Ahzâb Sûresi 72’nci âyette sözü edilen emanet, insanlığın yeryüzündeki hilâfet fonksiyonu ve Allah’ın dinini tatbik sorumluluğu manâsını da taşımakla birlikte, sadece bunlarla sınırlanamaz. Çünkü cinlerin de aynı sorumluluğu vardır. Dolayısıyla, buradaki emanetten asıl maksat, insanları başka varlıklardan ayıran ve onu o yapan ana unsurlardır; irade, akıl, düşünce ve beyan kabiliyeti ve –yine bunların cinlerde de olduğunu hesaba katarsak– insan benliği, yani egosu, yani insan olmadır.
Allah, Zâtı, sıfatları ve isimleriyle sonsuzdur. Sonsuz bir şeyin bilinmesi mümkün değildir. Fakat O, Ma’rûf da olması hasebiyle, tanınan, tanınması Zâtı’nın sıfatı, ismi, bu sıfat ve ismin muktezası olan bir varlıktır. Bu sebeple, O’nu gerektiği gibi tanıyabilecek bir varlığın bulunması gerekir. İşte Cenab–ı Allah (c.c.), bunun için her şeyi kuşatan sonsuz sıfat ve isimlerinin önüne farazî bir hat çekmiş ve Kendi’nde olan sıfat ve isimleri(n en azından pek çoğunun) tecellisiyle, yaratılmışlar içinde en kapsamlı bir varlık da olsa, onları yine ancak sınırlı ve kapasitesi ölçüsünde yansıtabilecek bir varlık olarak insanı yaratmıştır. Kısaca insan, Cenab-ı Allah’ın sıfat ve isimleriyle kendisinde en kapsamlı olarak tecelli buyurduğu, Allah’a en kapsamlı bir ayna, O’nu hem tanıyan hem tanıtan, O’nu tanımada hem özne hem nesne olan bir varlıktır. Varlığı kendinden olmayan, sınırlı ve kendisi dışında hazırlanmış pek çok mecburî şartla çevrili bir varlık için bundan daha büyük bir şeref düşünülemez. İşte, bütün özellikleriyle insanın bu kendi oluşuna insan benliği, nefs veya ego diyoruz ki, âyette sözü edilen “Emanet” öncelikle buna bakmaktadır.
Cenab-ı Allah (c.c.), varlığı bütünüyle Kendi’nden, her şeyden bağımsız ve mutlak müstağnî Zât-ı Ecell ve A’lâ olarak tam bir istiklâliyete sahiptir. İstiklâliyet, O’nun ayrılmaz vasfıdır. Bu bakımdan O, hiçbir şekilde ve hiçbir noktada eş, ortak ve benzer kabul etmez. Eşi, ortağı ve benzeri olmak, ancak varlığı kendinden olmayan, başkasına muhtaç bulunan, eksik, kusurlu varlıklar, yani yaratılmışlar için söz konusudur. Ne var ki, Cenab-ı Zât-ı Ecell ve A’lâ’ya ayna olan insan, O’nun mutlak bağımsızlık ve istiğnâ hususiyetlerinin yansımasını da kendinde bulduğundan, kendisini, sanki varlığı kendinden, hiçbir şeye muhtaç değil, her şeyi bilir, her şeyi dileyebilir, her dilediğini yapabilir sanma gafletine düşer. Bu onun, âyette ifade edilen ve mutlaka giderilmeye muhtaç zalim ve cahil oluşudur. Oysa insan, arz edildiği gibi, sonludur, varlığı kendinden değildir; bilgisi, iradesi, gücü son derece sınırlıdır. Özellikle müsbet işlerde, yani ortaya olumlu bir şey koyma hususunda oldukça âcizdir. İşte bu yanıyla ve bu yanının yaratılmış, varlığını, hayatının devamını, hayatta kalmasını başkasına muhtaç bulunması hasebiyle o, Allah’ın sonsuzluğuna, mutlak İlim, İrade ve Kudreti’ne aynalık eder ve aynalık etsin, bu ayna olma hususiyetini kavrasın diye yaratılmıştır. Dolayısıyla onun bu yanını iyi kavraması, bu yanının geliştirilmesi ve hayatını bu istikamette sürdürmesi gerekir. İcat ve müsbet bir sonuç ortaya koyma cihetinde olabildiğince âciz olan insan, o da kolay olduğu için tahrip konusunda ise bütün varlıkları geride bırakır. Dolayısıyla o, bu yanı itibariyle terbiye ve disipline edilmeye, yani eğitime muhtaçtır.
Ne var ki, tarih boyu insan ve insanların çoğu, genellikle zulüm ve cehalet üzerinde yürümüş, yanlış ölçmüş, yanlış tartmış, Cenab-ı Allah’ı tanımamış, arzularına, geçici dünya hayatının cazibelerine tâbi olmuş, kendindeki birtakım kabiliyetleri, kendine bahşedilen başarıları kendinden bilmiş, böylece kendini âdeta bir ilâh mertebesine yükseltmiş ve gücü elde ettiğinde de, başka insanlar ve varlıklar üzerinde rablık, hattâ ilâhlık taslamıştır. Bütün bu yaptıklarına gerekçe bulma maksadıyla da kendince dinler, sistemler üretmiş, kendi suçuna ortaklar arayarak başka sözde ilâhlar, rabler uydurmuştur. Böylece zulmetmiş ve daima cahilce davranmıştır. İnsanlık tarihindeki bütün çatışmaların, zulümlerin, haksızlıkların, fitne ve bozgunculukların, bölünüp parçalanmaların, sömürünün altında yatan ana sebep budur.
Buna karşılık Cenab-ı Allah (c.c.), insana aslî hususiyetini, yaratılmaktaki maksadı hatırlatmak ve bu maksat istikametinde bir hayat sürüp, dünyada da Âhiret’te de hem fert hem toplum olarak âhenktar ve mesut bir hayat sürebilmesi için peygamberler göndermiş, kitaplar indirmiş ve “Din” adı altında insanların takip etmesi gereken yolu çizmiştir. Ne var ki, kendine mağlûp, zulüm ve cehaletinde direten insanlar, peygamberlere, Allah’ın dinine ve gönderdiği kitaplara karşı çıkmış, buna karşılık pek çok insan da inanmış, insanın bizzat kendi içinde yaşadığı Allah’a iman ve itaatle kendine veya kendisinin, kendisi gibi olanların icat ettiği sözde tanrılara ve dinlere veya din görünümlü sistemlere itaat arasında verdiği tercih mücadelesi topluma da yansımakla, tarih bir bakıma bu mücadelenin sahnesi veya mücadele süreci olmuştur. Ve insanın yaratılmasıyla birlikte başlayan ve insanları genelde iki kanala taşıyıp, peygamberler ve vârislerince temsil edilen kanalla Cennet’e, Firavunlar, Karunlar, Hâmânlar ve takipçilerince temsil edilen kanalla da Cehennem’e uzanan bu süreç, denebilir ki Âhiret’te de neticeleri olan Cennet ve Cehennem şeklinde sonsuza değin devam edecektir.