmışsa bu mektep de bir yandan o iki filozofu birleştirmeye, bir yandan da bununla yüksek dinî akideler, hikmetle şeriati kelife çalışmıştır. İleride göreceğiz ki modern garp düşüncesiyle ortaçağ İslâm düşüncesi arasındaki bütün uzaklık ve ihtilâf, bu uzlaştırma gayretinin neticesine sıkısıkıya bağlıdır. Avrupa Rönesansını idrak edemeyişimizin sebepleri orada görülecektir.

İslâm âleminde Yunan felsefesinin eserlerini ilk tercüme edenler Hristiyanlardır. Bunların içinde en meşhuru Hüneyn ibni İshak’tır. Anadolu’ya seyahatinde Yunancayı öğrenir. Halife Mütevekkilin doktoru olur. Eflâtun’un “Cumhuriyet” ve “Kanunlar” ını, Aristo’nun “Syllogisme”, “Ruh” ve “Metafizik” ilâh... eserlerini tercüme etmiştir. Oğlu İshak da Aristo’nın “Kategorilerini tercüme etmiştir.

Hıristiyanlar tarafından tercüme edilmiş olmakla beraber Yunan düşüncesi ilk önce şarkta tanınmıştır. Çünkü bu Hıristiyanlar orada bulunuyorlardı. İslâm iskolâstiğini tesis edenlerden El - Kindi hakkında bilinen şey pek azdır. Hemen bütün eserleri kaybolmuştur, tercüme ihaline ait yerler ve tarihler birbirini tutmaz “Yüz kırk sekiz cilt kadar eseri tespit edildiği halde elde kalanları birkaç parçadır.

Fakat Aristo’dan sonra ikinci öğretmen “le second maître” telâkki edilen mütefekkir, Farabi’dir ve Türk’tür. Gene halis Türk olan İbni Sina da muallimi salih telâkki ediliyor. Böyle olunca Yunan düşüncesini ortaçağda ilk önce Türklerin devam ettirdiğine hiç şüphe kalmaz.

**
Bugünkü Avrupa kafasının teşekkülünde en büyük âmillerden biri olan Türk ve Arap rasyonalist felsefesinin şarkta uğradığı mukavemet garptakinden çok fazladır. Avrupa’da, bütün hücumlara ve tenkitlere rağmen Rönesansa kadar yaşayan ve hiç şüphesiz modern çağın doğumunu hazırlayan bu düşünce, şarkta mistik ve ilâhiyatçı görüşün galebesiyle, yarı yolda kalmıştır. Bugün en büyük şark mütefekkirleri olarak alkışlamaya devam ettiğimiz Gazali’nin ve Muhiddini Arabî’nin bu felâkette meşum tesirleri vardır. Ayrıca teokratik devlet otoritesiyle de kuvvet bulan tasavvuf cereyanı, İbni Sina’dan evvel de İbni Sina’dan sonra da onun rasyonalist büyük hamlesine rağmen, günümüze kadar devam etmiştir. Bunun için İbni Sina’nın ve İbni Rüşd’ün ellerindeki meşale İslâm şarktan ziyade Hristiyan garba ışık verdi ve bizi mistik bir kafanın karanlığı içinde sayıklamaktan asırlarca kurtaramadı.

İslâm felsefesi, bir yandan Farabi ve bilhassa İbni Sina ile, Allah bilgisi (Theologie) olmaktan dünya bilgisi (cosmologie) olmaya giderken, bir yandan da bunun tam zıddına bir cereyan takip etmiştir. Bu iki zıt gidiş, ilk önce birbiriyle çatışmadan veya birbirinin inkişafına engel olmadan, her biri kendi yolunda ilerledi. Esasen İbni Sina düşüncesi, ilâhiyatçı karakterini tamamıyla feda etmiş değildi. Yalnız bu düşünce, alâkasının mevzuu içinde, Allah kadar tabiata da yer veriyor ve kendisine imandan ziyade aklı rehber ediyordu.

**
“Felsefi düşünce İslâm ilahiyatına pek erken girer. Buna kelâm deniyor. Hicretin ikinci asrından itibaren bu ilimle uğraşan İslâm âlimleri pek çoktur. Mutezile fırkasından ve Vasıl İbni Atâ’dan İmam Eşari’ye kadar, İslâm ilâhiyatı en büyük çehrelerine kavuşmuş değildir. Bu ilahiyatın ve İslâm Ortodoksluğunun vahdetini kuran Eşari’dir. Ona, Gazali’den evvel Arap ilâhiyatı Gazali kadar kudretle hücum etmemiş, yalnız onun hudutlarını çizmiştir.

Mistik düşünceyi ve ahlakı en büyük salâhiyet ve kudretle ilk temsil eden adam Gazali’dir. Onun bütün cehdi, aklın bilgi vasıtası olarak beceriksizliğini ve kifayetsizliğini ispata çalışmak oldu. Renan’ın hükmü şudur: “Sufî olan Gazali, aklın cezri kudretsizliğini ispata kalktı ve saj ruhlardan ziyade hararetli ruhları teshir eden bir manevra ile, dini şüphecilik üstüne tesis etti.”

Gazali’nin yalnız iskolâstik muhakemeyi tenkit etmekle mi kaldığı, yoksa aklın beceriksiz ve tehlikeli olduğunu da iddia ettiğinde tereddüde düşenler var. Fakat bütün eserlerinde ve münakaşalarında rasyonalist düşünceye karşı sufî bir görüşle cephe aldığını onun hemen bütün müfessirleri kabul ediyorlar. İbni Rüşd’ü Gazali’nin Tehafüt’üne karşı akılcı felsefeyi müdafaaya sevkeden zaruret, böyle bir tereddüdü lüzumsuz bırakmaya kâfidir.

“Gazali’nin tesirleri Osmanlı İmparatorluğu’na, oradan da zamanımıza kadar gelir ve bazan da resmî bir kıymet alır: Fatih’in emriyle Hocazade üçüncü bir Tehafüt yazmış Gazali’nin fikirlerini tahrip eden İbni Rüşd’e karşı ilahiyatın intikamını almaya, aklın kifayetsizliğini ve imanın şart olduğunu tekrar isabata çalışmıştır.

İslâm felsefesinde meşşailik adını alan Aristoculuğa, İbni Sina ve Rüşd hareketine karşı Gazali’nin tesirleri, sonradan Muhiddini Arabî ve Mevlâna ile büsbütün kuvvet bularak, İslâm şarkta modern ilim düşüncesinin doğmasını bugünlere kadar geciktirmiştir. Elbiruni’nin kronolojisi için yazdığı önsözde, Dr. Fd. Sachau Gazali’ye karşı pek sert bir dil kullanır: “Dördüncü asır, Müslümanlığın fikir tarihinde bir dönüm devridir; 500 tarihlerinde ortodoks (ehli sünnet) imanının yerleşmesi müstakil ilmî araştırmaların yolunu ebediyyen kapamıştır; Eşari ve Gazali olmasaydı Araplar Galileü’lerin, Kepler’lerin, Newton’ların milleti olacaklardı.

**
Roma, nasıl, koynuna hemen bütün itikatları, birbirine en uzak tanrıları ve ibadet şekillerini alarak yendiği kavimlerin hepsine kendi sitesinin esaslarını kabul ettirmiş ve Civis Rumanus’un unvan ve imtiyazlarını vermişse, Hıristiyanlık da içine girdiği ırklara ve kavimlere, vaftiz yoluyla müşterek ve müsavi haklar bahşetmişti. Yavaş yavaş Lâtin dehasının koynuna girdi ve kudretinin merkezini Kudüs’te değil, Roma’da kurdu. Bir şehirde herhangi bir adam nasıl Roma vatandaşı ve Roma adliyesine mensup bir hakim olabilirse, aynı şehirde herhangi bir adam da yeni dinin piskoposu olabilirdi.

Roma ile Hıristiyanlık arasındaki bu benzerlik, Roma ile Müslümanlık arasında da vardı. Lon Abensour: “Hukukî müsavat fikri Müslümanlığın esaslarından biridir,” diyor, eğer İncili ve Roma hukukunu Avrupa medeniyetinin iki büyük temeli farzedersek İslâm düşüncesinin esasta onlara zıt olmadığını da görürüz. Bir Gol veya bir Cermen Roma sitesinin hukukunu benimsedikten sonra bütün şereflerine nasıl ortak olabilirse, Bir Türk, hattâ bir Berberi ve bir zenci bile Müslüman camiasına girince muzaffer Arapların bütün imtiyazlarından istifade eder. Ona halife olmanın yolu bile kapanmamıştır.

Bu siyasî müsaadekârlık, İslâm dininin müsavatçı hukukî bünyesinden geliyordu. Fakat Garpta ortaçağı aştıktan sonra iyice tekâmül eden hukuk müessesesi İslâm şarkta inhitata ve teokratik mutlakiyetin en iğrenç şekillerine tereddi etmeye başlar. Artık halifelerin ve padişahların kendilerini yeryüzünde Allahın gölgesi farzettikleri devirlerin karanlığına dalarız. Aziz üstadım Ahmed Ağaoğlu, Hıristiyan garp ve İslâm şark arasındaki en büyük farklardan birini hukuk müessesesinin tekâmül tarzında bulur. “Üç medeniyet” adlı ve Buda Brahma, İslâm ve Avrupa medeniyetlerini tetkik ve son ikisini birbirleriyle mukayese eden özlü kitabında, İslâm şarkın bünyesini kemiren bu sancılı ve iltihaplı noktaya parmağını bütün kuvvetiyle basmıştır. (Üç medeniyet sahife 147). Ahmed Ağaoğlu, İranlıların, İslâmiyetten en az bin beş yüz sene evvel, sonraları Avrupalıların droit divin adını verdikleri ilahî hukuk nazariyelerini ortaya koyarak Zerdüştün mukaddes kitabı Zendavestaya geçirdiklerini haber veriyor. Bu nazariyelere  göre hükümdar, kudret ve salâhiyetini doğrudan doğruya Allah’tan alır, bu sıfatla mukaddes ve gayrimesul olur. “Bu nazariyeler, İran’ın haşmeti ve azameti sayesinde bütün diğer Şark kavimlerine sirayet etti. İslâm’dan evvel Asya devletlerinin hepsinde bu nazariyatın aynen kabul edilmiş olduğunu görüyoruz. Fakat İslâmiyet, mahiyeti itibarıyla bu nazariyeye yanaşamazdı.” Çünkü Allahla insan arasına açılmaz bir mesafe koyan Müslümanlık, tabiatıyla, hükümdara bir gök ve tanrı otoritesi veremezdi. Hattâ İslâm dini peygamberleri bile günahtan münezzeh saymıyor; bir hükümdara nasıl mesuliyetsizlik bahşedebilir? “İslâmiyet, hükümetin menşeini, gayet makul ve ilmî olarak cemaatte arar. Hükümdarı idare ettiği cemaat intihap eder. Artık, bir kere seçildikten ve iş başına geldikten sonra bu hükümdar, gayrimes’ul olmak değil, iki katlı bir mesuliyet içine girmek zaruretindedir ve iki türlü mesul olur: Maddeten cemaat huzurunda, manen Allah huzurunda.”

Fakat bu İslâm telakkisi, İslâm şarkta pek uzun sürmüyor; Muaviye zamanından bugüne kadar gene o eski İranî görüş her tarafta hakim oluyor. Ahmet Ağaoğlu, hukukî tereddinin İslam değil daha evvelki İran ananesinden geldiğini ve nihayet İslâm hukukunu da berbat ettiğini anlattıktan sonra: “Bu suretle diyor, istibdadın en muzlim ve müthiş bir şekli teessüs etti. Padişah iradesi mutlak bir kudret haline geldi. Garibi şudur ki irade-i ilahiyeye Allah bizzat riayet ettiği halde padişahlar iradelerine bile sadık kalmadılar. Onu istediklerini surette ihlâl etmekte tereddüt etmediler. Şöyle ki:

— Zıllûllahı fil’âlem (dünyada Allah’ın gölgesi) olan zat, gölgesi olduğu zata bile itaat etmedi!”

Garpta da teokratik bir bünye ve mutlakiyet vardı. Monarşi, hattâ zulüm ve işkence şarka mahsus değildi. Neden hukuk müessesesi, Hristiyan Avrupa’da şarktakinden büsbütün ayrı bir tekâmül yolu takip etmiştir? Çünkü “bizdeki istibdatla On dördüncü Louis’nin, Birinci Nikola’nın istibdadı mukayese edilsin, aradaki fark tebarüz eder. Onların istibdadı gene kanuna müsneddir. Filhakika kanun orada da hükümdarın iradesinden ibarettir. Fakat hükümdar muayyen usul ve merasime riayet ederek yeni bir irade neşretmedikçe, evvelki iradesine tamamıyla tâbi olur ve binaenaleyh herkes hukukunu, vazifesini evvelce bilir. Şarkta böyle değildir ki... Herkes her an müthiş bir tehlikeye maruzdur. Bir anda bir çok insanların başları uçar, hanümanları söner, İran’da hâlâ kimse canından, malından, ırzından emin değildir. (Unutulmasın ki bu satırlar 1920 de, Maltada yazılmıştı. P. S.) Nasıreddin Şahı öldüren biçarenin kızlarının ırzına geçildi; adamcağız Tahran’a şikâyet ettiği için oğullarının da ırzına tecavüz olundu; nihayet ümitsizliğe düşen ve hayatından bizar kalmış olan bu adam, hançerine müracaat ediyor ve müthiş bir intikam alıyor. Zaten bülhevesliğe karşı koyacak yegâne kuvvet ya hançerdir, yahut entrika ve saray hileleriyle cinayetlerdir ki bunların da emsalini tarihimizde bol bol görüyoruz.”

İslâm hukukunun Roma’ya ve İncil’e hiç de yabancı olamayan, belki birçok noktalarında daha tekamül etmiş esaslara sahip olduğu halde, sonraları İran’dan gelen tesirlerle tereddi etmiş olmasının sebebi nedir? Bu soru, İslam şarkın bütün kültüründe, bütün cemiyet müesseselerindeki tereddi için tekrarlanabilir. Neden Akdeniz kıyılarında doğarak medeniyetini Pireneden Himalâyaya ve Atlas denizinden Ganj nehrine kadar geniş bir saha üstünde kuran, Hellas’ın ilk vârisi İslam şark, birdenbire tersyüzü geri dönerek inhitata uğramıştır? Avrupa kafasını vücuda getiren üç tesirden uzak yaşamamış olduğuna göre, uğradığı akıbet ne ile izah edilebilir?


Duygusuz Babalar

Ne yazık ki bizde duygularını göstermeyi zaaf addeden, çocuklarının yanında onlarla beraber çocuk olmayı beceremeyen, eğilmez bükülmez bir babalık modeli hâkim. Bu daha köklü. Hep bir otorite peşindeyiz nedense, illaki sözümüzü dinletmek, evde kral kesilmek peşinde. Kalp kazanmayı, buyurgan olmaya tercih edemiyoruz bir türlü.

Ağlamayı kendilerine yasak eden babalar, oğullarına da yasaklıyor erken yaşta. Bacak kadar çocuğa bile, "Erkek adam ağlamaz" demelerimiz bu yüzden. Evladını uzaktan sevmekle olmuyor babalık. Bir de sevdiğini göstermek var. Kişi oğluna duygularını iletemiyorsa, kaskatı ahlak değerleri ya da belletilmiş erkeklik kodları adına kendini tutuyor, çocuğuna sarılamıyorsa, öyle sevgi, tek kanatla uçmaya çalışan kuş gibi.

İşin ilginç yanı, bu tür otoriter babaların çoğu, ilerleyen yaşlarda yumuşacık dedelere dönüşüyor. Oğullarına gösteremedikleri sevgiyi katbekat torunlarına veriyor. Altmışlarında, yetmişlerinde, seksenlerinde dedeler, ufacık torunlarının yanında yeniden hayat bulmuşçasına alabildiğine sevecen, olabildiğince şefkatli, her türlü çocuk kaprisine "bana mısın" demeden, ne kadar doğal, nasıl da kendiliğinden... Kim inanır aynı erkeklerin geçmişte kendi oğullarına karşı kaskatı davrandıklarına, daima mesafeli olduklarına? Kim inanır torunlarının yanında böylesine sevecen ve duygusal olan dedelerin, seneler boyu oğulları karşısında duygularını bastırdıklarına?



Neler Oluyor Bize?

Peş peşe gelen taciz ve cinayet haberleri tüm ülkeyi derinden sarsıyor. Ama bu tür insanlık dışı hadiselerin bu toplumda daha evvel yaşanmadığı, bugünlerde arttığı iddiası doğru değil. Benzer olaylar eskiden de oluyordu, ama çoğunlukla duymuyor, konuşmuyorduk. Gazeteler yazmıyor, kamuoyu tartışmıyor, politikacılar "görmüyor"du. Yerel yetkililer bu konuda bir açıklama yapma ya da toplumu bilgilendirme ihtiyacı hissetmiyordu. Kalın bir sessizlik perdesi çekiliyordu, o kadar. Tıpkı "töre" cinayetlerinde olduğu gibi. Öteden beri oluyordu bunlar. Tek farkla: Fazla duyulmadan kapanıyordu hadiselerin üstü. Toplumun geri kalanı durumdan bihaber devam ediyordu yoluna; bilmeden, görmeden, düşünmeden...

Bir toplum ne kadar feodal ve içine kapanık ise orada insanların –özellikle kadınların– hayatı o kadar önemsizleşir. Kolektivite ve otorite karşısında birey adeta çaresizdir. Sistem demokratlaştıkça ve kitle iletişim araçları daha iyi bir şekilde işledikçe tek tek bireylerin varlığı önem kazanır. O zaman sadece nüfus sayımında birer "rakam"dan ibaret olmaz insanlar. Başlı başına eşit ve bağımsız bir birey olarak algılanırlar. Öyleyse, bugün ensest, töre cinayetleri ve cinsel taciz hadiselerini geniş düzeyde konuşuyor olabilmemiz, aslında bugün dünden daha demokratik ve açık bir toplum oluşumuzla ilintilidir. Bu bir paradoks gibi görünse de, konuşabilen bir toplum, yazabilen bir toplum, yani meseleleriyle yüzleşebilen bir toplum, "ortada hiç sorun yokmuş gibi yapan" bir toplumdan daha ileridedir.

Bir kadın kurultayında bir konuşmacının çıkıp şöyle dediğini hatırlıyorum: "Ensest ve yakın çevre içinde taciz gibi meseleler bizden çok bireyci Batı toplumlarının sorunudur. Bizdeki aile yapısı o kadar sağlam ve köklü ki böyle şeylere milyonda bir bile rastlanmaz. Bizim aile yapımızda büyükler küçükleri korur, küçükler otoriteye saygı gösterir."

Artık bu yüzeysel zannımız kırıldı. Ve kırılmasına ihtiyacımız vardı. Gerçeklerle yüzleşmek için. Hakikatleri görmeden ve kabullenmeden, kendimizi geliştiremez, güzelleştiremeyiz. Bir toplum her meseleyi özgürce konuşabildiği ve yazabildiği ölçüde zenginleşir. Konuşmak, konuşamamaktan çok daha iyidir. Bundan dolayı, olayların üzerini kapatmaya çalışmak, "Aileler kendi aralarında anlaştı, siz karışmayın" demek doğru değildir.


Yazarlık


Yazarlığın kalıbı yok. Genel geçer reçetesi yok. Her insanın hayatı, kişiliği, mayası ve kimyası nasıl farklıysa, yazı serüveni de farklı olmak durumunda. Kimi kırkından sonra yazmaya başlar, kimi en güzel eserlerini gençliğinde verir. Kimi bir kitabı beş senede tamamlar, kimi beş ayda. Hiçbir yol diğerine üstün değildir. Aslolan ortaya çıkan eserin derinliğidir. Başkalarına bakarak değil, ancak kendi içimizi görerek yazabiliriz. Her işte olduğu gibi burada da temel itki içeriden gelir insana, dışarıdan değil. Ama gene de formül arayanlara söyleyebileceğim tek şey şu: İki temel kaynaktan beslenir yazı. Birbirine zıt, ama ikisi de kudretli iki ana akıntı eşlik eder edebiyatçıya.

Formül Bir: (Hınç/Hırs çarpı Emek artı Disiplin) bölü (Yalnızlık). Yazmanın ilk formülü kişisel hınçlar ve hırslarla bağlantılıdır. Kimi yazarlar ve şairler kızgınlıktan, kırgınlıktan, hakkının yenildiği ya da kıymetinin yeterince bilinmediği saplantısından, bir konuda kimsenin kendileri kadar uzman olmadığı inancından yahut birilerine bir şeyler anlatma arzusundan, bazen de kavgadan, kavgacılıktan beslenir. Hınç, hırs ve öfke... Üçü de kudretli çarklardır. İnsanı üretken kılabilirler. Yanısıra muhakkak emek ve disiplin gereklidir, bir de tabii yalnız kalmak. Yalnızlık olmadan yazarlık olmaz. Bu formül kısa vadede başarılı gibi görünse de uzun vadede tavsar. Öfke keskin sirkedir, kabına zarar. Hınçtan beslenen insan sonunda kendi bindiği dalı kesmeye başlar.

Formül iki: (Aşk/Tutku çarpı Emek artı Delilik) bölü (Yalnızlık). Burada temel etmen aşktır. Yaptığın işi sevdiğin için ve severek yapmak. Akıl mantıkla açıklanamayan bir öte boyutta gezinmek. İnsan niye âşık olduğunu bilebilir mi? Tek bildiği âşık olduğudur. Niyesi değil. Yazıya da âşık olunur. Kişi severek ve tutkuyla yazar. Yaptığı işi o kadar benimser ki yazmadan yaşamayı düşünemez bile. Disiplinin yerini delilik almıştır. Yazmaya koyuldu mu durmadan, duramadan, gece gündüz yazar. İçinden cin çıkartırcasına. Saatler, günler, aylar ve senelerce gıdım gıdım biriken emek. Ve tabii bir de yazarlığın olmazsa olmazı: yalnızlık. Yazarlığın iki altın formülü var. Bu ikisinden hangisinin seçileceği tamamen kişiye kalmış, kişinin ruhunun rengine.


Edep


Haddini aşmamak, kalp kırmamaktır edep.

Sadece o değil; haddini aşıp, kalp kırmaktan ödünün patlaması demektir. İstisnasız ayrımsız her insan, her canlı varlık, tıp tıp atan her yürek, avuçlarımızın arasında tuttuğumuz billur bir kâsedir. Dışı nasıl olursa olsun özü narin ve nazenindir. İçin titrer. Düşürmekten, düşürüp de kırmaktan öyle korkarsın.

Dedikodudan, haksızlıktan ve ithamdan uzak durmaktır edep.

Sadece o değil. İnsan-hayvan, canlı-cansız veya önemli-önemsiz ya da zengin-fakir ayrımı yapmadan etrafına hoş bir nazarla bakmak, "eyvallah" diyebilmek, "eyvallah" kelimesi üzerine kafa yormaktır.

Bilmediğin konuda susmak, bildiğin konuda ahkâm kesmemektir edep.

Bilgi bir perdedir. Sen ne kadar bilirsen bil, nasıl bir âlim olursan ol, en cahil görünen insandan bile öğrenecek bir şeyin vardır elbet. Edep bunu unutmamaktır.

İnsan ayrımı yapmamaktır edep.

Sokaktaki bir berduşun yanında da, Karun kadar zengin ya da Süleyman kadar muktedir görünenin yanında da aynı sakin idrakle durabilmek; saydam ve şeffaf olabilmek; girdiğin mekâna ya da konuştuğun adamın nabzına göre laf değiştirmemek, ince hesap bilmemektir edep.

Aşırılığa gitmemektir edep.

Hileden, desiseden, yalandan ve zorbalıktan hazzetmemek; kimseyi aptal yerine koymamak, aşağılamamaktır. Tek başınayken de başkalarının yanındayken de şefkati elden bırakmamak; dış görüntülerden, parlak kabuklardan, unvanlardan, payelerden etkilenmemek; her işte her adımda yüreğe bakmak, yüreğin ibresine göre yol almak... ve ha bire "ben" demekten vazgeçmektir edep.

Edep bir ahenk meselesidir. Akort edilmektir.

**
Bulaşıcıdır edep. Tebessümle bulaşır. Gülümseyen bir insan karşısında biz de elde olmadan gülümseyiveririz. Gün boyu çatık kaşla dolaşmaya alışkın yüzümüzün kasları gevşeyiverir. Bakmışız ki dudaklarımız bizden evvel davranmış. Gülümsemeye gülümsemeyle karşılık vermişiz de haberimiz yok. Edep insandan insana geçer. Aynadan aynaya yansır. İnsanın şaşmaz tabiatıdır. Kibirlinin karşısında kibirli, mütevazının karşısında mütevazı olasımız gelir. Diklenene diklenerek karşılık veririz. Edepliye ise eğiliriz.

Geçenlerde bir yemek masasında bir arkadaşım tanıdık ve buruk bir şaka yaptı: "Yahu ne zaman yurtdışından dönsem, bana da bir nezaket geliyor. Tanımadığım insanlara kapıları açmak, trafikte başkalarına yol vermek filan istiyorum. Bir incelik, bir terbiye geliyor üstüme. En fazla bir gün sürüyor ama. Sonra bakıyorum herkes birbirine kaba davranıyor, bana da bir kabalık geliyor... Dangul dungul yola devam ediyorum.”




















Yazarları Sevmeyen Yazarlar


Ne zaman bir başka yazarın başarısına tanık olsam, ben biraz daha öldüm" demişti Gore Vidal, müthiş bir dürüstlükle. Çok az kişi bunu böyle samimiyetle dillendirse de, her yazar kıskançtır. Her yazar kendi dışındaki pek çok yazara öyle ya da böyle gıcık olur. Ama herkes bunu belli etmez. Kimileri duygularını saklar, ipeksi, pastel renkli tüller ardında; kimileri ise dayanamaz, ateş püskürür gibi kelime püskürür orda burda. Bu bir "derece meselesi"dir aslında. Kimimizde ayyuka varır kıskançlık, kimimizde minimumda kalır. Ama hiçbir yazarın kıskançlıktan yüzde yüz arındığını sanmam. Kıskançlık skalasında yüzde 1 ile yüzde 99 arasında bir yerlerdeyiz hepimiz. Bu yüzden işte edebiyat dünyasında ne kavga eksik olur, ne dedikodu. Tesadüf değil yazarların birbirlerini bırakın sevmeyi, okumaya bile tenezzül etmemeleri. Bir yazar kıskandığı bir başka yazarı katiyen okumaz. Öyle biri yokmuş gibi davranır. Romancılar birbirlerinin romanlarını, şairler birbirlerinin şiirlerini, kısa öykücüler birbirlerinin öykülerini okumamakta ısrar ve sebat ediyorlarsa, dikkat buyurun, oralarda sinsi sinsi dolaşmaktadır kıskançlık kedisi. Patilerinde siyah mürekkep!

Belki diyeceksiniz ki bu her meslekte böyle. Ama yazarların kıskançlığı başka bir şeye benzemez. Zira yazarlık, pek çok mesleğin aksine tek başına yürütülen bir uğraş. Ne bir ofis var ortada, ne mesai saatleri, ne çalışma arkadaşları. Yazının insanı asosyalleştiren bir mayası var. Fazla çekilirsen içine, yabani bir rüzgâra kapılır gibi kapılırsın hayallere. Kâğıt, sudan bir aynaya dönüşüverir o zaman. İnsan yazdıkça yolculuk yapar kendi ruhuna, bireyin hallerine. "Biz" duygusuyla değil, "ben" dürtüsüyle yazar edebiyatçı. Kendini Tanrı zanneder. Tüm bunlar, genel olarak edebiyatçıların "şişkin ego" sahibi olma riskini artırır.


'Bilmiyorum' Diyebilmek

Geçenlerde Ankara'da bir sokakta gençten bir adama yakınlardaki bir yerin adresini sordum. Dakikalarca düşündü, kem küm etti, bir o tarafı gösterdi, bir bu tarafı. Sonunda sorduğum adresle ilgisi olmayan bir yönü gelişigüzel işaret ediverdi. Kafadan attığı o kadar barizdi ki, dayanamadım soruverdim. "Tarif ediyorsun, ama aslında sorduğum yerin neresi olduğunu bilmiyorsun, değil mi?" Önce boş boş baktı. Sonra yarı mahcup gülümsedi, çocukça bir tebessümle durumu kabul etti. "Doğrudur abla" dedi. "Peki öyleyse niye garip garip tarifler uydurmak yerine açıkça 'Bilmiyorum' demiyorsun?" diye sordum. Bu seçenek hiç aklına gelmemiş gibi şaşkın baktı yüzüme. Söyleyecek laf kalmadı. Sustuk karşılıklı.

Sahi niye bir türlü "bilmiyorum" diyemiyoruz şu hayatta hemen hemen hiçbir konuda? En bilmediğimiz zamanlarda bile bilirmiş gibi yapmalarımız neden? Basit bir adres de sorsalar, kapsamlı siyasi ya da felsefi analizler yapmamızı da isteseler verdiğimiz tepki aynı: Bilirmiş gibi yapmak. Gözümüzü yumup başlıyoruz konuşmaya. Kelimeler köşeli bir uçurtma gibi çıkıyor boğazımızdan. Kuyruğu uzun mu uzun bir uçurtma, git git bitmiyor. Her konuda ha bire bir şeyler söylüyor, tanımadığımız şahıslar hakkında gayet iyi tanırmış gibi ileri geri konuşuyoruz. Bazen konuşmakla kalmayıp yazıyoruz da. Bilmeden, ama bildiğimizi zannederek. Bildiğimiz izlenimini vererek.

Bilgi çağında yaşıyoruz. Yarım yamalak bilgiler çağında. Kitap okumak veya derinlemesine sabırla araştırmak yerine, internetten üstünkörü bir şeyler öğreniveriyoruz. Yetiyor. Televizyon kanallarında her akşam ha bire tartışma üstüne tartışma izliyoruz. Sanki her konuda zıt fikirlerde olmak ve çatır çatır tartışmak durumundayız. Bu "mevzilenme arayışı" beraberinde "düşünsel sabitlenmeyi" getiriyor. Kendimizi hep bir öteki üzerinden tanımladığımız için adeta çivi çakıyoruz bulunduğumuz yere. İşte o zaman "fikir sahibi" olmaktan çıkıp "sabit fikir sahibi" olmaya doğru yol alıyoruz, pupa yelken. Şu basit hakikati bile söyleyemiyoruz kendi kendimize: "Bugün, şu anda filanca konuda böyle düşünüyorum. Ama yarın fikirlerim değişebilir. Ben değişebilirim. Başka bir açıdan bakabilirim. Bir ihtimaldir. İhtimal güzel şeydir. Belki değişirim."

Cahilin cehaleti kötüdür. Hamdır. Koftur. İçi boştur. Ama daha da kötüsü "bilen"in gafletidir aslında. Bilgiyle gelen cesaret ve cehalet karışımıdır. Bazen bilgi sadece bir perdedir. İner gözümüzün üstüne, kapatır gönlümüzü. Çok bilenin çok daha iyi anladığını sanmak hata olur. "Bildiklerini unut" diyor Dost. 

“Gel al eline bir silgi, şu yeni başlayan güne bilgilerini silmekle başla." Zihnimin tahtasında kargacık burgacık harfler, ne çok kelimeler var. Alıyorum kumaş silgiyi. Tahtayı siliyorum boydan boya. Bir temizlik, bir hafiflik, bir ferahlık hali ki değmeyin gitsin.

"Zanlarını, yargılarını, önyargılarını ve dahi tüm genellemelerini koy bir çuvala ve hepten terk et. Gıybet etme sakın, bil ki dedikodu denilen şey mıknatıs gibi kötü enerji çeker. Kimsenin aleyhine konuşma, uzaktan atıp tutma, insanları kem dille yargılama, bil ki yanılırsın. Birini ne kadar çok aşağılar yahut dışlarsan, onun durumuna düşme ihtimalin o kadar artar. Kâinatın matematiğidir. Bir koyar, bir alır insan. Bilmeden kendi hesabını dürer."

Dinliyorum sessizce. "Hiçbir konuda yüzde yüz emin olma" diyor Dost. "Kendini ayrıcalıklı sayma. Konumuna ya da mevkine, ismine veya şöhretine güvenme. Şu hayatta tüm zahiri kisveler sabun köpüğünden ibarettir. Nazlı nazlı yükselir köpük, derken pat diye sönüverir. Her zaman başkalarından öğrenmeye açık ol. En iyi bildiğin konularda bile köşeli düşünme, büyük konuşma. Cümlelerinin sonuna nokta değil, ünlem değil, virgül yahut üç nokta koy. Açık bir kapı bırak daima. Ne kadar bilsen de hiçbir zaman yeterince bilemeyeceğini unutma. Tevazudan şaşma. Ancak o zaman kurtulabilirsin bilginin cehaletinden..." Bu yüzden Tebrizli Şems nam bir güzel insanın tutup da Hazreti Mevlânâ'nın tüm kitaplarını tek tek suya atması. Bu yüzden kendinden "Ümmi" diye bahsetmesi Yunus Emre'nin. Bu yüzden tasavvuf tarihi boyunca pek çok hakikat ehlinin "Cahilim, bilgisizim, ben bilemem" demesi. Yoksa hakikaten okuryazar olmadıklarından değil. Dün de zordu, ama içinde yaşadığımız "enformasyon çağı"nda artık daha da zor "bilmiyorum" kelimesini telaffuz edebilmek. Halbuki bir söyleyebilsek şunu, hafifleyeceğiz. Berraklaşacağız. Duru ve yalın. Bir kelimenin idraki değiştirecek bakışımızı, duruşumuzu. Güzel şey, "Bilmiyorum, bilmiyorum, bilmiyorum..." diyebilmek.