Kur’ân’da akıl bir melekenin adı olarak değil, “akletme” şeklinde kalbin bir ameli ve fonksiyonu olarak geçer. Kalb, sebeple netice, müessirle eser arasındaki münasebet üzerinde düşünür; eserden müessire, müessirden esere, iki eserin birinden diğerine, aynı şekilden sebepten sonuca, sonuçtan sebebe, iki sonucun birinden diğerine yürüyerek (tümevarım, tümdengelim, kıyas) bir hükme varır. Ayrıca, insanı yanlıştan, günahtan ve zararlıdan sakınıp doğruya, sevaba ve faydalıya yönelmesi için ikaz eder; ortaya çıkan yeni durumlar, şartlar ve meseleler üzerinde İlâhî hükümler ve temel İslâmî düsturlar çerçevesinde çalışır ve bu yeni durum, şart ve meselelerin hayır mı şer mi, faydalı mı zararlı mı olduğu konusunda istidlâllerde (çıkarsama) bulunur. Eşya ve hadiselerdeki, İlâhî ahkâm ve İslâmî düsturlardaki illetleri ve hikmetleri kavramaya gayret eder. İşte, kalbin bütün bu fiillerine “akletme” denir. Akletmeyi gerçek anlamda gerçekleştirebilecek olan kalb, iman etmiş ve iman ışığında çalışan kalbdir. Kalb, imanda ne kadar mesafe almışsa, akletmede de o ölçüde mesafe alır. Netice olarak, Kur’ân’da akıl, bir fiildir, kalbin bir amelidir. Kalb ise, insanda gerçek veya mutlak bilginin yansıma yeridir, onun ışığında yeni bilgilere ulaşma melekesidir, ruhun merkezidir.
İmanın, inkârın, ilmin, her türlü manevî faaliyetin merkezi kalbdir. Modern anlayışta kalbin tam karşılığı yoktur; o ‘dimağ’dan ibaret değildir; ‘dimağ’, belki onun merkezlerinden biridir. Kalb, günahlarla, zulümle, yanlış bakış açısıyla ve kibir gibi kötü sıfatlarla kararır, katılaşır, mühürlenir, ölür. Nasıl ölülerin artık tekrar dünyaya gelmesi mümkün değildir, bunun gibi, bütünüyle ölmüş ve mühürlenmiş kalblerin dirilmesi de artık mümkün değildir. İman, öldürücü fiil ve sıfatlarla tam olarak kirlenmemiş ve henüz diriliği olan kalblere girer. Tefekkür, akletme, tezekkür, teemmül, tedebbür, tefekkür gibi fiiller, canlı bir kalbin ve kalbi canlı tutan, daha da canlandıran amelleridir, fonksiyonlarıdır.
Kalbin bir merkezi, bir de sem‘a ve basar adlarıyla dışa açılan iki penceresi vardır. Vahyi, kâinatın sesini, gerçeği duymak sem‘ın, görmek de basarın işidir. Bunlardan birincisinin elbette maddî kulak, diğerinin ise gözle münasebeti söz konusudur. Fakat, kalbin bu iki duyusu veya dışa açılan penceresi kapandığında, maddî göz ve kulak ne kadar görür ve duyar da olsa, artık kalb kör hale gelir; körelmiş kalbin bu iki duyusu da çalışmaz.
Duymak ve görmek ayrı, duyulanı ve görüleni anlamak ayrıdır. İşte körelmiş kalbler ve onların sem‘a ve basar adlı duyuları, maddî kulağın duyduğunu, maddî gözün de gördüğünü idrak edip de iman adına kullanamazlar.