Friday, April 25, 2014

İttihatçılar

Eskiden beri iddia edilir, Ermeniler “millet-i sadika” idi, onları ayrılıkçılığa itenler İttihatçılardı!

“İttihatçı zihniyet” Ermenilere katliam yapmış, koca imparatorluğu da çökertmişti.
Abdülhamid’in bir arada tutmayı başardığı imparatorluğu İttihatçılar on yılda yıkmışlardı!
Bu söylem, tarihe ideolojik ve kişisel bakışın bir örneğidir. Tarihte “iyi adam” ve “kötü adam” vardır, olaylar ona göre şekillenir... Bugün de desteklenecek “iyi adam” vardır, hücum edilecek “kötü adam”lar vardır!
Tarihin siyasi, kültürel, iktisadi temel faktörleri yoktur sanki!

DENGELER DEĞİŞİNCE
Abdülhamid’in özellikle dış politika dengelerini maharetle kullanan bir devlet adamı olduğu, eğitimde dönemin şartlarında büyük bir modernleşmeyi gerçekleştirdiği kesindir.
Fakat Birinci Dünya Savaşı patlak verince ortada İttihatçıların kullanabileceği denge mi kalmıştı?!
İttihatçılar Almanya ile ittifak yaptıkları için suçlanır, fakat İlber Ortaylı’nın deyimiyle“Osmanlı İmparatorluğu’nda Alman Nüfuzu” Abdülhamid zamanında başlamıştı. Modern reformlar için Tanzimatçılar Rusya’ya karşı İngiltere’den destek almıştı... İngiltere, Rusya’yla ittifaka yönelince Abdülhamid ve İttihatçılar için Almanya’dan başka seçenek mi kalmıştı?
Dahası, İttihatçıların ilan ettirdiği İkinci Meşrutiyet de İngiltere’yi tedirgin etmişti; İngiliz sömürgeleri olan Hint ve Mısır Müslümanları da Meşrutiyet isterlerse İngiliz İmparatorluğu çökebilirdi! Öyleyse Osmanlı Meşrutiyeti çökmeliydi! Dönemin İngiliz Büyükelçisi Lowther bunu açıkça yazmıştır.

MİLLİYETÇİLİK FAKTÖRÜ
Klasik imparatorlukların hepsi bugünkü deyimle çokulusluydu. En başarılı örneği elbette Osmanlı’dır. Fakat modernleşme başlayıp da “okul açmak, gazete çıkarmak”söz konusu olunca “Hangi dilde?” sorusuyla birlikte milliyetçilikler ortaya çıktı!
Abdülhamid eğitimde Türkçeciydi. Fakat öyle bir çağdı ki, Abdülhamid’in Harbiyesi’nde bile Müslüman Arap öğrenciler Arapçanın resmi dil olması için kavga ediyorlardı!
Çözüm “herkesin özgürce kendi dilinde okul açması” mıydı? Zaten öyleydi. Tarihçi Anastasia Karakasidou, Makedonya’daki Rum ve Bulgar komitacıların Osmanlı’daki Rum ve Bulgar okullarında yetiştiğini anlatır. Bu yüzden Makedonya kan gölüne dönecek, yönetilemez hale gelecek, Abdülhamid Osmanlı Makedonyası’nda yabancı jandarma kurulmasını kabul etmek zorunda kalacaktır.

MODEL: BALKANLAR
Çokuluslu imparatorlukta modernleşmenin milliyetçilikleri ateşlemesiyle Abdülhamid zamanında biriken bu şiddetli basınç, 1912’de Balkan Harbi olarak patlak verdi, dağılma halindeki Osmanlı feci bir hezimete uğradı, Balkan ulus devletleri büyüdü.
Bizzat Ermeni Krikor Zohrab, Osmanlı’nın Balkan hezimetini Ermeni komitalarının fırsat saydığını belirtir.
Dünya savaşı daha büyük fırsattı; Balkanlar’da yapılanlar Doğu Anadolu’da yapılabilecekti! İttihatçıların “Ermeni Reformu”nu imzalaması ve savaşta Osmanlı’ya bağlı kalmaları için Ermeni komitalarına adeta yalvarmaları sonuç vermedi...
Sarıkamış faciası ve Çanakkale’de kan gövdeyi götürürken, tırmandırılan silahlı eylemler, Van isyanı, Rus ordusunun Doğu’da ilerlemesi ve Tehcir... Netice malum, facialar.
Abdülhamid olsa ne yapardı? Abdülhamid’e Komitacılar niye “Kızıl Sultan” demişti?

TARİHTEN DERS
Tarihte kişilerin rolü elbette önemli olmakla birlikte, daha belirleyici olan, “dip dalgaları”dır: Siyasi, kültürel, sosyolojik, ekonomik faktörlerdir.
Elbette İttihatçılar tecrübesiz ve militan ruhluydu. Olgun ve yumuşak davransaydılar bazı facialar biraz hafif geçebilirdi.
Fakat temeldeki süreç, çokuluslu imparatorlukta iç içe yaşayan geleneksel toplumların modernleşme sürecinde “kendi milleyetçilikleri”ne yönelmesi ve bunun da büyük çatışmalara, facialara yol açmasıdır. Abdülhamid döneminde başlayan bu sosyo-politik dip dalgası, önce Balkan ve Birinci Dünya savaşlarında herkes için facialarla sonuçlandı.
Onun için “Ortak Acı”dır.
Tarihe “iyi adam, kötü adam” diye bakma yüzeyselliğinin altındaki dip dalgalarını görmek gerekir. Tarihten gelen nefretleri karşılıklı olarak aşmak gerekir. Yeni facialara yol açmamak için, tarihten ders almak ve birlikte yaşamayı zorlaştıran aşırılıklardan sakınmak gerekir.
Taha Akyol
Hurriyet 25.04.2014

Monday, April 21, 2014

Vahyin aydınlığında olaylara bakış

Yahya Alkin*

Cenab-ı Hak (cc), insanlığa son fermanı olan Kur’an-ı Kerim’de mealen şöyle buyurmaktadır: “Herhangi bir hususta anlaşmazlığa düştüğünüz takdirde, onu (anlaşmazlık konusu olan meseleyi) Allah ve Resul’üne arz edin. Allah’a ve ebedi âleme gerçekten iman ediyorsanız böyle yapın. Böyle yapmanız çok daha hayırlı ve sonuç itibarıyla da çok daha güzeldir.” (Nisa, 59) Bütün müfessirlere göre ayette geçen; “Allah’a ve Resul’üne arz edin” emrinden maksat, anlaşmazlık konusu olan meselelerin Kur’an ve Sünnet’e göre yani Kur’an ve Sünnet ölçülerine göre çözülmesi ve halledilmesidir.

    Samanyolu TV bu fakirden, ehl-i imanın içine düşürüldüğü malum büyük fitne konusunda sohbet talep etti. Ayrıca Zaman Gazetesi de bir röportaj talep etti. Bu elim fitnenin ortadan kalkmasına karınca-kaderince yardımcı olur ümidiyle talebi kabul ettim. Konuştum ve yazdım. Ne konuştum ne yazdım? Özetleyeyim. Evvela Enfal Sûresi’ndeki şu ayetleri naklettim: “(Ey iman edenler!) Allah ve Resul’üne itaat ediniz. Anlaşmazlık ve kavgaya girişmeyiniz. Aksi halde korkaklaşıp dağılırsınız. Gücünüz ve devletiniz elden gider. Sabredin. Hiç şüphe yoktur ki Allah sabredenlerle birliktedir.” (Enfal, 46) “Küfredenler birbirleriyle dostluk (birlik, ittifak) kurarlar. Eğer siz bu dostluğu yapmazsanız; korkunç bir fitne ve büyük bir fesat meydana gelir.”
    Naklettiğim bu ayetler ve bu manada olan nasların ışığında birlik ve beraberlik ve İslam kardeşliğinin çok önemli olduğunu hatırlattım. Felaket, helaket asrının adamı, büyük Mürşid’in şu çok önemli ve kerametvari seslenişini naklettim: “Ey ehl-i iman! Zillet içinde esaret altına girmemek isterseniz, aklınızı başınıza alınız! İhtilafınızdan istifade eden zalimlere karşı; ‘Hiç şüphesiz müminler kardeştirler.’ kata-i kudsiyesi içine giriniz, tahassun ediniz. Yoksa ne hayatınızı muhafaza ne de hukukunuzu müdafaa edebilirsiniz. (22. Mektup, Uhuvvet Risalesi)
PARTİDEN ÜST DÜZEY KİMSELER GELDİ
Yani birlik, beraberlik ve İslam kardeşliğini hatırlattım. Birçok müspet ve menfi tepkiler aldım. Müspet olanları dua olarak kabul ettim. Hakarete varan menfi tepkilerin sahiplerine gönül koymadım. Bunların çoğu benim dava ve gönül dostlarımdır. Hatta içlerinde hocalarım da vardır. Cenab-ı Hak hepsinden razı olsun. Hocalarıma hizmet eder, ellerinden öper, dualarını beklerim.
    Partiden üst düzeyde bazı yetkili zevat evime kadar geldiler. Uzun boylu konuşuldu. Su-i zan ve evhama dayalı birçok detaylara girildi. Ben uzun zaman dinledikten sonra dedim ki; ben detaylara hiç girmem ben genel İslamî ölçüler üzerinde konuşuyorum. Evvela şu ayet üzerinde bir daha dikkatle eğilip düşünelim: “Ey iman edenler! Size bir fasık bir haber getirirse bilmeyerek bir topluluğa zarar verip yaptığınıza pişman olmamak için o haberin doğruluğunu araştırın.” (Hucurat, 6) Araştırmadan ciddi delillere dayanmadan Müslümanlar hakkında su-i zan beslemek haramdır. Büyük mahkeme var. Hâkimlerin Hâkimi Allah (c.c.), A’dan Z’ye hayatımızın hesabını soracak. Meşreb, meslek ve politik taassupla yanlış yaparsak veya yanlış yapanları onaylarsak o büyük mahkemede çok pişman oluruz. Ve o pişmanlık orada fayda vermez. Bu sorumluluk ve hassasiyeti taşımak zorundayız. Ben siyasete hiç girmedim. Şu anda da bir ayağım kabirdedir. Rıza-i İlahi’yi tahsil, ana hedefimdir.
    Bu büyük fitne politize edildiğinden dolayı iş çığırından çıkmıştır. Böyle giderse onulmaz yaralar açılır. Sebep olanlar altından kalkamayacakları vebal altında kalırlar.
    Şu üç hususu İslamî ölçüler içerisinde ısrarla söylüyorum. Bir: Suç ve ceza şahsîdir. Cenab-ı Hak, Kur’an-ı Kerim’in birkaç yerinde şöyle buyuruyor: “Hiçbir günahkâr başka bir günahkârın yükünü yüklenmez.” (İsra, 15) Suç işleyenin tespiti yapılır. Kesin delillerle suçu sabit olunca cezalandırılır. Bu ilim, hukuk sistemlerinde de böyledir. Bediüzzaman diyor ki: “Bağdat’ta bir esnaf suç işlese, İstanbul’da olan biri esnafa, esnaf sınıfından olduğu için ceza verilemez.”
SU-İ ZAN VE VEHİMLERLE SUÇLAMALAR
Birtakım su-i zan ve vehimlerle masum insanları cezalandırmak büyük günahtır. Çok merak ediyorum, bu sağa-sola savrulan, kış ortasında aile düzeni altüst edilen binlerce polis, savcı hâkim, maliyeci ve birçok memurların suçu gerçekten sabit olmuş mudur? Olmuşsa bunu deklare etsinler, bütün millet bunu bilsin, görsün ve su-i zandan kurtulsun. Sadece işin içinden sıyrılmak için: “Biz çok şeyler biliyoruz...” demek, suçun sabit olduğunu ispat için kâfi midir?
    Resul-i Ekrem Efendimiz (sas); “Şüpheler oluştuğu zaman cezaları uygulamayınız.” buyurmuştur. Hatta bu kavl-i Peygamberî, İslam hukukunda önemli bir kaide olmuştur. Zaten Cemaat mensupları açıktan söylüyor: “Suçumuz ne ise, suçlu kim ise delille ve dayanak ortaya çıkarıp cezalandırınız.” Hülasa; beraat-i zimmet asıldır, aksi sabit oluncaya kadar kişi masumdur. Yetkililer işlerine geldiği zaman bunu söylüyorlar da tatbik etmiyorlar. Israrla söylediğim ikinci husus; hiçbir İslamî topluluğu toptan hedefe koymak, karalamak, kötülemek akl-ı selimin, Kitap ve Sünnet’in kesinlikle kabul etmediği büyük bir hatadır. İslamî cemaatler var. Bir Müslüman kalkıp da mesela; Mahmud Efendi, Süleyman Efendi, Sami Efendi, Adıyaman veya İskender Paşa cemaatlerini toptan hedefe koyar, karalamaya kalkarsa asla tasvip edilemez. Kur’an hoş görmez, Efendimiz (sas) beyanları hoş görmez.
    Her toplulukta kötü niyetli, gafil, ikiyüzlü insanlar bulunabilir. Resul-i Ekrem Efendimiz (sas)’in arkasında 300 tane münafık namaz kılardı. Uhud Savaşı’na giderken bu münafıklar, elebaşıları olan Abdullah İbn-i Ubeyy bin Selûl ile yarı yoldan geriye döndüler. Efendimiz’e vahiy kâtipliği yapan ve daha sonra İslam’dan dönen olmuştur. Şimdi bunlar var diye kalkıp Sahabe-i Kiram’ı toptan kötülemek iz’anla, imanla bağdaşır mı? O sahabe ki; en büyük bir veli en küçük sahabe makamına ulaşamaz.
    Türkiye’nin her köşesinde, 160 devlette, başta eğitim olmak üzere hayatın her alanında gıpta edilecek, hayranlık duyulacak faaliyetler icra eden dünya çapında bu büyük Hizmet topluluğu içinde elbette ehil olmayanlar, gafiller, ikiyüzlüler de olabilir. Fakat Cenab-ı Hakk’ın adaleti, hasenatın seyyiata galebesi veya mağlubiyeti noktasında cereyan eder. Bu Hizmet topluluğunun dağlar gibi hasenat ve hizmetlerini göz ardı edip nâ ehillerinin yüzünden meydana gelebilecek ufak-tefek seyyiat ve kusurları nazara verip Cemaat aleyhinde bulunmak insafla, iyi niyetle bağdaşmaz. Üzerinde ısrarla durup açıklamaya çalıştığım üçüncü husus şudur:     İslam ahlak ve terbiyesinde; insan şahsiyetine hakaret etmek, aşağılamak haramdır. Resul-i Ekrem Efendimiz (sas), ümmet-i Muhammed’in firavunu olan Ebu Cehil’e bile hakaret etmemiştir. Müşriklerin şahsiyetlerine hakaret etmemiştir. Şimdi elimizi vicdanımıza koyalım şu ağır hakaretleri İslamî ölçülere göre değerlendirelim: “Sahte peygamber, kafası ve kalbi boş âlim müsveddesi…”
ULEMANIN ÖNÜNDE HAKARET
Bütün dünyanın gözü önünde ve ulema topluluğu içinde bu ağır hakaretler kime yapılıyor? Yüz altmış devlette, şanlı Türk bayrağını dalgalandırıp Milli Marş’ımızın söylenmesine öncülük eden, milyonlarca insanın hidayetine vesile olan, bütün dünyanın, özellikle, İslam âlemi’nin hayranlıkla izlediği ve gıpta ile takip edilen Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi’ye söyleniyor, Allah rızası için söyleyin, bu büyük aksiyon adamı bu ağır hakaretleri hak etmiş miydi? Bu Fethullah Gülen Hocaefendi ki; İslam tarihinde çok nadir görülen belki de hiç görülmemiş büyük ve külli bu hizmetin öncüsüdür. Hiç vurmadan, kırmadan, anarşiye, kaosa prim vermeden, ‘Hazret-i Pir dediği küfrün ve ilhadın belini kıran Bediüzzaman’ın: “Biz muhabbet fedaileriyiz, husumete vaktimiz yok. Medenilere galebe ikna iledir, icbar ile değil. İmandan sonra bizim en büyük vazifemiz, asayişi muhafaza etmektir.” sözlerini rehber edinen, gönülleri fethetmek suretiyle milyonların hidayetine vesile olan çaplı bir âlim, büyük bir Allah dostudur.
    Kendisine ve oluşturduğu hizmet topluluğuna bu kadar ağır hakaretler yapıldığı ve yapılmakta olduğu halde, sayfalarca yer tutan uzun röportajlarının hiçbir cümlesinde, hakaret ve aşağılama iade eden tek bir kelime bulamazsınız. Resul-i Ekrem Efendimiz (sas) buyururlar ki: “Bir kişiye, Müslüman kardeşini hakir ve aşağı görmesi, günah bakımından ona yeter.” (Müslim) Bir hadis-i kudside şöyle denilmiştir: “Benim bir dostuma düşmanlık yapana, ben harb ilan ederim.” (Buhari)
    Her şeyin dizgini elinde, her şeyin anahtarı yanında olan, kâinatı ve küreleri tesbih tanesi gibi çeviren Allah ile harp olamayacağına göre, bu hadis-i kudsinin ifade ettiği lazım-ı manası; ‘dostuna düşmanlık yapanın belasını veririm’ demek olur. Cenab-ı Hak böyle korkunç bir sondan bizleri muhafaza buyursun. Bu büyük insana yapılan şu iki hakaret üzerinde biraz daha duralım: ‘Sahte peygamber’ Bu ağır hakaret, ilim ehli arasında ve bütün dünyanın gözü önünde yapılmıştır. İslamî ölçülere göre durum nedir? Bir Müslüman’a ‘sahte peygamber’ demek; ‘sen sahtekâr bir kâfirsin’ demekten farksızdır. Resul-i Ekrem (sas) buyururlar ki: “Bir Müslüman’a sen kâfirsin dersen, o da kâfir değilse o söz sana döner.” Ciddi bir tevbeyi gerektirir. Allah aşkına elimizi imanlı vicdanımıza koyalım ve hükmümüzü verelim; 60 yıldan beri konuşan, altmıştan fazla kitap yazan, binlerce talebe yetiştiren bu büyük zat, hangi konuşmasında, hangi kitabında dolaylı veya açıktan peygamberlik iddiasında bulunmuştur. Okuttuğu binlerce talebesinden hangisine peygamber olduğunu söylemiştir?
    Bu büyük zat tam bir peygamber âşığı, hatta sahabelerinin bile âşığı olduğunu, bu fakir ve onu tanıyan herkes yakinen bilmektedir. Elli sene evvel İzmir, Edirne, Kırklareli ve İstanbul arasında beraber seyahatlerimiz oldu. Hiç unutmam, sahabeden bahis açılınca iki gözü iki çeşme hüngür hüngür ağlardı. Ondaki bu manevî hali görünce kendimden utanırdım.
    Şu ikinci hakarete bakın; ‘Kafası kalbi boş âlim müsveddesi’. Bu ağır hakaretleri kimler yaptı ise hesabını Allah’a vereceklerdir. Büyük mürşid Bediüzzaman ne güzel tespitte bulunmuştur: “Siyaset, meleğe şeytan, şeytana melek söylettirir.” Bu zalim ve acımasız siyaset için Bediüzzaman’ın şu meşhur sözlerini söylemiştir: “Menfaat üzerinden dönen siyaset canavardır.” Hele bu canavar siyasete bir de kin ve intikam duyguları eklenirse, işte böyle hakaret ifade eden kelimeler dökülür ağızdan. Hakkı doğruyu arayan samimi insan, hiç kimseye Hocaefendi’nin âlim olup olmadığını sormaya muhtaç değildir. Eserleri, konuşmaları ve okuttuğu talebeleri meydanda. Alır, okur, dinler ve karşımızda muhakeme gücü yüksek büyük bir âlimin olduğunu müşahede eder. Cenab-ı Hak bu mümtaz kullarına büyük meziyetler ihsan etmiştir. Büyük bir ilim, takvanın zirvesinde, zuhal, fedakârlık, İlahî aşk sonsuz bir Peygamber muhabbeti, insanlığın hidayeti ve imanla dirilmesi, için her türlü imkânı kullanma ve bu hususta dünya çapında büyük başarılar elde etme ve varlığını Kur’an havuzunda tamamen eritme… vs.
HİZMETLERİ YAKINDAN GÖRDÜM
Avrupa ve Amerika’da böyle büyük bir zat zuhur etseydi, Nobel Ödülü ile ödüllendirildi. Hoş bu zat-ı muhterem onu bile kabul etmez. İzah edilmeyecek kadar hasbi ve hedefinde insanlığın iman ile dirilişi ve yalnız Allah rızası vardır.
    Bu Hizmet toplumuna o kadar hakaretler yapıldı ki ve yapılmaktadır ki insan hayretten hayrete düşüyor. Amerika’da Cemaat’in okullarını dolaştık, kültür merkezlerini ve faaliyetlerini gördük. Hiç konuşmaya lüzum yok. Buralarda hizmet edenlerin lisan-ı hali diyor ki; biz Kur’an terbiyesi aldık, İslam suyuyla yıkandık, imanın ışığıyla aydınlandık. Bilerek karıncaya basmaktan sakınan bu merhametli, kültürlü ve imanlı topluluğu, İslam tarihinde görülen en zalim ve gaddar bir örgüt olan Haşhaşilere benzetmek ve daha birçok hakaret içeren nefret söylemlerini dillendirerek Müslümanlar arasında bölünme, kırgınlık ve husumetlere sebebiyet verenlere murakabe-i nefis yapsınlar. Tövbekâr olup hatalarından dönme olgunluğu göstersinler. Son sözüm şudur: Bu büyük fitneye kim ve kimler sebebiyet verdiyse Allah (cc) onlara merhametiyle değil, adaleti ile tecelli etsin! Âmin.
    *Emekli il müftüsü ve tefsir hocalarından
Zaman, 21 Nisan 2014

Thursday, April 17, 2014

İçimizdeki Şeytan ve Bir İç Muhasebe

 
Otuza yaklaşmaktayım... Bugüne kadar ne yaptığımı düşündüm. Bir sıfırdan başka netice alamadım. Hayatta hiçbir şey yapmış olmamak gibi korkunç ve utandırıcı bir şey var mı? Son zamanlara kadar ‘Fena bir şey yapmıyorum ya!’ der ve kendimi temize çıkarmaya çalışırdım. Fakat hadiseler gösterdi ki, fena olmayışım tesadüf eseriymiş, fırsat düşmemiş, zaruret olmamış. Nitekim hayatın ilk çelmesinde yuvarlanıverdim. İyilik demek kimseye kötülüğü dokunmamak değil, kötülük yapacak cevheri içinde taşımamak demektir. Bende bu fena cevher fazla miktarda mevcutmuş. Belki herkeste var... Fakat insan olan onu söküp atmasını, yahut boğmasını biliyor... Dokunmadan bırakmak, bir gün başını kaldırmasına meydan vermek olur... Sana ahlak vaazı edecek değilim. Yalnız, benim gibi eş dost arasında akıllı geçinen bir insanın nasıl olup da bu kadar manasız ve bomboş bir gençlik geçirdiğine herkesten evvel kendimin hayret ettiğimi söyleyeceğim... Evvela bunun farkında değildim. Kendilerini derecesiz bir zekâ ve kabiliyete sahip sayan arkadaşların arasında, mukaddes ve mağrur bir aptallığa sırtımı vererek yaşıyor ve sırf bununla mühim bir şey yaptığımı sanıyordum. Ne gayem, ne düşüncem vardı. Zekâm bütün kuvvetini, içinde bulunduğu ana sarf ediyordu. Yerinde bir cevap, keskin bir nükte bütün hakikatlere bedeldi. Böyle günübirlik bir fikir hayatının tabii bir neticesi olarak tezatlara, manasızlıklara, hatta edepsizliklere düşüyordum. İsteyip istemediğimi doğru dürüst bilmediğim, fakat neticesi aleyhime çıkarsa istemediğimi iddia ettiğim bu nevi söz ve fiillerimin daimi bir mesulünü bulmuştum: Buna içimdeki şeytan diyordum; müdafaasını üzerime almaktan korktuğum bütün hareketlerimi ona yüklüyor ve kendi suratıma tüküreceğim yerde, haksızlığa, tesadüfün cilvesine uğramış bir mazlum gibi nefsimi şefkat ve ihtimama layık görüyordum. Halbuki ne şeytanı azizim, ne şeytanı? Bu bizim gururumuzun, salaklığımızın uydurması... İçimizdeki şeytan pek de kurnazca olmayan bir kaçamak yolu... içimizde şeytan yok... içimizde aciz var... Tembellik var... İradesizlik, bilgisizlik ve bunların hepsinden daha korkunç bir şey: hakikatleri görmekten kaçmak itiyadı var... Hiçbir şey üzerinde düşünmeye, hatta bir parçacık durmaya alışmayan gevşek beyinlerimizle kullanmaya lüzum görmeyerek nihayet zamanla kaybettiğimiz biçare irademizle hayatta dümensiz bir sandal gibi dört tarafa savruluyor ve devrildiğimiz zaman kabahati meçhul kuvvetlerde, insan iradesinin üstündeki tesirlerde arıyoruz.

Kalabalıklar


İnsanların en zayıf tarafları, sormadan, araştırmadan, düşünmeden, kafalarını patlatmadan inanmak hususundaki hayret verici temayülleridir. Dünyadaki yalancı peygamberleri yetiştirmek ve beslemek için en iyi gübre, işte bu bilmeden inanmak için çırpınan kalabalıktır.


Dolduruşa Getirilen Gençlik Hakkında


Bu gençlerin iddialarına bakılacak olursa memleketteki bütün aklı başında fikir adamları birer türlü lekeliydi: Kimisine falan milletin yardakçısı, kimisine şu veya bu fikrin satılmış kölesi, kimisine korkak ve dalkavuk, kimisine bozuk kanlı diye hücum ediyorlardı. Sadece kulak misafiri olduğu halde Ömer bunların, mücadele ettikleri adamlar ve fikirler hakkında, hiçbir malumatları olmadığını hayretle tespit etmişti. Bunun için bir gün Nihat’a:

“Yahu, sana acıyorum. Etrafına daha aklı başında insanları toplayabilirdin!” dedi.

Fakat o, kurnaz bir gülümseme ile mukabele etti:

“Lüzumu yok. Aklı başında adamlarla hiçbir iş görülmez. Bize, itirazsız inanacak ve düşünmeden harekete geçecek insanlar lazım! Bu gençleri romantik birtakım emellerle bağlamak, onlara kabadayıca sergüzeştlerin hasretini duyurmak ve bugünkü hudutları dar gösterip büyük arzularla beslemek ve böylece hepsini avcumun içine almak daha kolay ve daha muvafık...” Sonra, artık yola getiremeyeceğini anladığı dostuna karşı samimi olmakta bir mahzur görmeyerek ilave etti:

“Hayat bir katakulliden ibarettir!”

“Bir zamanlar Nihat’la münakaşa ederken söylediği gibi, Ömer arkadaşının sözlerinin doğru olmaması icap ettiğini seziyor, hayatın bu kadar aşağı emeller üzerine kurulabileceğini kabul etmiyor, fakat fikirlerini müdafaa edecek kudreti de kendinde bulamıyordu. Hayat herhalde bir katakulli değildi. Ama neydi? Bu hayatın bir manası olmak icap ederdi. İnsan dünyaya sadece yemek, içmek, koynuna birini alıp yatmak için gelmiş olamazdı! Daha büyük ve insanca bir sebep lazımdı. Lakin tembelliğe alışmış olan kafası bunu bulamıyor, bulmak için uğraşmaya üşeniyor, yanlış ve bayağı olduğunu sezdiği şeyleri de kabul edemediği için selameti firarda buluyordu...Her şeyden, her derin düşünceden, her üzüntülü nefis muhasebesinden kaçmayı itiyat edinmişti. Düşünce adamı olmaktan çıkmış, muhayyile, daha doğrusu kuruntu adamı olmuştu. Etrafında kendisini doğruluğuna inandıracak bir fikir cereyanı bulamadıkça, arkadaşlarının ve hatta hocalarının, büyük ve gösterişli sözler arkasında adamakıllı esnafça işler kovaladıklarını gördükçe kendi muhayyel âleminde yaşamayı tercih ediyor ve hakikatte sadece muhayyilede yaşamak mümkün olmadığından maddi hayatında tesadüflerin, ani heyecan ve ihtirasların oyuncağı olup kalıyordu.”



Para


“Enteresan şey...” dedi. “Umumiyetle para enteresan bir şeydir zaten. Çok kere cebimden bir lira alır, önüme koyarak onu saatlerce seyrederim. Hiçbir fevkaladeliği yok. Birtakım hünerli çizgiler, tıpkı mektepler deki resmi hattî vazifeleri gibi. Belki biraz daha ince ve karışık... Sonra bir resim. Birkaç satır muhtasar yazı ve bir iki imza... Üzerine biraz fazla eğilince insanın burnuna ağır bir yağ ve kir kokusu da vurur. Fakat ne muazzam şeydir bu kirli kâğıt azizim, bir düşün!”

Bir müddet gözlerini yumdu.

“Mesela herhangi bir gün müthiş bir iç sıkıntısı seni boğar. Hayat sana karanlık, manasız gelir. İnsan, biraz evvel senin zırvaladığın gibi felsefeler yapmaya başlar. Hatta yavaş yavaş onu da yapamaz ve canı ağzını açmayı bile istemez. Hiçbir insanın, hiçbir eğlencenin seni canlandıramayacağını sanırsın. Hava sıkıcı ve manasızdır. Ya fazla sıcak, ya fazla soğuk, ya fazla yağmurludur. Gelip geçenler suratına salak salak bakarlar ve on para etmez işlerin peşinde, bir tutam otun arkasından koşan keçiler gibi dilleri bir karış dışarı fırlayarak dolaşırlar. Aklını başına derleyip bu pis ruh haletini tahlil etmek istersin. İnsan ruhunun çözülmez düğümleri bir muamma gibi önüne serilir. Kitaplarda okuduğun depresyon kelimesine bir cankurtaran simidi gibi sarılırsın. Çünkü nedense hepimizde, maddi olsun, manevi olsun, bütün dertlerimize bir isim takmak merakı vardır, bunu yapamazsak büsbütün çılgına döneriz. Mamafih insanlarda bu merak olmasa doktorlar açlıktan ölürlerdi. Bu depresyon kelimesine yapışıp iç sıkıntısının uçsuz bucaksız denizinde bocalarken karşına uzun zamandan beri görmediğin bir ahbap çıkar. Kılık kıyafetinin düzgünce olduğunu görür görmez derhal aklına kendi meteliksizliğin gelir ve gafil dostundan, talihin varsa, bir iki lira borç alırsın... İşte ondan sonra mucize başlar. Şiddetli bir rüzgâr ruhundan bir sis tabakasını sıyırıp götürmüş gibi içinin birdenbire aydınlandığını, bir hafiflik, bir genişlik duyduğunu görürsün. Eski sıkıntı pır deyip uçmuştur. Gözlerin etrafa memnuniyetle bakar ve sen de gevezelik edecek bir arkadaş aramaya başlarsın. İşte, iki gözüm, ciltlerle kitabın, saatlerce tefekkürün yapamadığı işi iki kirli kâğıt başarır. Sen ruhumuzun bu kadar ucuz bir bedel mukabilinde takla atmasını haysiyetine yediremediğin için belki daha asil sebepler peşinde koşarsın, gökyüzünde birkaç yüz metre daha yükselen bir bulut, yahut ensene doğru esen serince bir rüzgâr, yahut o esnada aklına gelen zekice bir fikir, sana bu değişmenin sebebi gibi görünmek ister. Fakat söz aramızda, iş bunun tamamıyla aksinedir, cebimize giren iki lira sayesindedir ki havanın biraz açıldığını görmek, rüzgârın serinliğini hissetmek, hatta akıllıca şeyler düşünmek mümkün olmuştur.



Hayatın Gayesi


“Hayat beni sıkıyor...” dedi. “Her şey beni sıkıyor. Mektep, profesörler, dersler, arkadaşlar... Hele kızlar... Hepsi beni sıkıyor... Hem de kusturacak kadar...” Bir müddet durdu. Eliyle gözlüğünü oynattı ve devam etti: “Hiçbir şey istemiyorum. Hiçbir şey bana cazip görünmüyor. Günden güne miskinleştiğimi hissediyorum ve bundan memnunum. Belki bir müddet sonra can sıkıntısı bile hissedemeyecek kadar büyük bir gevşekliğe düşeceğim. İnsan bir şey yapmalı, öyle bir şey ki... Yoksa hiçbir şey yapmamalı. Düşünüyorum: Elimizden ne yapmak gelir? Hiç!.. Milyonlarca senelik dünyada en eski şey yirmi bin yaşında... Bu bile biraz palavralı bir rakam. Geçen gün bizim felsefe hocasıyla konuşuyordum. Lafı gayet ciddi tarafından açtım ve ‘hikmeti vücudumuz’u araştırmaya çalıştım. Dünyaya ne halt etmeye geldiğimiz sualine o da cevap veremedi. Yaratmak zevkinden, hayatın bizatihi bir hikmet olduğu hakikatinden dem vurdu, fakat çürük. Ne yaratacaksın? Yaratmak yoktan var etmektir. En akıllımızın kafası bile bizden evvelkilerin depo ettiği bir sürü bilgi ve tecrübenin ambarı olmaktan ileri geçemez. Yaratmak istediğimiz şey de bu mevcut malları şeklini değiştirerek piyasaya sürmekten ibaret. Bu gülünç iş bir insanı nasıl tatmin eder bilmiyorum. Bize ziyasını beş bin senede gönderen yıldızlar varken, en kabadayısı elli sene sonra kütüphanelerde çürüyecek ve nihayet beş yüz sene sonra adı unutulacak eserler yazarak ebedi olmaya çalışmak, yahut üç bin sene sonra, kolsuz bacaksız, bir müzede teşhir edilsin diye, ömrünü çamur yoğurmak ve mermere kalem savurmakla geçirmek bana pek akıllı işi gibi gelmiyor.”





İçimizdeki Şeytan


  • “Buradaki Yusuf, Kürk Mantolu Madonna’nın târiki dünyası Râif, İçimizdeki Şeytan’daki Ömer, hepsi bir tek insandır, ‘atını sürüp dağlara doğru gider.’ Yarattığı kişilikleri, sonlan ile sanatçının akıbeti arasında ne derin ve düşündürücü bir benzerlik var!”(Önsöz-Selim İleri)

  • Fakat içimizde, bizim “ahlak” tarafımızda hiçbir şekilde münasebete geçmeyerek hadiseleri muhakeme eden, neticeler çıkaran ve tedbirler alan bir “hesabi” tarafımız vardı ve lafta değilse bile fiilde daima o galip çıkıyor ve onun dediği oluyordu.

  • Fakat içimde öyle bir şeytan var ki... bana her zaman istediğimden büsbütün başka şeyler yaptırıyor. Onun elinden kurtulmaya çalışmak boş... Yalnız ben değil, hepimiz onun elinde bir oyuncağız...

  • İlkbahar gibi bir mevsimi olan bu dünya, üzerinde yaşanmaya değer... Ne olursa olsun...

  • Hayatta hiçbir şey bizim arzumuza tabi değildir. Gerçi bu bir felaket, lakin hilkat bize bu felaketi hafifletecek bir vasıta da vermiş: Etrafı çeşmi ibretle temaşa kabiliyeti... Bazan çocuklara kitap parası kalmaz... En büyüğü dayatıyor, gırtlağıma basıyor, ona vermeye mecbur oluyorum, fakat ötekilerin dördü de kız, ellerinden ağlamaktan başka bir şey gelmiyor. Ben onları karşıma oturtur, kitap dedikleri şeyin lüzumsuzluğuna dair vaaz ederim. Dersleri zihninize nakşedin, derim, sonra benim bile ciddi kastetmediğim bu laflara onların nasıl inanarak kulak verdiklerini gördükçe hem gülesim hem ağlayasım gelir. Bu dairede de böyle: Birkaç kurnaz ve işbilirin yanında bir sürü de Allah’ın mübarek koyunları var... Yaşamak ve yeryüzünde üç adımlık bir yer işgal etmekle mühim bir iş yaptıklarını zannederler. Kimisi gençliğine mağrurdur; kimisi ihtiyarlığına ve tecrübesizliğine dayanıp böbürlenir; kimisi eskiden neydim diye övünür; kimisi ilerde neler olacağını ihsas ederek itibar kazanmak ister. Hepsi birden mahiyetini asla anlamadıkları bu değirmenin içinde yuvarlanıp giderler ve kâinatın mihverinin kendilerinden geçtiğini vehmederler. Kimisinin de ihtiyarlıktan çenesi düşmüştür, benim gibi gevezelik edip durur.

  • Asıl iyilik tanımadıklarımıza yaptığımız iyiliktir; halbuki biz bütün hüsnüniyetimizi dostlarımıza saklayıp bunların dışında kalanları bir çırpıda ve kısa bir hükümle fena addediyoruz!..
  • Bir fikir adamı, kafası adamakıllı teşekkül etmeden, İstanbul’dan ayrılamaz... Kültür merkezimiz, maalesef, şimdilik bir tane... Ve o da İstanbul... Dışarda dimağların inkişafının nasıl yavaşlayıp durduğunu görüyoruz... Tatillerde gelen arkadaşlara bir bakmak kâfi...





Friday, April 4, 2014

Bir Kaçırılma Öyküsü


Muhafızların ortak yanı, tam bir kadercilikti. Genç öleceklerini biliyor, bunu kabulleniyorlardı; yalnızca o ânı yaşamak ilgilendiriyordu onları. Yaptıkları iğrenç iş için kendi kendilerine verdikleri mazeretler, ailelerine yardım etmek, güzel giysiler almak, motosiklet sahibi olmak ve her şeyden fazla taptıkları, uğruna ölmeye hazır oldukları annelerinin mutluluğunu gözetmekti. Onlar da kaçırdıkları kişiler gibi aynı İlahi Çocuk’la aynı Yardıma Koşan Meryem Ana’ya dört elle sarılıyorlardı. Kendilerini koruyup merhamet etsin diye yalvarmak için sapıkça bir sofulukla onlara her gün dua ediyorlar, işledikleri suçların başarısına yardımcı olsunlar diye adaklar adıyorlardı.

***
Uyuşturucu kaçakçıları, yıllar önce, büyük bir saygınlık içinde el üstünde tutulurlardı. İşledikleri suçlar tümüyle cezasız kalıyor, hatta marjinal çocukluk yıllarını geçirmiş oldukları kenar mahallelerde yaptıkları hayır işleri nedeniyle biraz da halkın beğenisiyle karşılaşıyorlardı. Biri çıkıp da onları tutuklamak isteyecek olsa, köşedeki polis memurunu onu yakalamaya göndermesi yeterli olabilirdi. Ama Kolombiya toplumunun büyük bir bölümü, beğeniye fazlasıyla benzeyen bir merak ve ilgiyle bakıyordu onlara. Politikacılar, sanayiciler, tüccarlar, gazeteciler, hatta sokaktaki en basit işsiz adam, Pablo Escobar’ın, giriş kapısında ilk parti kokainin ihraç edildiği küçük uçağın ulusal bir anıt gibi sergilendiği, içinde de ta Afrika’dan getirttiği canlı zürafalarla hipopotamları beslediği bir hayvanat bahçesinin bulunduğu, Medellin yakınlarında Napoli çiftliğindeki sürekli cümbüşe katılıyorlardı.

Escobar, talihinin yaver gitmesi ve gizliliği koruması sayesinde bu işten galip çıkmış, yer altından her şeye egemen olan bir efsaneye dönüşmüştü. Kendine özgü üsluptaki bildirileri ve kusursuz önlemleri, sonunda gerçeklere öylesine benzemişti ki, gerçeklerle karıştırılır olmuştu. Görkeminin doruğundayken, Medellin’in beldelerinde onun portresini taşıyan mihraplar açılmış, kandiller yakılmıştı. Ülkenin tarihinde hiçbir Kolombiyalı, kamuoyunu koşullandırmakta onun kadar yetenek sahibi asla olmamıştı. Hiç kimse ondaki kadar büyük bir rüşvet gücüne de sahip olmamıştı.

Kişiliğinin en tedirgin edici ve yakıcı yanı, iyiyle kötü arasında ayrım yapabilecek kadar hoşgörüden tümüyle yoksun oluşuydu.



Kur’an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali [Ali Ünal] 119 – İnsanın Yüklendiği Emanet

Ahzâb Sûresi 72’nci âyette sözü edilen emanet, insanlığın yeryüzündeki hilâfet fonksiyonu ve Allah’ın dinini tatbik sorumluluğu manâsını da taşımakla birlikte, sadece bunlarla sınırlanamaz. Çünkü cinlerin de aynı sorumluluğu vardır. Dolayısıyla, buradaki emanetten asıl maksat, insanları başka varlıklardan ayıran ve onu o yapan ana unsurlardır; irade, akıl, düşünce ve beyan kabiliyeti ve –yine bunların cinlerde de olduğunu hesaba katarsak– insan benliği, yani egosu, yani insan olmadır.

Allah, Zâtı, sıfatları ve isimleriyle sonsuzdur. Sonsuz bir şeyin bilinmesi mümkün değildir. Fakat O, Ma’rûf da olması hasebiyle, tanınan, tanınması Zâtı’nın sıfatı, ismi, bu sıfat ve ismin muktezası olan bir varlıktır. Bu sebeple, O’nu gerektiği gibi tanıyabilecek bir varlığın bulunması gerekir. İşte Cenab–ı Allah (c.c.), bunun için her şeyi kuşatan sonsuz sıfat ve isimlerinin önüne farazî bir hat çekmiş ve Kendi’nde olan sıfat ve isimleri(n en azından pek çoğunun) tecellisiyle, yaratılmışlar içinde en kapsamlı bir varlık da olsa, onları yine ancak sınırlı ve kapasitesi ölçüsünde yansıtabilecek bir varlık olarak insanı yaratmıştır. Kısaca insan, Cenab-ı Allah’ın sıfat ve isimleriyle kendisinde en kapsamlı olarak tecelli buyurduğu, Allah’a en kapsamlı bir ayna, O’nu hem tanıyan hem tanıtan, O’nu tanımada hem özne hem nesne olan bir varlıktır. Varlığı kendinden olmayan, sınırlı ve kendisi dışında hazırlanmış pek çok mecburî şartla çevrili bir varlık için bundan daha büyük bir şeref düşünülemez. İşte, bütün özellikleriyle insanın bu kendi oluşuna insan benliği, nefs veya ego diyoruz ki, âyette sözü edilen “Emanet” öncelikle buna bakmaktadır.

Cenab-ı Allah (c.c.), varlığı bütünüyle Kendi’nden, her şeyden bağımsız ve mutlak müstağnî Zât-ı Ecell ve A’lâ olarak tam bir istiklâliyete sahiptir. İstiklâliyet, O’nun ayrılmaz vasfıdır. Bu bakımdan O, hiçbir şekilde ve hiçbir noktada eş, ortak ve benzer kabul etmez. Eşi, ortağı ve benzeri olmak, ancak varlığı kendinden olmayan, başkasına muhtaç bulunan, eksik, kusurlu varlıklar, yani yaratılmışlar için söz konusudur. Ne var ki, Cenab-ı Zât-ı Ecell ve A’lâ’ya ayna olan insan, O’nun mutlak bağımsızlık ve istiğnâ hususiyetlerinin yansımasını da kendinde bulduğundan, kendisini, sanki varlığı kendinden, hiçbir şeye muhtaç değil, her şeyi bilir, her şeyi dileyebilir, her dilediğini yapabilir sanma gafletine düşer. Bu onun, âyette ifade edilen ve mutlaka giderilmeye muhtaç zalim ve cahil oluşudur. Oysa insan, arz edildiği gibi, sonludur, varlığı kendinden değildir; bilgisi, iradesi, gücü son derece sınırlıdır. Özellikle müsbet işlerde, yani ortaya olumlu bir şey koyma hususunda oldukça âcizdir. İşte bu yanıyla ve bu yanının yaratılmış, varlığını, hayatının devamını, hayatta kalmasını başkasına muhtaç bulunması hasebiyle o, Allah’ın sonsuzluğuna, mutlak İlim, İrade ve Kudreti’ne aynalık eder ve aynalık etsin, bu ayna olma hususiyetini kavrasın diye yaratılmıştır. Dolayısıyla onun bu yanını iyi kavraması, bu yanının geliştirilmesi ve hayatını bu istikamette sürdürmesi gerekir. İcat ve müsbet bir sonuç ortaya koyma cihetinde olabildiğince âciz olan insan, o da kolay olduğu için tahrip konusunda ise bütün varlıkları geride bırakır. Dolayısıyla o, bu yanı itibariyle terbiye ve disipline edilmeye, yani eğitime muhtaçtır.

Ne var ki, tarih boyu insan ve insanların çoğu, genellikle zulüm ve cehalet üzerinde yürümüş, yanlış ölçmüş, yanlış tartmış, Cenab-ı Allah’ı tanımamış, arzularına, geçici dünya hayatının cazibelerine tâbi olmuş, kendindeki birtakım kabiliyetleri, kendine bahşedilen başarıları kendinden bilmiş, böylece kendini âdeta bir ilâh mertebesine yükseltmiş ve gücü elde ettiğinde de, başka insanlar ve varlıklar üzerinde rablık, hattâ ilâhlık taslamıştır. Bütün bu yaptıklarına gerekçe bulma maksadıyla da kendince dinler, sistemler üretmiş, kendi suçuna ortaklar arayarak başka sözde ilâhlar, rabler uydurmuştur. Böylece zulmetmiş ve daima cahilce davranmıştır. İnsanlık tarihindeki bütün çatışmaların, zulümlerin, haksızlıkların, fitne ve bozgunculukların, bölünüp parçalanmaların, sömürünün altında yatan ana sebep budur.

Buna karşılık Cenab-ı Allah (c.c.), insana aslî hususiyetini, yaratılmaktaki maksadı hatırlatmak ve bu maksat istikametinde bir hayat sürüp, dünyada da Âhiret’te de hem fert hem toplum olarak âhenktar ve mesut bir hayat sürebilmesi için peygamberler göndermiş, kitaplar indirmiş ve “Din” adı altında insanların takip etmesi gereken yolu çizmiştir. Ne var ki, kendine mağlûp, zulüm ve cehaletinde direten insanlar, peygamberlere, Allah’ın dinine ve gönderdiği kitaplara karşı çıkmış, buna karşılık pek çok insan da inanmış, insanın bizzat kendi içinde yaşadığı Allah’a iman ve itaatle kendine veya kendisinin, kendisi gibi olanların icat ettiği sözde tanrılara ve dinlere veya din görünümlü sistemlere itaat arasında verdiği tercih mücadelesi topluma da yansımakla, tarih bir bakıma bu mücadelenin sahnesi veya mücadele süreci olmuştur. Ve insanın yaratılmasıyla birlikte başlayan ve insanları genelde iki kanala taşıyıp, peygamberler ve vârislerince temsil edilen kanalla Cennet’e, Firavunlar, Karunlar, Hâmânlar ve takipçilerince temsil edilen kanalla da Cehennem’e uzanan bu süreç, denebilir ki Âhiret’te de neticeleri olan Cennet ve Cehennem şeklinde sonsuza değin devam edecektir.



Kur’an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali [Ali Ünal] 118 – Ruh ve Vücut

Ruh, hiçbir zaman fâni dünya hayatı ile tatmin olmaz; çünkü o, bu dünyaya ait ve bu zamanla sınırlı değildir. O, sürekli sonsuzluk peşindedir. Saflaşmamış ve gelişmemiş bir ruhta bu, çok defa dünyada ebedî kalma arzusu ve zamanın akıp gitmesine, yaşlanmaya karşı hüzün şeklinde yansır. Gerçekte o, sonsuzu aramaktadır ve onun peşindedir.

Vücut, ruhun evi ise de, elbisesi değildir. Ruhun kendine ait bir kılıfı vardır ve o, ölümle bedeni terkettiğinde çıplak kalmaz. Bu kılıf, vücudun silueti gibidir; yani her şahsın ruhunun kılıfı, o şahsın iki boyutlu şeklini andırır. Cismaniyetlerini aşmış insanlar, aynı anda değişik yerlerde görünebilirler ki, onlar olarak görünen, işte ruhun, kılıfıyla farklı yerlerde yansıması veya tezahürüdür.



Kur’an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali [Ali Ünal] 117 – Ümmî Peygamber


Hz. Peygamber aleyhissalâtü vesselâm, iki kısa seyahat dışında Arap Yarımadası dışına çıkmadı. Seyahatlerinden ilkini daha çocuk denecek yaşta iken amcası Ebû Talip’le yaptı. Diğerini 30’unu aştığı bir zamanda Hz. Hatice’nin mallarını satmak gayesiyle gerçekleştirdi. 25 yaşında iken, o anda 40 yaşına varmış dul bir kadın olan Hz. Hatice ile evlenmişti ve 25 yıl bu mübarek kadınla yaşadı. Okuma yazma bilmediğinden Yahudilerin ve Hıristiyanların dinî kitaplarından da habersizdi. Sonra, Mekke Yahudi ve Hıristiyan dinî düşüncesinin girmediği putperest bir şehirdi. Bu dönemden günümüze kadar gelmiş olan Arap edebiyatında Yahudi ve Hıristiyan düşüncesinden eser görülmez. Hz. İbrahim’in sisler arkasında kalmış dininden kırıntılar barındıran Hanifler bile, Yahudilik ve Hıristiyanlık’tan etkilenmiş değillerdi. Hz. Muhammed aleyhissalâtü vesselâm, o devirde pek yaygın olan şiir ve hitabetin hiçbir şekline de katılmamıştı. Devrin yazılı kültüründen habersiz, sözlü kültürüne bigâneydi. Devrinin insanlarından farkı üstün ahlâkı, güvenilirliği, dürüstlüğü, doğruluğu, şahsiyetinin bütünlüğü, putlardan ve onlara tapmaktan nefret etmesiydi. Hiç yalan söylememişti. Gayet nazikti; ağzından incitici ve kaba hiçbir kelime çıkmazdı. Çekici bir şahsiyeti vardı ve tavırları pek ince idi; kendisiyle karşılaşanlar hemen cazibesine tutulurlardı. Halkla münasebetlerinde âdil, diğergâm ve hassastı. Kimseyi aldatmamış ve sözünden döndüğü görülmemişti. Bir süre uğraştığı ticaret işlerinde emniyeti sarsıcı hiçbir muameleye girmemişti. Herkes ona el-Emîn derdi; peygamberliğinden sonra O’nun en amansız düşmanı kesilenler bile emanetlerini ona yatırırlardı. İliklerine kadar mağrur ve güvenilmez bir toplumda O, emniyetin ve tevazuun sembolüydü. İçki ve kumarın fazilet kabul edildiği memlekette ağzına hiç içki koymamış ve asla kumar oynamamıştı.



Kur’an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali [Ali Ünal] 116

Diğer semavî kitaplarda olduğu gibi Kur’ân-ı Kerim’- de de çok yerde hitabın erkeklere olması, kadınlar için menfî bir ayırımcılık değil, bilhassa toplumu ve toplum idaresini ilgilendiren hususlarda erkeklerin vazife ve sorumluluklarının daha fazla olmasından dolayı, bir de dilin özelliği gereğidir. Bütün dillerde, insan cinsinden ve kadınlarla erkeklerin bir arada bulunduğu bir topluluktan bahsedildiği yerlerde erkek zamiri kullanılır. Bu, arz edildiği gibi, erkeklerin toplum hayatında kadınlar üzerinde sahip bulundukları vazife ve sorumluluklarından kaynaklanan bir derece gereğidir. Yoksa, erkek olmaktan kaynaklanan bir üstünlükten dolayı değildir.



Kur’an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali [Ali Ünal] 115

İslâm, savaşa izin vermekle hiçbir dinden, ideolojiden veya sistemden özür dileyecek değildir. Tam tersine, diğerlerinin İslâm’a özür ve teşekkür borcu vardır. Her şeyden önce İslâm, evrensel sulhü esas alır ve gaye edinir. İnsanlık tarihinin ve beşerî mahiyetin bir realitesi olarak savaş, bazen bu gayeyi gerçekleştirmede vasıta olur. Kur’ân’ın (Her ne kadar savaş sizin için istenmeyen bir şey ise de,) fitne (küfür ve şirkin hakimiyetinin meydana getirdiği zulüm, baskı ve kaos ortamı), savaştan, insan öldürmeden daha beter bir durumdur (Bakara Sûresi/2: 191); (Her zaman için) fitne,savaştan, insan öldürmekten daha ağır bir durum ve daha büyük bir vebaldir (Bakara Sûresi/2: 217) ifadelerinde buyurulduğu gibi, savaşı ve kargaşayı doğuran ortam ve şartlar, her zaman savaştan daha kötüdür ve dolayısıyla bu ortamı yok etmek için savaş bazen kaçınılmaz hale gelir.

Burada bazı gerçekleri dile getirecek olursak: Mevcut İncillerde savaş için kuralların bulunmaması, Hıristiyan dünyada savaşların daha kanlı ve daha acımasız olmasına yol açmıştır. Ayrıca denebilir ki, tarihî Haçlı seferlerinden ayrı olarak Hrısitiyanlık, önceki asırlarda dünyanın 4’te 3’ünün batılı güçlerce sömürgeleştirilmesinde öncü rolü oynamış, en azından buna destek vermiştir. Graham Fuller ve Ian Lesser (Kuşatılanlar-Islam ve Batı’nin Jeopolitiği, trans. Ö. Arikan, Istanbul, 1996), sadece 20’nci asırda Hıristiyanların elinde ölen Müslüman sayısının 14 asırlık İslâm tarihinde Müslümanların elinde ölen Hıristiyan sayısından çok daha fazla olduğunu kaydederler. İslâm, Medine’de daha bir tomurcuk halinde iken 3.000 kişilik kuvvetiyle Mute’de 100.000 kişilik Bizans ordusunu karşılamak zorunda kaldı. Hemen bir yıl sonra, Peygamber Efendimiz aleyhissalâtü vesselâm, Bizans saldırısını karşılamak için bütün gücünü seferber etme mecburiyeti duydu –ki Tebuk Seferi olarak tarihe geçen bu hadise, bu sûrenin ele aldığı konulardan biridir. Bundan 3 yıl sonra da Yermuk’ta İslâm ve Bizans güçleri karşı karşıya gelmiş ve bu karşılaşma, Bizans’ın kesin mağlûbiyetiyle sonuçlanmıştır.

Sadece Ahd-i Atik’ten yapacağımız bir-iki iktibas, Yahudiliğin savaş karşısındaki konumunu anlamaya ve onu İslâmınkiyle karşılaştırmaya yeter: “Ve Sihon, kendisi ve bütün kavmi Yahatsta cenk için karşımıza çıktı. Ve Allahımız Rab, önümüzde onu ele verdi; ve onu, ve oğullarını, ve bütün kavmini vurduk. O vakit onun bütün şehirlerini aldık, ve her şehri erkekler, ve kadınlar, ve çocuklarla beraber tamamen yok ettik; arta kalan kimse bırakmadık; kendimiz için ancak hayvanları ve aldığımız şehirlerin malını çapul ettik... Ve Allahımız Rab, Başan kralı Og’u da, bütün kavmini de elimize verdi; ve kimsesi kalmayıncaya kadar onu vurduk. O vakit, bütün şehirlerini, altmış şehri, bütün Argop havalisini, Başanda Ogun ülkesini aldık... ve Heşbon kralı Sihon’a yaptığımız gibi, her şehri erkekler, kadınlar ve çocuklarla beraber yok ederek, onları tamamen harap ettik. Fakat kendimiz için bütün hayvanları ve şehirlerin malını çapul ettik.” (Tesniye, 2: 32–35; 3: 3–4, 6)

Meselenin diğer yanına gelince: Sovyet ve Çin komünist devrimlerinde öldürülen onmilyonlarca insandan sorumlu olan İslâm değildir. Modern zamanlarda dünyanın pek çok ülkesinde girişilen kitle katliamlarından, Macaristan ve Çekoslovakya’daki hürriyet hareketlerinin vahşice bastırılmasından sorumlu İslâm değildir. Fransızlara karşı verilen Cezayir bağımsızlık savaşında ölen 1.500.000 insanın sorumlusu İslâm değildir. Amerika’yı, savaş sırası ve sonrasında 4–5.000.000 insanın ölümüne yol açan Vietnam macerasına iten İslâm değildir. Pek çoğu sivil, kadın, yaşlı ve çocuk olmak üzere, 60.000.000’dan fazla cana, hesap edilemeyecek servete mal olan, milyonların evsiz, barksız, yetim ve dul kalmasına yol açan iki dünya savaşından sorumlu İslâm değildir. Küresel hegemonyanın devamı için bilimin, nükleer ve daha başka kitle imha silahları üretimi için kullanılmasından ve bunların insanlar üzerinde denenmesinden sorumlu İslâm değildir. Amerika’da ve Avustralya’da on milyonlarca yerlinin ortadan kaldırılmasından sorumlu İslâm değildir. Önceki asırların en önemli iki olgusu olan ve üstü kapalı olarak halâ devam eden küresel sömürgeleştirmeden, bir de on milyonlarca insanın hayatına mal olan köle ticaretinden sorumlu İslâm değildir. Hitler, Stalin ve Musolini gibi savaş canavarlarını yetiştiren, komünist, faşist ve nazist ideolojileri doğuran İslâm olmadığı gibi, bu kişilerin ve ideolojilerin neş’et ettiği dünya da İslâm dünyası değildir. Bunlar gibi, Müslüman ülkelerde bu ülkelerin başına idareci olarak yerleştirilen despot krallardan, başkanlardan ve onların zulüm ve katliamlarından doğrudan sorumlu olan asla İslâm ve Müslümanlar değildir. Her türlü iddiaya rağmen, modern terörizmden, mafya teşkilatlanmalarından, esrar, silah gibi beynelmilel kaçakçılık hadiselerinden sorumlu asla İslâm ve Müslümanlar değildir.



Kur’an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali [Ali Ünal] 114


Batı’da, kısmen İslâm’a grup grup dehaletlere mukabil İslâm’dan başka dinlere girmenin çok az rastlanması vakıasının yol açtığı kompleks, kısmen de İslâm hakkındaki peşin hükümler sebebiyle İslâm’ın kılıç dini olduğu ve kılıç zoruyla yayıldığı ortaya atılmış, fakat bu iddia bizzat yine insaflı ve önyargısız Batılı yazar ve araştırmacılar tarafından reddedilmiştir.

Stanley-Lane Poole, “Bazıları, İslâm’ın coşkun zaferini kılıca bağlamaya çalışagelmiştir; fakat bunlar, Carlyle’ın kesin cevabını unutuyorlar: ‘Siz de haydi hemen kılıca sarılın ve bakın bakalım, oluyor mu?” der. Poole, İslâm’ın yayılmasındaki başlıca faktör olarak İslâm’ın bizzat kendisini, ana mahiyetini gösterir. İslâm tasavvufu üzerinde çalışmış bulunan A. J. Arberry, İslâm’ın yayılışını taşıdığı dinî değerlere bağlar. İslâm hakkında peşin fikirleri bulunan müsteşrik Brockelman bile, İslâm’ın yayılmasının birinci derecedeki sebebini onun taşıdığı dinî muhteva ve saf Tevhid akidesinde görür. İslâm’ın yayılışını, İngiliz mühtedîlerden Pictkhal, onun dinî ve fikrî muhtevası, Rosenthal hayatı kuşatan hukuk veya fıkıh sistemiyle açıklar.



Kur’an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali [Ali Ünal] 113

Hz. İsa savaşmamış ve ilk dönemlerinde Hıristiyanlık, aslî bir prensip olarak savaşı reddetmiştir. Hıristiyan dünyanın zaferleri ise, ancak Hıristiyanlığı Kilise’nin dört duvarları arasına hapsettikten sonra, dinin gücüyle değil, bilim ve teknolojinin gücüyle gerçekleşmiştir. Dinin gücüyle zafer kazanan sadece İslâm ve Müslümanlar olmuştur. İnanç ve fikir planında bütün dinlere her zaman galebe çalmış olan İslâm, en olumsuz şartlarda dahi yayılmasını sürdürebilirken, Hıristiyanlık, her türlü imkânlarına rağmen, maddî planda geriledikleri bir zamanda bile Müslümanlar içinde yayılamamıştır.



Hz. Abdullah ibn Selâm



“Öz çocuklarımdan şüphelenebilirim, çünkü karım beni aldatmış olabilir. Fakat, Muhammed’in son peygamber olduğuna hiç şüphem yok.”



Kur’an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali [Ali Ünal] 112: Hümeze Sûresi’nden – İnsanları Ayıplayıp Çekiştiren...


İnsanları ayıplayıp çekiştiren, jest ve mimiklerle onlarla alay eden her bir insanın vay haline! Servet biriktirip, sonra da (muhtaçları düşünmeden hırs ve tutkuyla) onu sayar durur (ve servetim var diye başkalarını küçümser). Sanır ki, malı kendisini ölümsüzleştirecek. Hayır, asla! Kesinlikle Hutame’ye fırlatılıp atılacaktır o. (Hümeze 1-4)



Kur’an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali [Ali Ünal] 111: Zilzal Sûresi’nden 3 – Zerre



Her kim de zerre ağırlığınca bir kötülük işlerse, o da onu(n karşılığını) görür. (Zilzal 8)

İnsan, her ne işlerse işlesin, Allah hepsini görür ve kaydettirir. Hem dünyada hem de Âhiret’te herkes yaptığının neticesiyle karşılaşır. Şu kadar ki, mü’minler dünyadaki iyiliklerinin karşılığını, bunlar dünyada da kısmen karşılıksız bırakılmamakla birlikte, genellikle Âhiret’te görürken, inkârcılar iyiliklerinin bütün karşılığını dünyada alırlar; kötülükleri ise, derecesine göre dünyada da karşılıksız kalmasa bile, karşılıkları verilmek üzere daha çok Âhiret’e bırakılır. Âhiret’te herkese dünyada yaptıkları birbir gösterilecektir. Bununla birlikte, Allah iyilikleri asla karşılıksız bırakmazken, kötülüklerin ise, küfür ve şirk dışında bir kısmından, hattâ çoğundan tevbesiz ve/veya tevbe sonucu geçivermektedir. O, mü’minlerin bazı günahlarını da Âhiret’te affedecektir. Her halükârda affedilmeyen günahlar ise, elbette karşılığını bulacaktır.



Kur’an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali [Ali Ünal] 110: Zilzal Sûresi’nden 2 - Önderler


O gün insanlar, (dünyadaki işleri) kendilerine gösterilmek üzere mezarlarından çıkıp, ayrı ayrı, gruplar halinde giderler. (Zilzal 6)

Herkes, Mahkeme-i Kübra’nın karşısına tek başına çıkacak ve dünyadaki yaptıklarından sorguya çekilecektir (En’âm Sûresi/6: 94; Kehf Sûresi/18: 48). Ayrıca, Cennetlikler ve Cehennemlikler olarak ayrılacak; Cennetlikler de, Allah’a en yakın olanlar (Mukarrebûn) ve Ashab-ı Yemîn şeklinde iki ana grup olacaktır. Âhiret Günü’nün bir bölümünde veya Âhiret’in bir sahnesinde insanlar gruplar halinde, dünyada iken önder tanıdıklarının arkasında çağrılacaklardır (İsrâ Sûresi/17: 71). Âyet, bütün bu manâları birden ifade etmektedir. 



Kur’an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali [Ali Ünal] 109: Zilzal Sûresi’nden – Sur’a Üflenince

Dünyanın yıkılması esnasında yer Sûr’un üflenmesiyle (Nâziât Sûresi-79: 6) çok şiddetli şekilde sarsılacak (Vâkıa Sûresi/56: 4), dağlar etrafa dağılmış kum yığınları gibi olacak (Müzzemmil Sûresi/73: 14), yer, içindekileri atıp boşalacak (İnşikâk Sûresi/84: 3) ve dümdüz hale gelecektir (İnşikâk Sûresi/84: 4). Dünyanın bu yıkılışı esnasında, yerin içinde ne varsa –maden, define ve ölü vücutları vb.– dışarı atılacaktır. Sonra, Sûr’a birinci üflemeyi ikincisi takip edecek (Nâziât Sûresi/79: 7), ölüler diriltilip, mecburî istikamet olarak Mahşer Yeri’ne doğru hızla yol alacaklardır (Kâf Sûresi/50: 44, Meâric Sûresi/70: 43). Kâfir olarak ölenler, dünyanın hem yıkılışının hem de yeniden yapılışının dehşetini yaşayacaklardır.



Kur’an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali [Ali Ünal] 108: Alâk Sûresi’nden – Din ve Bilim


Kâinata ve insana Allah’ın masnuatı olarak bakmayan, onları tevhid noktasında ele almayan ve imanın menşurunda incelemeyen bir bilim adamı parçalı bakış açısından kurtulamayacak, kâinatın dış görünüş itibariyle sergilediği ‘kesret’te boğulup gidecek, eşya arasındaki vahdet rabıtalarını göremeyecek ve bilim neticede kendisini de, kendisiyle birlikte insanlığı da felâkete götüren bir vasıta olacaktır. Nitekim, Din dışı bir faaliyet olarak görülen ve kendi sahasına Din’i sokmayan bilim, tarihin şu son diliminin şahit olduğu üzere, çok küçük bir azınlığa maddî refah getirmişse de, yol açtığı inkâr ve dolayısıyla huzursuzluk, güvensizlik ve mutsuzluk fırtına ve girdaplarının yanısıra, insanlık tarihinde görülmemiş bir sömürü, zengin–fakir uçurumu, sonu gelmez savaş ve çatışmalar, menfaat çekişmeleri, çıkan savaşlarda milyonlarca ve bir defada on binlerce, yüz binlerce insanın ölümü, milletler ve toplum katmanları arasında rekabet ve derin yaralar, korkunç bir çevre kirlenmesi, fıtrata ve yaratılışa müdahale gibi pek çok felâkete de sebep olabilmekte, en azından bunları önleyememektedir. Dolayısıyla, bilim ve Din’in iki ayrı sahaya hitap eden iki ayrı ve farklı disiplin olarak görülmekten kurtarılması, günümüz insanlığının önünde, onun bugününü de yarınını da temelden ilgilendiren çok önemli bir husustur.



Kur’an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali [Ali Ünal] 107: Beled Sûresi’nden – Mal Sevgisi


Ve malı pek çok seviyor ve yığdıkça yığıyorsunuz. (Beled 20)



Kur’an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali [Ali Ünal] 106: Ğaşiye Sûresi’nden – Boş Söz


Orada hiç boş söz işitmezler. (Ğaşiye 11)

Burada Cennet nimeti olarak önce orada boş sözün olmayacağının zikredilmesi hayli önemlidir. Bu demektir ki, Cennet ehli, kendilerini ehl–i dünyanın dünyada eğlendirdiği gibi eğlendirmeyecektir. Nasıl Cennet ehli her bakımdan pak olacağı gibi, Cennet’in bütün nimetleri de pak ve çok yüce olacaktır. Âyet, boş söz, manâsız eğlence gibi vakit harcamalara karşı bir ikaz da ihtiva etmektedir.

Kur’an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali [Ali Ünal] 105: A’lâ Sûresi’nden – Tebliğciye Nasihat


Biz, her hususta gayeni en kolay şekilde gerçekleştirmen için yürümen gereken yolu sana kolaylaştıracağız. Öyleyse sen, nasihat ve hatırlatmanın fayda vereceği her durumda nasihat et ve hatırlat. (A’lâ 8-9)



Kur’an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali [Ali Ünal] 104: Nebe Sûresi’nden – Kur’an ve Bilim

... Kur’ân, bu tür vaka ve vakıaları, İlâhî Zât’ı, O’nun sıfatlarını ve isimlerini tanıtmak için zikretmektedir. Yaratıcısını tanıtmak için kâinat kitabının manâsını açıklamakta, dolayısıyla, kâinatı Yaratıcısı adına, O’nu tanıtmak maksadıyla konu edinmektedir. Modern bilim ise, kâinatı kâinat olarak ve kendi adına ele almakta, dolayısıyla sadece bilim adamlarına seslenmektedir. Buna karşılık Kur’ân, bütün insanları ve cinleri muhatap edinmekte ve onları irşad gayesi gütmektedir. İrşad, yani aydınlatma ve yol gösterme ise, sunduğu delilleriyle birlikte anlaşılır olmalıdır. İnsanların ve cinlerin çoğu avam olduğundan, Kur’ân irşad için onlara onların anlayacağı şekilde hitap eder, ona göre bir dil kullanır, fakat bundan her seviyedeki insan alacağını alır. Kur’ân’ın taklit edilemez mucizevî yanlarından birisi de işte budur.

Bundandır ki Kur’ân, güneş için lamba tabirini kullanır. Çünkü o, güneşten onun kendi adına, fizikî hususiyetleriyle bahsetmez. Ama ondan, insanla münasebeti ve insana olan faydası açısından, insana Rabbini tanıtması noktasında bahseder. İnsana gerekli olan da budur. Güneşi, kâinattaki, en azından güneş sistemindeki çarkın zembereği, ana mihveri, kâinattaki veya sistemindeki düzenin merkezi olarak takdim eder. Sistem ve düzen ise, Yaratıcı’yı tanımanın yollarından ikisidir. Güneşi lamba olarak anmakla da, dünyanın insanlara lambası güneş olan bir saray gibi olduğunu, içindeki eşyanın ise insanın ve diğer canlıların hayatı için gerekli malzemeyi teşkil ettiğini hatırlatır. Böylece de Yaratıcı’nın ihsan, rahmet ve fazlını nazara verir.


Kur’an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali [Ali Ünal] 103: Kıyamet Sûresi’nden – Nefis

Nefis terbiyesi, özellikle İlâhî Din(ler)de oldukça önemlidir. Bu terbiye veya eğitim, İslâm’da bazı okullara göre on, daha başka okullara ve birtakım Kur’ân âyetlerinin işaretlerine göre yedi basamakta ele alınır:

Eğer nefis, tamamen kendi zevklerini veya bedenî arzuları düşünür, her şeye rağmen onları doyurmanın peşine düşer ve ahlâkî kaygı taşımadan bir hayat sürerse, böyle nefse nefs-i emmâre (sürekli olarak kötülüğü emreden nefs) denir. Eğer nefis, davranışlarında iyi ile kötüyü nazara alıyor, sürekli iyiyi hedef edinmekle birlikte zaman zaman kötülüğe, günaha düşüyor ve bundan dolayı kendisini de kınayıp tevbeye yöneliyorsa, bu nefis, nefs-i levvâme (kendisini kınayan nefis)tir. Eğer nefis, kötülükler ve günahlar karşısında dikkatli, onlara belki çok nadir düşüyor ve kazandığı arınma seviyesi karşılığında İlâhî ilhama açık bir seviyeye ulaşmışsa bu nefis, nefs-i mülhime (ilhama mahzar nefis) olarak adlandırılır. Eğer nefis, artık bütün zevkini, tatminini Allah’a ibadetten, sürekli O’nunla olmak ve O’nu anmaktan alıyorsa, bu seviyeye ulaşmış olan nefis, nefs-i mutmainne (doyuma ulaşmış nefis) olarak nitelendirilir. Artık kendi tercihlerini, iradesini bütünüyle Allah’ın İradesi’nde eritmiş, âdeta İlâhî İrade’nin gerçekleşme vasıtası haline gelmiş ve O’nun her tasarrufuna gönül hoşnutluğuyla kabullenen nefse nefs-i raziye (rıza mertebesine ulaşmış nefis) denmektedir. Bütün maksadı Allah’ı razı etmek olan ve “Rabbim, ben Sen’den razıyım, Sen de benden razı ol!” hedefiyle hareket eden nefis, nefs-i marziyye (Allah’ın kendisinden razı olduğu nefis)tir. Nihayet, bütün kötülüklerden tamamıyla arınmış, günahlara kapalı, İlâhî ahlâk ve sıfatlarla bezenmiş nefse nefs-i zekiyye veya nefs-i safiye (tamamen arınmış, safiyet kazanmış nefis) denir.

Ahlâk Güzelliği


Bir insan, ibadetle katedemediği mesafeleri ahlâk güzelliğiyle kateder.


Hadis-i Şerif

Kur’an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali [Ali Ünal] 102: Mülk Sûresi’nden 2 – Tevhid

Çevremizdeki varlığa ve kendi varlığımıza sathî bir bakış bile Allah’ın inkârın muhal olduğunu ortaya koymaya yeter. Mekke müşrikleri de Allah’ı inkâr edemiyorlardı ve onlar O’nu inkâr davası güden modern ateist ve materyalistlerden daha akıllıydılar. Ama insan, nefsine mağlûbiyetle hayatını tanzim etmek, dilediğince yaşamak için kendi üzerinde güç olsun istemez. Bu sebeple de, hayatına yön verme adına kendisi ve çevresi üzerindeki hakimiyette Allah’a nefsini, heveslerini, arzularını ortak koşmaya girişir. Sonra da, bu suçluluğunu paylaşmak için daha başka nesnelere de rububiyet ve ilahlık verir. İşte bundan dolayıdır ki Kur’ân, Allah’ın birliği, Tevhid üzerinde ısrarla durur.

Kur’an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali [Ali Ünal] 101: Mülk Sûresi’nden – Ölüm

Ölüm, hayata son verme veya bir canlıdan hayatı sıyırıp alma demek değildir. Ölüm de hayat gibi yaratılmış olup, bir varlığı vardır. Allah canlı bir varlıkta ölümü yaratır ve o varlık ölür. Allah’ın yaratması her halükârda güzel olduğu için, ölüm de özü itibariyle güzeldir.



Kur’an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali [Ali Ünal] 100: Talak Sûresi’nden 2 – Medeni Kanun


Bediüzzaman, Türkiye’de büyük ölçüde İsviçre medeni kanunundan tercüme edilerek kabul edilen medenî kanunun, Müslüman erkeklerin eşlerine yaptıkları haksızlıklara ve onlarla münasebetlerinde Allah’ın koymuş olduğu sınırları çiğnemelerine karşı Şeriat-ı Tekvîniye’nin bir mukabelesi olduğunu ifade eder. 



Kur’an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali [Ali Ünal] 98: Teğabün Sûresi’nden 2 – Sakının!


Allah’a karşı gönülden saygılı olun ve O’na karşı gelmekten, dolayısıyla O’nun azabından ne kadar sakınabilirseniz o kadar sakının. (Teğabün 16)


Bu ifade, O’na karşı gelmekten ne ölçüde sakınmak gerekiyorsa, o ölçüde Allah’a karşı gelmekten sakının (Âl-i İmran Sûresi/3: 102) âyetiyle çelişmediği gibi, onu neshetmiş de değildir. İlâhî Zat olarak Allah’a ne ölçüde saygı duymak, ne ölçüde O’na karşı gelmekten sakınmak gerekiyorsa, O’na o ölçüde saygı duyup, o ölçüde O’ndan sakınmak gerekir. Çünkü O’nun Allah olması bunu gerektirir. Her makam, büyüklüğüne ve önemine nisbetle saygı ister. Bununla birlikte, her insanın, ötesine geçemeyeceği bir kapasitesi vardır. Fakat biz, kapasitemizin sınırlarını bilemeyiz, dolayısıyla bize düşen, Allah’a O’nun bizden istediği ölçüde, O’nun İlâhî Zat oluşu ölçüsünde saygı duymaya, o ölçüde O’na karşı gelmekten sakınmaya çalışmaktır. Bunu yapmamız, kapasitemizi sonuna kadar kullanmak demektir ve dolayısıyla bu iki âyet, birbirini tefsir etmektedir. 

Kur’an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali [Ali Ünal] 99: Talak Sûresi’nden – Saygının Neticesi


Kim Allah’a gönülden saygı duyar ve O’na karşı gelmekten sakınırsa, Allah onun (arada bir de olsa işlemekten kurtulamadığı) fenalıklarını, günahlarını siler ve onun mükâfatını çok büyük kılar. (Talak 5)



Kur’an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali [Ali Ünal] 97: Teğabün Sûresi’nden – Büyük Kazanç

O, büyük toplanma günü olan bir günde hepinizi bir araya getirecektir. (Bazıları için) kazanma, (bazıları için ise) kaybetme günüdür o gün. Kim Allah’a iman eder ve imanının gereği sağlam, yerinde ve ıslaha yönelik işler yaparsa, Allah onun (arada bir de olsa işlemekten kurtulamadığı) fenalıklarını, günahlarını siler ve onu, içlerinde ebediyen kalmak üzere, (ağaçlarının arasından ve köşklerinin) altından ırmaklar akan cennetlere koyar. Budur gerçekten çok büyük başarı, çok büyük kazanç.(Teğabün 9)



Kur’an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali [Ali Ünal] 96: Cum’a Sûresi’nden – Cuma Namazı



Cuma Namazı’nın, aynı zamanda bir sembol (şiar) olması ve Müslümanların siyasî bağımsızlığı ile de münasebeti bulunması açısından, diğer namazlardan ayrı olarak sıhhat şartları da söz konusudur. Âlimler, hilâfet-i tâmme denilen ilk Dört Halife döneminden sonra, özellikle İslâm içinde bölünmelerin, ayrı devletlerin başgösterdiği dönemde, İslâmî idareler hakim olmasına rağmen, bu sıhhat şartlarının tam yerine gelip gelmediğinden şüpheye düşmüşler, bu sebeple, vaktin eda edilmiş farz namazsız geçmemesi için farzdan sonraki dört rekat sünnetin arkasından zuhr–u âhir (sonraki–ikinci öğle) adıyla, Öğle Namazı’nın farzı gibi dört rekat bir namazın, arkasından da iki rekat vaktin sünneti adı altında bir namazın kılınmasının yerinde olacağı sonucuna varmışlardır. Dolayısıyla, borçlu kalmamak için bu namazların kılınması da gerekmektedir. 



Kur’an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali [Ali Ünal] 95: Haşir Sûresi’nden – İslam ve Ekonomi



Âyetteki o mallar, içinizdeki zenginler arasında devredip duran bir servet haline gelmesin ifadesi, İslâmî ekonomiyi ve içtimaî adaleti anlama bakımından son derece önemli düsturlardan biridir. İslâm, kişiye çalışıp hem kendi, hem de varsa geçiminden sorumlu olduğu kişilerin geçimini de sağlamasını emreder ve dilenmeyi asla tasvip etmez. Bununla birlikte, gerek sahip oldukları imkânlar, gerekse kabiliyet farklılıklarından dolayı insanlar ekonomik açıdan aynı seviyede değillerdir ve olamazlar da. Ama İslâm, perişan fakirlerin bulunduğu bir yerde çok fazla zenginlerin olmasını da asla istemez. Dolayısıyla, zekât, sadaka, bilerek bozulan ve ihtiyarlık, onulmaz hastalık gibi sebeplerle tutulamayan oruçların, yerine getirilmeyen veya bozulan yeminlerin, erkeklerin eşlerine yaptığı zıhar gibi meşrû olmayan davranışların kefareti gibi yollarla serveti toplum içinde mümkün olduğu kadar dağıtır ve toplum katmanları arasında bu şekilde kurduğu köprülerle onları birbirine yaklaştırır. Böylece, toplumda geçim standardına bir denge getirir. 



Kur’an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali [Ali Ünal] 95: Haşir Sûresi’nden – İslam ve Ekonomi



Âyetteki o mallar, içinizdeki zenginler arasında devredip duran bir servet haline gelmesin ifadesi, İslâmî ekonomiyi ve içtimaî adaleti anlama bakımından son derece önemli düsturlardan biridir. İslâm, kişiye çalışıp hem kendi, hem de varsa geçiminden sorumlu olduğu kişilerin geçimini de sağlamasını emreder ve dilenmeyi asla tasvip etmez. Bununla birlikte, gerek sahip oldukları imkânlar, gerekse kabiliyet farklılıklarından dolayı insanlar ekonomik açıdan aynı seviyede değillerdir ve olamazlar da. Ama İslâm, perişan fakirlerin bulunduğu bir yerde çok fazla zenginlerin olmasını da asla istemez. Dolayısıyla, zekât, sadaka, bilerek bozulan ve ihtiyarlık, onulmaz hastalık gibi sebeplerle tutulamayan oruçların, yerine getirilmeyen veya bozulan yeminlerin, erkeklerin eşlerine yaptığı zıhar gibi meşrû olmayan davranışların kefareti gibi yollarla serveti toplum içinde mümkün olduğu kadar dağıtır ve toplum katmanları arasında bu şekilde kurduğu köprülerle onları birbirine yaklaştırır. Böylece, toplumda geçim standardına bir denge getirir. 



Wednesday, April 2, 2014

Kur’an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali [Ali Ünal] 94: Hadid Sûresi’nden 3 – İrade ve Kader

İrademiz var, dolayısıyla birtakım yükümlülüklerle mükellefiz ve bu yükümlülüklerdeki ihmallerimizi, günahlarımızı Kader’e yükleyemeyiz. İrademiz var, dolayısıyla nefis, günahları Kader’e yükleyerek onların neticesinden kurtulamaz. Kader var, dolayısıyla iman ve takva ehli, iyiliklerini, güzel davranışlarını kendilerinden bilip, onlarla gurur duyamaz. Kader var, bir işte başarı gösterenler, servet ve makam sahipleri, başarılarını, servet ve makamlarını kendilerinden bilip, onlarla gurur duyamaz, övünemez.

Ayrıca, musibetlere ve başarısızlıklara da onlar sebebiyle gam çekmeyelim diye Kader açısından bakılır. Gerekeni, üzerimize düşeni yapmamız için geleceğe ve sorumluluklarımıza ise irademiz açısından yaklaşılır. İşte, insan iradesini inkâr eden Cebriye ile, insanın bütün yaptıklarını insanın kendisine veren ve onları Allah’ın takdir buyurup yarattığını kabul etmeyen Mutezile, bu gerçek köprüsünde el sıkışabilirler.


Din’de doğruyu bulmak için, her şeyi kendi yerinde ve kendi sınırları içinde değerlendirip, haddi aşmamak çok önemlidir. Meselâ, “dilediğini dilediği gibi yapma” iradesi ve kudretine sahip olan Allah, herkesi Cennet’e veya Cehennem’e koyabilir. Ama, adaleti herkesin hak ettiği yere gitmesini gerektirir. Hususî rahmeti, günahları ölçüsünde Cehennem’de kalması gereken mü’minlerden dilediklerini, hususî rahmetine lâyık olanları Cehennem’de yanmadan Cennet’e almayı gerektirebilir. Kısaca, Cenab-ı Allah’ın isim ve sıfatlarının tecellerindeki denge de dikkate alınmalıdır. 

Kur’an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali [Ali Ünal] 93: Hadid Sûresi’nden 2


  İyi bilin ki, dünya hayatı bir oyun, bir oyalanma, süsler edinme, (makam, mal, eşya, evlât, fizikî görünüm gibi dünyalıklarla) birbirinize karşı övünme ve daha fazla, daha iyi mal, daha fazla, daha iyi evlâda sahip olma yarışından ibarettir.Bir yağmur düşünün ki, onunla biten bitkiler çiftçilerin çok hoşuna gider. Ama sonra o bitkiler kurur da, onları sararıp solmuş görürsün; ardından da çerçöp haline gelirler. Dünya hayatı, işte böyledir. Âhiret’te ise ya şiddetli bir azap vardır veya Allah’tan (sürpriz mükâfatlarla dolu) bir bağışlanma ve rıza. Evet, dünya hayatı, bir aldanma metaından başka bir şey değildir. (Hadid 20)

·         Gerçekten iman etmiş olanlarla müttakîlerin kastedildiği, ancak takva ile kendini ortaya koyan imanın gerçek iman demek olduğusonucuna varabiliriz.



Kur’an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali [Ali Ünal] 92: Hadid Sûresi’nden

Ayetten (Hadid 12) anlaşıldığı üzere, mü’minler hesaptan sonra Cennet ve Cehennem’e uzanan yolun sağ tarafından giderken, bir sonraki âyetin işaret ettiği üzere (Hadid 13), amel defterlerini sollarından alacak olan münafıklar (ve kâfirler) yolun solundan Cehennem’e doğru ilerleyecek ve birden, küfür ve nifaklarından, kötülüklerinden kaynaklanan karanlık içinde geride kalıvereceklerdir. 



Kur’an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali [Ali Ünal] 91: Vâkı’a Sûresi’nden 2



“Eşlerine karşı sevgi dolu ve hep aynı yaşta.”(Vakı’a 37)

Aynı yaşta olmak demek, Cennet’te ya eşler birbirleriyle aynı yaşta olacaklar veya erkekler bir yaşta, kadınlar bir yaşta olacaklar demektir. Cennet’te erkeklerin 33, kadınların ise 18 yaşında olacaklarıyla ilgili rivayetler vardır.



Kur’an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali [Ali Ünal] 90: Vâkı’a Sûresi’nden



“Etraflarında ebedîliğe erdirilmiş çocuklar dolaşır.”(Vakı’a 17)

Bunlar, büluğ (ergenlik) çağına varmadan önce vefat etmiş çocuklar olacaktır. İnkârcıların büluğ çağına ulaşmadan vefat etmiş çocukları da Cennet’e alınacak ve Cennet ehline hizmet edeceklerdir.